Tasavvuf ehli, cihada zahirî ve batınî olmak üzere ikiye
ayırmışlardır. Başka bir deyişle "cihad-ı asgar" ve "cihâd-ı ekber."

Tasavvufi ıstılahta cihâd, sâlikin nefsini kayıt altına alıp ona
hükmetmek için vermiş olduğu mücâdele ve bu maksatla çekilen çile ma’nasına
gelir.1 Yine sûfilerin ıstıhlahında Cihad ma’nasını karşılayan ikinci
bir kelimede aynı kökten titretilen "mücâdele"dir. Savaşmak mücadele anlamına
gelen bu kelime, mutasavvuflarca daha çok şeriatçe istenen, fakat nefse zor
gelen şeyleri "nefs-i emmâreye yükleyerek onunla harb etmek ve nefsi, ölmeden
önce öldürmek ma’nalarında kullanılmaktadır.

Bu mücahedenin gayesi a) Takva sahibi olmak. b) İstikâmet ve
itidal yolunda bulunmak. c) Keşf ve ilham sahibi olmak gibi sebeplere dayanır.
Fakat sadece keşf ve ilham sahibi olmak için nefisle yapılan mücâhede sâlike
tavsiye edilen bir durum değildir. Mücahedeye izafe edilen ma’nalardan biri de:
"alışkanlık ve adetlerin terkedilmesidir."2

Tasavvuf ehli, cihada zahirî ve batınî olmak üzere ikiye
ayırmışlardır. Başka bir deyişle "cihad-ı asgar" ve "cihâd-ı ekber."

Cihâd-ı asgar düşman ordularına ve gözde görülen kâfirler
karşısında yapılan silahlı mücadeledir. Cihâd-ı ekber ise; "dâ-yı batiniye" yani
gözle görülmeyen düşmanlarla yapılan cihaddır. Tasavvûf ehli daha çok bu ikinci
kısım, yani gözle görülmeyen düşmanlara karşı verilen cihâd-ı ekbere itibar
etmişlerdir. Gözle görülmeyen düşmanlar ise; başta nefis ve şeytan, sonra
masivadır. (Allah’ın dışında bütün varlıklar.)

Onlar cihad anlayışlarını daha ziyâde Tebûk Savaşı dönüşünde Hz.
Muhammed’in[asm] ashabına hitaben "küçük savaştan büyük savaşa döndük" hadisine
dayandırmaktadırlar. Çünkü; Hz. Muhammed bu hadisi söylediği zaman ashâbdan
biri: "Büyük savaş nedir ya Resulallah?" diye sorduğunda, peygamber: "batınî
düşmanlar, yani nefs ve şeytan ile yapılan muharebedir" demiştir. Ayrıca
mutasavvıflar Kur’ân-ı Kerim’de Ankebut suresindeki "Bizim için mücahede
edenleri yolumuza iletiriz"3 âyetinde buyrulan mücâhedeyi daha çok gözle
görülmeyen düşmanlara karşı yapılan mücâhede olarak algılamışlardır.

Mutassavvıfların şeytana ve dolayısıyla nefse karşı cihâd
fikrinde olduklarını söyledik. Onların nefisten kastettikleri şey daha çok kulun
kötü ve illetli vasıfları ile zammedilen huy ve fülleridir.4

Kulun illetli vasıfları ise iki çeşittir. Birincisi: İradesi ile
kazandığı günah ve isyan, ikincisi ednâ huylardır. Kötü bu nevi huylar insan
tarafından tedâvî ve terbiye edilerek tedricî bir şekilde düzeltilmeğe
uğraşılırsa, devamlı mücadele ile kötü huyları yok etmek mümkün olur.

Abdülkerim Kusyrî, Risale’sinde nefse ait hükümler için şu
sonuçlara varmıştır: nefse ait birinci kısım hükümler, haram veya mekrûh
kılınarak yasaklanan şeylerdir. İkinci kısım hükümler ise nefsin aşağı ve bayağı
huylardır. İkinci kısmın izâhı şudur: kibir, gadap, kin, hased, kötü huy,
tahammülsüzlük vs. haysiyetlerdir. Nefsin hükümlerinden en şiddetli ve
tehlikelisi ve çetini bu gibi huyların güzel olduğu vehmine kapılması veya
kendisinin bir değeri bulunduğuna, başkalarınca kadrinin bilinmesi gerektiğine
inanmasıdır.5

Bunun için, bu kötü huy gizli bir şirk sayılmıştır. Nefsânî
arzuları terketmek, nefsi kırmak, isteklerinin zıddına hareket etmek suretiyle
onu tedavi ve terbiye etmek, onu açlık-susuzluk ve uykusuzlukla te’dib etmek en
büyük mücâhededir.

İbn-i Haldûn sûfilerin nefis mücahedesini şöyle tarif
etmektedir: "Tasavvûfî hâl ve makamları elde etmek için harcanan sürekli
çabalara mücâhede ve riyâzet adı verilir."6

Ona göre bu mücahede şu gayelere istinad etmektedir:

1) Takva, vera (haram olması muhtemel işlerden sakınmak) için
mücahede. Burada esas olan şeriatın emir ve yasaklarına önemli riayet etmek, iç
ve dış hâlleri murakebe etmek, şüpheli şeylerden uzak durmak, ibadet ve amelde
ihlas esasından ayrılmamak ve züld hayatı yaşama (yani cehennemden kurtulmak)
dır.

2) İstikamet için mücahededir. Nefsi terbiye edip itidâl üzere
bulunmasını sağlamak, Kur’ân ve hadisin emrettiği ahlak anlayışını hâkim
kılmaktır. Bunun sonucu ise saâdete ulaşıp cennete girmektir.

3) Keşf ve ilham sahibi olmak için yapılan mücahedededir.

Zikredilen gayelere içersinde en önemli yer tutan keşf ve ilham
sahibi olmak maddesidir. Bunun da manâsı gaybı görmeğe engel olan perdeleri
ortadan kaldırmak, ma’nevî âlemi seyretmek ve ilahî tecellileri temaşa etmektir.
Bu bir sûfinin ulaşabileceği en son makam olan "rıza" makamına ulaşmak için
yapılan mücahedededir. Fakat hiç bir sufî sadece keşf ve ilham sahibi olmak için
mücâhede etmez. Bu, sâlikin tarikatın dusturlarını göz önünde tutarak ve Allah
rızasını kazanmak için uğraşması, çile çekmesi ve herkesten ziyade ibadet etmesi
sonucunda oluşan "İhsan-i İlâhî" dir.

Tasavvûf ehlinin nefis ile cihadlarında bir çok mertebe
bulunmakla birlikte bunların en önemlileri ve başlıcaları şöyle tesbit
edilmiştir:

a) Terk; bırakmak ma’nasında olan bu kelime sufî ıstılahında
tecerrüd etmek, fikren dünyayı, ukbâyı, varlığı ve terk duygusunu bırakmak
anlamında kullanılmış ve Nakşibendî tarikatının "çhar tark"i olarak
formülleştirilmiştir. Bu safhada sufî, dünyayı, ukbâyı ve Allah’a yakın olmayı
engelleyen varlığı o kadar terketmelidir ki, sonunda bunları terkettiğini bile
anlayamayacak bir hâl kesbetmelidir. Yani Mevlanâ nın deyişiyle "o kadar mest
olmalı ki, sözünde mestlik kalmamalı ve mestlikten söz etmemelidir."

b) Çile; kökü kırk sayısına dayanan bu kelime sûfilerin nefisle
mücâhedeleri esnâsında kırkgün-kırkgece uykuyu, gıdayı ve sözü minimuma
indirerek bedenî ve fikri olarak kendilerini ibadete adamaları hâlidir. Bu da
"ölmeden önce nefsi öldürmek gayesine dayanır. Bu safhadaki sufîler ölümü
hissetmek için çilahâne denilen yerlerde kalırlar. Bazıları ise kendilerini bir
kuyuya baş aşağı astırarak çilelerini tamamlamışlardır. Yesevî menkıbelerinde
Ahmed Yesevî’nin kırk gün boyunca mezar şeklindeki bir kuyuda çile çektiği
nakledilir.

c) Sükût; Sâlikin mücahede safhalarından birisi de Sükûttur.
Bunun tercih edilmesinin sebebi, sözün felaket sayılıp, nefsânî hazları, övünme
vesilesi olan sıfatları açıklamaya vasıta olmasının yanında; güzel konuşmayla
akranları arasında öne çıktığında nefsin bundan haz alacağı ihtimâlinden
kaynaklanır.

d) Sefer; Sûfî, bir yere; bir mekâna bağlanmamak için daima
sefere çıkar. Bu mücahedenin teşdidi gereklidir. Bu seferlerde nazarlarının
Allah’tan ayrılmaması için sufiler yanlarına en zarurî eşyalar hâricinde bir şey
almazlar.

Mücahedeye verilen önem hemen hemen bütün tasavvufî akım ve
tarikatlarda mevcuddur. Evliya menkibelerinde mücahedenin önemi üzerine bir çok
kıssa ve vecizeye rastlanır. Bunlardan bir kaçını zikretmenin faydalı olacağı
kanaatindeyiz.

Beyazid-i Bistamî’den: "On iki sene nefsimin demircisi oldum.0nu
parlatmak için on iki sene dövdüm. Beş sene nefsimin aynası oldum. Bir yıl
nefsimle kalbimin aynasına baktım. Birden belimde zahirî zünnârın (papaz
kaşağı) durmakta olduğunu görmeyeyim mi? Bu zünnârı kesmek için on sene
uğraştım. Sonra yine baktım ve bu sefer içimde batınî bir zünnarın bulunduğunu
gördüm. Cenaze namazlannı kılmak için üzerlerine dört kere tekbir getirdim.7

Cüneyd-i Bağdadî’den: "Biz tasavvufu kiyl u kâl ile değil, açlık
ve dünyayı terk süretiyle nefsin ve tabiî arzuların hoş gördüğü şeylerle alakayı
keserek elde ettik.8

Yine sühreverdi, sufilerden birinin şöyle dediğini nakleder:
‘"Tasavuf çiledir, sıkıntılıdır. Izdırap ve çilenin olmadığı yerde tasavvuf
yoktur.9

Zikredilen misallerde de görüldüğü gibi tasavvuf ehli itiladca
cihâdın daha çok batınî kısmıyla alakadar olmuşlardır. İnsan-ı kâmil olma
yolunda öncelikle nefsin alt edilmesi gerektiğine inanmışlardır. Buna bağlı
olarak nefse galebe için etrâflarındaki eşya ile alakadar olmamışlardır. Bununla
birlikte Mutasavvıfların Cihad-ı asgar diye adlandırılan zahirî düşmanlara karşı
yapılan silahlı mücahedelere bigâne kaldıkları gibi bir sonuca varılamaz.

Anadolu’nun Müslümanlaştırılması esnasında Ahmed Yesevî’nin,
Yesi şehrinde yetiştirilip Anadolu’ya gönderdiği ve Horasan Erenleri diye anılan
mutasavvıf dervişler aynı zamanda birer akıncı neferi vazifesini de
üstlendikleri tarihî bir hakikattir.

Yine Osmanlı Devletinin kurulmasında "Bayramiye" vb.
tarikatlarının büyük hizmetleri bulunduğu ma’lumdur. Tarih içersinde inhirita
(uğramakla beraber) uğrayan Bektaşiliğin Osmanlı Yeniçerileri arasında yaygın
olduğu da unutulmamalıdır.

Kafkasya’da 19. yüzyılın sonlarınla 20. yüzyılın başlarında
Ruslara karşı savaşan Çeçen ve diğer Müslüman Kafkasyalı kavimlerin
başlattıkları kıyam hareketlerinin hemen hemen hepsi tasavvuf şeyhlerinin
önderliğinde gelişmiştir.10

Özellikle Nakşibendî tarikatı 17. ve 18. yüzyıllarda
Türkistan’da Kalmuk Budistlerine karşı ve 1783 İmam Mansûrdan 1920-21’de İmam
Necmüddin hareketine varıncaya kadar silahlı cihâdın başını çekmiş ve
bayraktarlığını yapmıştır.

Nakşi tarikatına getirmiş olduğu sağlamlık ve disiplin sâyesinde
1824’den 1859’a kadar Ruslara karşı destânî bir direniş örneği gösteren Şeyh
Şamil’i de burada zikretmek gerekir.

Fakat zaman içersinde herşeyin sui istimali, istismarı ve
inhirâfı mümkün olduğu gibi, çift kanatlı olması gereken cihadı, mücahedeyi tek
kanatlı bırakıp düşman istilası esnasında dahi nefis mücahedesini esas tutup
zahiri cihada karşı çıkan böylelikle düşman istilasını kolaylaştıran mesleki,
tasavvufî yorumlar da yapılabilmektedir.

Bu yorumlardan birincisi Şeyh Şamil’in Ruslarla savaştığı
yıllarda (biraz da hased yüzünden) Kadirî olduğunu iddia eden Hâcı Kuntu’nın
yorumudur. Mezkûr şahıs Ruslarla savaşan Çeçenlere "kötüye karşı direnmemeyi" ve
Rus hâkimiyetini kabul etmelerini tavsiye etmişlerdir. Hacı Kanta’nın bu
yorumunun Çeçen halkı arasında ne kadar etkili olduğunu bilemeyiz, ama bilinen
şu ki; kendisi şeyh Şamil’in yenilgisinden sonra dört bin müridiyle birlikte
takibata uğramış, müridlerinin bir kısmı öldürülmüş bir kısmı sürgün edilmiş
kendisi de 1867’de Rus ceza evlerinin birinde ölmüştür.

İkinci aykırı yorum ise, Hindistan Müslümanları arasında zuhur
eden Gulam Ahmed’in yorumudur. Daha sonraları Kadiyanilik veya Ahmedilik adını
alan bu hareketin kurucusu ve mensupları, İngilizlerin Hindistan’da
bulunmalarını meşru görmüşlerdir.11 Gulam Ahmed ömrünün büyük bir kısmını
cihadın farz olmadığını ispatlamaya ve İngilizlerin Hindistan’da bulunmasının
gerekliliği olduğunu anlatmaya hasretmiştir. Mensuplarının büyük bir kısmının
İngiltere’de himaye edilmesi bu hareketin menbaı hakkında bazı ip uçları vermeye
yeterli görünmektedir.

Buraya kadar dilimizin döndüğü ve vaktimizin yettiğince
tasavvuf-cihad ilişkisini incelemeğe ve ortaya koymaya çalıştık. Dileğimiz
menşe-i üzerinde bir türlü anlaşmaya varılamayan buna rağmen İslâm aleminde
önemli bir mevkii ve geçmişi bulunan ve başlı başına bir disiplin hüviyeti
gösteren tasavvufun bütün cepheleriyle ilmî kıstaslarla incelenip ortaya
konulmasıdır.

Dipnotlar

1. Dr. Süleyman Uludağ, Tasarruf Terimleri Sözlüğü, s. 117,
İst., 1991.

2. Mahir İz, Tasavvuf s. 94, İst., 1969.

3. Kur’an-ı Kerim, Ankebut Sûresi âyet no: 69.

4. Abdulkerim Kuşeyrî, Risale (Haz. S. Uludağ) s. 222 (3.
baskı) İst., 1991.

5. Kuşeyri, age, s. 222.

6. İbn-i Haldun, Şifa’üs-sail (Haz. S. Uludağ) s. 54, Ank.
1979.

7. Kuşeyri, age, s. 235.

8. Suhreverdî, Avarifü’l-Maârif (Hazırlayanlar H. Kamil
Yılmaz – İ. Gürbüz), s. 61, İstanbul 1990.

9. age, s. 81.

10. A. Bennigsen-C. Lemercier-Quelguejay, Sûfî ve Komiser
(Rusya’da İslam tarikatları) Terc: Dr. Osman Türer, s. 81, Ankara 1988.

11. Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay, Felsefî Doktrinler
Sözlüğüi s. 126 (5. baskı) Ankara 1991.