Genel ve alışılmış
tanımla laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Laik
devletlerde din olgusu devletin "esas teşkilatına" müdahale etmez;
dinsel ilke ve kurumların devlet yönetiminde etkisi yoktur. Laik devletlerde
din, devletin olağan görev ve yetkileri içinde bir sosyal olgu olarak ele
alınır ve tüm diğer sosyal olgular gibi düzenlemeler görür. Düzenlemelerde
temel ölçüt, çağdaş değerlerdir.
Din, sosyal olgu
olduğu kadar bir düşünce sistemidir. Bu görünümüyle felsefenin konu alanı içine
girer. Din felsefeleri, laik felsefelerden çok daha fazla ilgi görürler. İnsan
felsefeye tanrı ve yazgı sorunuyla başlar. Tanrı var mıdır, yok mudur?, Evrenin
öz ve esası nedir?, Bir madde mi, yoksa bir düşünce midir? gibi soru ve
sorunlar, felsefenin ilk adımlarıdır. Bu tür düşünceler insanı ister istemez
din olgusunun irdelenmesine götürür.
Din, sosyolojik ve filozofik açıdan önemli bir kurumdur. Bu nedenledir ki,
gerek ülkemizde gerek dünyada her zaman gündemdedir.
Evrensel önem
içeren bu kurum karşısında, devlet, nasıl bir tutum alacaktır?
TEOKRATİK
GÖRÜŞLERİN TEMEL FELSEFESİ
Teokratik görüşler
şöyle diyor:
"Devlet
yönetiminin ilke ve esasları Tanrısal buyruklara uymalıdır. Bu dünya zaten
öteki dünyaya hazırlık evresidir. Devletin görev, amaç ve işlevi, uygun ortamı
hazırlamaktır. Hazırlıkta devlet güçlerine din adamları yardımcı olmalıdır;
çünkü Tanrı buyruğunu en iyi onlar anlar ve onlar yorumlar." Hıristiyan
filozofların çoğu, bugün dahi neotomist bir yaklaşımla
bu düşünceyi yaymışlardır. Dünyadaki tüm Hıristiyan Demokrat partiler Saint
Thomas d’Aquin ve onun XX. yy yorumcusu Jacques Maritain’in izinden
gitmektedirler. Bu partiler iktidara geldikçe, olanakları ölçüsünde görüşlerini
uygulamaya sokmak isterler. Ancak karşı görüşteki baskı grupları ve sosyal
etkileşim, dengeleşim, Hıristiyan Demokrat ideallerin
tanı olarak gerçekleşmesini engeller. Hıristiyan Demokrat partiler, açık ya da örtülü laikliğin karşısında yer almaktadırlar. Ancak
laikliğin iyice özümsenmesi, akılcılık ve felsefi kültürün yaygınlığı teokratik
devletin kurulmasını engeller.
Katolik eğilim St. Thomas’ın yolunu izlerken protestan
ağırlıklı ABD’de özellikle Calvin’ci görüşlerle, Mormonluk gibi Hıristiyan sapmalar koyu bir bağnazlık
içinde açıkça teokratik devleti savunurlar. Baptist, Church of Christ gibi koyu tutucu
kiliseler ABD’de sosyal ve siyasal yaşam önemli boyutlar içerisinde
etkilemektedir.
Müslümanlıkta
Mutezile akımı, Anadolu Alevileri ve İbni Rüşt
Fahrettin Razi kökenli Sünni yorumlar dışında laik
devleti benimseyen görüşleri rastlamak çok güçtür.
Museviliğin XX. yy
yorumları da tümüyle teokratik devleti benimsemektedir.
LAİK GÖRÜŞLERİN
TEMEL FELSEFESİ
Teokratik devlet
anlayışının kökenindeki tanrısal iradenin yerini laik devlette akıl ve bilime
dayalı yönetim almıştır. Laiklik rasyonalizmdir(usçuluk-akılcılık). İnsanın,
doğanın ve toplumun kural ve yasalarını kendi aklı ile algılaması, kavraması ve
yine kendi gücü ve aklı ile doğa ve topluma egemen olması, akılcılıktır. Aklın rehber
alınması; safsata, hurafe bilim dışı açıklamaların, irdelenmemiş
"nakillerin" atılması akıllı davranış modelleridir. Devlet
yönetiminde bu yöntem izlenirse onun adı laikliktir. Başka bir anlatımla devlet
yönetiminde din adamlarının yorumlarına dayanan dinsel, irdelenmemiş
"nakiller" ilke olarak benimsenmişse o ülkede teokrasi vardır. Yok
eğer bilimin, aklın sesi rehber alınmışsa laik devlet işte budur. Nitekim onun
döneminde çeşitli kurum ve yayınlarla bilim ve laik düşünce gelişme olanağı bulmuştur.
Batı’daki laik
aşamaya ancak Fransız devrimi ile gelinmiştir. XVII. yüzyılda "ticaret
devrimi" ile oluşan yeni sınıf burjuvazi, ekonomik gücünü siyasal güçle
perçinleştirmek isterken devleti yöneten aristokratlar ve onların manevi
destekçisi ruhban sınıfı en büyük engeldi. Feodal sosyolojik yapıya sahip
devlet yönetiminde, iktidarın köken ve temelinin Tanrı’da olduğu söylenmekte ve
Tanrı’nın bu gücünü yönetim açısından doğrudan doğruya krala aktardığı iddia
edilmekteydi. Ünlü filozof J. B. Bossuet bu görüşteydi;
XIV. Louis de bu kuramı pek sevmişti.
Ticaret devrimi ile
tarih sahnesine giren ve sanayi devrimi ile güçlenen burjuvazi, ekonomik
iktidarı ele geçirmişti, ancak siyasal iktidar kral ve kilisedeydi. Zenginleşen
burjuvazinin mülkiyet hakkı güvence altında değildi. Kral ve kilise onun tüm
varlığı üzerinde keyfi tasarrufta bulunabilirdi. "Cismani ve ruhani
iktidar" elbirliğiyle onu ezmekteydi.
Burjuvazi ne
yapabilirdi? Nasıl kralın Bousset’si varsa o da
filozoflar bulmalıydı. J.J. Rousseau’lar, Diderot’lar,
Descartes’lar insanı, onun aklını yöneltici
düşünceleri geliştirmişti. Kilisenin manevi baskısını, ancak başkaldıran akıl
yıkabilirdi. Kilisenin gücü yıkıldığında, aristokrasinin yıkılması
kolaylaşacaktı. İşte bu nedenle laiklik benimsendi, kilisenin yerini insan
hakları aldı.
Akla dayalı
laiklik, "doğal hukuk felsefesinden" desteğini alıyordu. Antik Yunan
kökenli doğal hukuk düşüncesi, burjuvazinin resmi felsefesi haline dönüştü.
Descartes, Spinoza, Grotius
gibi düşünürlerle rasyonalist kimliğe bürünen "doğal hukuk" şunları
söylüyordu:
"İnsan aklı
hukukun kaynağıdır. İnsan, hiçbir aracıya gereksinim duymadan kendi aklıyla
evrensel adalet ilkesini anlar ve içeriğini kavrayabilir. Herkes kendi aklıyla
evrensel hakikatlere ulaşabilir. Herkesin eşit bir biçimde algıladığı adaletin
değerinin güncelleşmesi, hukuk haline dönüştürülmesi siyasal faaliyettir. Bu
çalışmayı herkes eşit bir biçimde yürütecektir, çünkü herkes akıl sahibidir ve
insanlar arasında doğuştan hiçbir fark yoktur. Eşit algılama ve eşit kavrama,
eşit yönetimi gerektirir. Algılama, kavrama ve yürürlüğe koyma işleminde kral
ve papaza gereksinim yoktur." Krala ve aristokratlara gereksinimin
olmaması demokrasi, papaza gereksinim duyulmaması ise laikliktir. Aracısızlık,
eşitlik, ayrıcalıklı katmanlara gereksinim duyulmaması "halk
egemenliğinin" gerçekleşmesi demektir. Batı demokrasilerindeki laiklik,
işte bu düşüncenin ürünüdür.
DİNLER YORUMLAR
ŞEKLİNDE KARŞIMIZA GELİR
Her din
kurumsallaşmış haliyle bir yorumdur ve günümüze değişik yorumlar biçimleriyle
gelir. Tek tanrılı dinler bir kitap ve o dinin peygamberinin yaşam öykülerinde
kaynağını bulur. Kitap ve peygamber davranış ve sözleri dinin öz ve temelini
belirlemektedir. Yaşamın karmaşıklığı, değişen ev gelişen dünya koşulları
içinde kutsal kabul edilen her satır ve her söz yorum gerektirir. Bu nedenledir
ki, örneğin İslam’da "İcma-ı ümmet",
"kıyas-ı fukaha" gibi kurumlar ortaya
çıkmıştır. Kur’an-ı Kerim, hadis ve sünnetler kaynak
alınarak insanlar, bilim ve din adamları ibadet ve toplumsal ilişkileri düzenleyen
kurallar türetmişlerdir. Bu haliyle din, özde Tanrı buyruğu olmakla birlikte,
geniş bir biçimde insan beyninin uğraş alanı içine girmiştir. Dinler insan
beyninin yorum ve müdahalesiyle kurumsallaşır. Yorum yapan beyin eğer bilgiye donatık değilse, çıkar, tutku ve politik amaçların
emrindeyse karanlık, kurnaz, yobaz, çağdışı yorumlarla karşılaşırız. Yok o
beyin bilimden, doğrudan, ahlaktan ve hakikatten yanaysa özgürlükçü yorumlar
gündeme gelir. Bilim ve doğru verilerle donatık
beyin, akla dönüşür; akılcılık, o dine egemen olur.
Bu durumda, dinler
hakkında "O din özgürlük ve laikliğe elverişlidir, öbürü değildir"
demek hatalı bir yaklaşımdır. "Hangi yorumu?" diye sormak gerekir.
Aslında devlet
desteğinde olan ya da devlet çatısı altında yer alan
hiçbir din, laik olamaz. Devlet, manevi bir destekle iktidarını sürdürmek
isteyince, teokratik düzenler ortaya çıkar.
İSLAM VE
LAİKLİK-ÖZGÜRLÜKÇÜLÜK
İslam düşüncesi
içinde de tutuculuk-özgürlükçülük ikilemi her zaman gündemdedir. Ne yazık ki,
yukarıda belirttiğimiz gibi genelde tutucu eğilimler ağırlık kazanmıştır. Bu
nedenle ülkemizde uzman olmayan kişiler kolaylıkla İslam’ın tümüyle laikliğe
elverişsiz bir din olduğunu iddia ederler.
Oysa Sünni kesimde
tutuculuğu "Cebriye" akımı, ilericiliği ise "Mutezile"
temsil etmektedir. Türk toplumunun çoğunluğunun bağlı olduğu "ehl-i sünnet" ise iki akım arasında "orta
yolu" izler.
Yazgıcı düşünceyi
dile getiren Cebriye yandaşlarına göre her şey, Tanrı iradesi tarafından
belirlenmiştir. Tanrı her şeyin yaratıcısıdır ve her şeyi yönetir. Özgür insan
iradesinden ve özgür seçişlerinden söz etmek olanaksızdır. Tanrı "iyi
kullarını" yaratır, onları cennete gönderir; "kötüler ve
kötülük" ibret olsun diye mevcuttur. Tanrı her an, her yerde bu dünyanın
işlerine müdahale eder; o insanoğlunun kendini bu yazgıya bırakmasından başka
seçeneği yoktur. Cebriye anlayışından bazı siyasal sonuçlar çıkarılmaktadır.
Bunlara göre Tanrı’nın buyruklarını peygamberin halifesi olarak gösterilen
yetkin insan uygulamaya sokacaktır. Yetkin insanın buyruklarına uymak, İslamiyet’in
zorunlu ana ilkesidir. Emeviler bu siyasi anlayışı
yozlaştırarak halifenin, peygamberin değil, Tanrı’nın halifesi olduğunu ileri
sürmüşlerdir. Yanılmazlık, büyüklük, yücelik gibi sıfatlarıyla halifeye ve onun
kurallarına boyun eğme zorunlu görülmüş; despotik bir
teokratik düzene, düzlem hazırlanmıştır. İslamı
şeriatçı Cebriye açısından ele alırsak, ne laikliğe ne de özgürlüğe yer vardır.
Her şeyi, her iki dünyada da Tanrı düzenlemekte; her hareketin içinde Tanrı
iradesi bulunmaktadır. Bu durumda devlete de Tanrı ilkeleri ve onun halifesinin
iradesi egemen olacaktır.
Cebriyenin tam
karşısında olan akım "Mu’tezile"dir.
Mutezile, İslam akılcılığını temsil eder. Mutezile yandaşlarına göre Tanrı,
evrenin yaratıcısıdır. Tanrı maddeyi yarattığı gibi manevi kavramları da
yaratmıştır. İyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış Tanrı iradesinin eseridir.
Tanrı, insana belirli bir yaşam vermiştir; kendi yaratığı maddi evrene onu
yollamış; kitaplar da göndererek neyin iyi, neyin kötü olduğunu peygamberlerin
yaşamlarındaki örneklerle belirtmiştir. İnsan, kitaplardaki iyi kavramına uygun
bir yaşam sürmelidir. İrade ve bilinç sahibi insan, iyi ve kötü arasında
tercihler yapacak; iyiyi seçerse cennetle ödüllendirilecek; kötüyü seçerse
cehennem azabı onu bekleyecektir. Tanrı, insan seçişlerine müdahale etmez. Eğer
müdahale etseydi, onu sorumlu tutamazdı; seçiş Tanrı’nın olurdu ki, sorumluluk
da onu ilgilendirirdi. Oysa insan özgürdür, çünkü sorumludur. Görülüyor ki
Mutezile akımına göre evreni yaratan Tanrı, bu dünyanın insanının fiillerine
karışmamaktadır. Karışsaydı, insan sorumluluğunun anlamı kalmazdı.
Mu’tezilenin
devlet anlayışı da özgürlükçü doğrultudadır. Özgürlükçü olması, laik devlet
sistemine olanak sağlar. Tanrı evrenin temelidir, ama insan yaşamına
karışmadığı gibi devletin işleyiş biçimine de karışmaz. Bu dünyanın fiillerini
o, öteki evrende yargılamaktadır. Yöneticiler, İslam’ın esasları olan iyiye,
güzele, adile, ahlaklıya, doğruya uygun hareket ediyorlarsa ne mutlu onlara.
Cennet onları beklemektedir. Sorumlulukları bireyseldir; cehennem ateşi onların
üzerindedir. Devlet işi, Tanrı’yı doğrudan ilgilendirmemektedir, dolayısıyla
laik devlet Mu’tezile felsefesine uygundur.
Ehl-i
sünnet ise Cebriye ve Mu’tezile arasında bir yol
izlemektedir. O da akılcı ve bireysel sorumluluğa dayalı bir tutumu
benimsemiştir. (İmam-ı Gazali gibi Cebriyeye yaklaşan, katı Sünni filozoflar da
mevcuttur. Ancak genel olarak ehl-i sünnet,
özgürlükçü bir tutumu benimser.) Sünnet ehlinin anlatış içinde Tanrı, Mu’tezileden farklı olarak her an için bu evrenle
ilgilidir. Tanrı katında zaman kavramı yoktur. O, insanın ve evrenin geçmişini,
şimdiki anını, geleceğini aynı anda görür. İnsanın kötülük ya
da iyilik yapacağını bilir, ama müdahale etmez. Evren, bir tümel oluşumdur. Tanrı
tam merkezde her şeyi her an görür. Bu tutumuyla ehl-i
sünnetin de özgürlükçü ve laik yaklaşıma yakın olduğunu söyleyebiliriz.
Özgürlükçü ve
karışmayan, ama her şeyin yaratıcısı olan Tanrı anlayışı, İslam’ın altın
çağında yaygın bir felsefeydi. Zamanla devlet gücünün pekiştirilmesi güdüsüyle
inananlara her şeye karışan Tanrı düşüncesi telkin edilmiş ve halifenin de
Tanrı’nın vekili olarak bu durumun gözleyici ve uygulayıcısı olduğu
söylenmiştir. Bu anlayış içinde laik devletten söz etmek kuşkusuz olanaksızdır.
Ne yazık ki, günümüzde de "karışan Tanrı" anlayışını gelenekçiler
benimsemektedir. Onlara göre yüce güç, nasıl olur da kendi yarattığı evrene ve
insana müdahale edemez? Oysa yanıt son derece basit: Tanrı fanilerin tutku ve
arzuları, günlük yaşamlarıyla ilgilenen Zeus
değildir. Tanrı, bu kadar basit şeylerle uğraşmaz. Onlar bireysel özgürlüğü bir
türlü kabul edememektedirler ve bir güce kayıtsız koşulsuz boyun eğmeyi
yeğlemektedirler. Oysa Tanrı, onurlu, kendine benzeyen, özgür "irade-i
cüziye" sahibi insanları yaratmıştır; yoksa bir hayvan zavallılığıyla
kendini kör yazgıya terk etmiş mahlukları değil! Yazgıcılar, aslında
kendilerinin Tanrı’nın değil, başka insanların yorum ve çıkarlarına
bırakmaktadırlar.
Kanımızca ehl-i sünnetin yukarıda belirttiğimiz Mu’tezileye
yakın yorumlamalarını canlandırmak akılcı bir tutum olsa gerek. Cebriyeye yakın
İmam-ı Gazali’nin tüm yapıtları Türkçe’ye çevrilmişken özgürlükçü İbni Rüşt’ün çok az kitabı Türkçeleştirilmiştir. Ehl-i sünnet içinde bir de Muhammed Abduh
ve Cemalettin Afgani yorumu vardır. XIX. ve XX.
yüzyılda geliştirilen Abduhçu özgürlükçü İslam
yorumlarına göre Kur’an-ı Kerim’de üç tür ayet
vardır: İnanca ilişkin olanlar, muamelata ilişkin olanlar ve ibadete ilişkin
olanlar. İnanca ilişkin olanlar değişmez; keza ibadete ilişkin olanlar ve
ahlaksal içerikli ayetler de evrenseldir, değişmez. Muamelata ilişkin olanlar
insan davranışlarını düzenlerler ve o çağ için gelmişlerdir; bu gün için
geçerlilikleri yoktur. Hz. Muhammed döneminin sosyal
koşullarını düzenlemek için gelen muamelata ilişkin ayetler, o dönem için
reform mahiyetindedir. Hz. Muhammed kadına yarım da
olsa bir statü kazandırmıştır. O dönemde birden bire kadını erkekle eşit düzeye
getirmek büyük sorunlar doğuracağından, aşamalı bir yöntem izlenmiştir. Bugünün
gelişen koşulları içinde, aşamalar sürdürülmeli, kadınla erkek eşit düzeye
getirilmelidir. Artık kadın "Kur’an’daki hükmün
tersine mirastan tam pay almalıdır, şahitliği erkeğinki kadar geçerli
sayılmalıdır." Özgürlükçü yorumlar ne gariptir ki, ülkemizde gündeme
getirilmemektedir.
İslam’ın Alevi
kesiminde ise Şii İran Alevileri tutucu ve teokratik düzenden yana bir tutumu
benimsemektedirler. Aynı temel ilkelerden yol alan Anadolu Alevileri ise
özgürlükçü olup laikliğe uygun ve elverişli bir konumu sergilemektedirler.
Bunun böyle olmasının nedeni Anadolu Alevileri’nin
daha farklı sosyal, tarihsel, siyasal, felsefi bir kimlik içinde olmalarıdır.
Anadolu Aleviliği tarih boyunca siyasal yönetim mekanizması dışında
tutulmuşlardır. Sünni devlet yönetimi karşısında rejime yabancılaşan Aleviler
zaman zaman başkaldırarak özgürlük bilincine
ulaşmışlardır. Öte yandan Alevilik içinde yeşeren Bektaşiliğin Yeniçeriler
tarafından benimsenmesi, belki de devşirme kökenlerini bilinçaltı anımsatarak
onları dinde daha hoşgörülü bir yapıya götürmüştür. Hepsinden önemlisi
kanımızca Anadolu Aleviliği, kökeni Antüteye dayanan
Anadolu Felsefesini yansıtmaktadır. Bu yansıma Orta Asya manikheizmi
ile bir sentez oluşturmaktadır.
Yaratılış, Sünni
teolojide tanrının yoktan var etmesidir. Oysa Alevi teolojisine göre yaratılış
Tanrı’nın kendi özünden fışkırmasıdır. Başka bir anlatımla Alevi felsefesinde
varoluş tanrı özünün görünüm kazanmasıdır. Bu nedenledir ki, Anadolu
Aleviliği’nde yaratan-yaratılan ikilemi değil, birliği vardır. Hal böyle olunca
"beşer tanrıdadır, ilişki sanatsal değil özseldir" (Özgünay Abidin: Cem Dergisi Nisan
1992 Sayı 11 s. 4) Alevilikte Tanrı bir düzenleyicidir. Her hareket belli bir
mantığın çerçevesi içinde cereyan eder. Tanrı’nın bir parçası olan insan da aklı
ile bu düzeni kavrama yetkisine sahiptir.
Alevi Tanrı’yı
kendi içinde bilir, yeri göğü Tanrı ile dolu görür. Akıl sahibi insan Tanrı’nın
bir parçası olması nedeniyle doğayı, evreni ve toplum düzenini kavrayarak kendi
niyet ve fiillerinden doğan kaderini bizzat kendi belirler. Alevi geleneği
şerri Allah’a layık görmez. İnsanların fiillerinin Allah tarafından
yaratılmadığını savunan Anadolu Aleviliğine göre, yüce güç insana iyi ve kötüyü
işleyebilecek bir potansiyel vermiştir. İnsan kendi fiillerinden sorumludur. (ibid. 5).
Görülüyor ki,
Anadolu Aleviliği Mu’tezile akımına bir hayli
yakındır. Fışkıran Tanrı anlayışı da Anadolu İonya
Ekolünü anımsatmaktadır ki, bir panteizmdir.
Fiillerinden
sorumlu, her biri Tanrı’nın bir parçası olan insan kuşkusuz özgürlükçü bir
düzeni seçecektir. Akıl ve özgürlüğün kendiliğinden laikliğe elverişli bir
felsefeye düzlem hazırladığını yukarıda belirtmiş bulunuyoruz.
HIRİSTİYANLIK VE
LAİKLİK-ÖZGÜRLÜK
Bilindiği gibi
Hıristiyanlık, Hz. İsa’nın tek tanrılı bir din olan
"Hz. İbrahim’in yolunu" özüne uygun olarak
canlandırma çabasıdır. Tüm peygamberler gibi o da İsrailoğullarına
mensuptur. Başlangıçta Hıristiyanlık kölelerin, ezilenlerin, horlananların
diniydi. Bu nedenle kendi kabuğuna çekilmiş, köle statüsünde olanların devlet
düzeniyle ilişkileri olamazdı. Hz. İsa’nın önceleri
özel mülkiyeti ve bu dünyaya ilişkin işleri reddeden bir Musevi mezhebine
mensup olduğu ileri sürülmektedir.
Bu nedenledir ki, Hz. İsa "Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya, Sezar’ın hakkını
Sezar’a verin" demiştir. Bu söz dünya devletinin küçümsenmesi anlamına
gelir. Birçok kişi Hıristiyanlığın bütünsel yapısına, tarihsel gelişimine,
mantığına ve o çağdaki durumuna bakmadan tek başına bu sözden hareketle
Hıristiyanlığın laikliğe elverişli bir din olduğunu iddia etmektedir… İsa bu
dünyaya ve bu dünya düzenine önem verilmemesi gerektiğini belirtmektedir.
Cismani iktidarın baskısı, ağır vergi yükü onun gözünde önem taşımamaktadır.
Bakınız onlar ne yaparlarsa yapsınlar. Siz sevgi ve alçak gönüllülükle Tanrı’ya
layık olma yolunu seçiniz. Dünya düzeni zaten kötüdür; acı verir. Acılara
rağmen seviniz. Acılar ve sevgi sizi Tanrı’ya ulaştıracaktır. Başlangıçta sevgi
ve acıların dini olan Hıristiyanlık devlet dini haline gelince insanlık alemini
Orta Çağ karanlıklarına itecek derecede despot olmuştur. IV. yüzyıldan Büyük
Fransız Devrimine kadar feodal yapıdaki Hıristiyan devletleri, XIII. yüzyıl
dinsel esaslara dayalı bir biçimde insanları yönetmişlerdir.
Hıristiyan
teolojisinin en büyük isimlerinin başında gelen Saint Augustin
Aziz Augustin(354-430) laiklik açısından genel
felsefeyi kesin ve açık bir biçimde ortaya koyar. Ona göre iki türlü devlet
vardır: dünya devleti-sitesi (civitate terrana) ve Tanrı Devleti-sitesi (civitate dei). Dünya devleti acımasız, gaddar, işkenceci, savaşçı,
baskıcı ve entrikacıdır. Tanrı devletinde ise ebedi sükun, huzur, mutluluk,
ahlak ve adalet vardır. Hz. İsa’nın amacı bu tür bir
yaşam tarzıdır.
Yöntem ne
olmalıdır? Aziz Augustin Hz.
İsa’nın "bir yanağınıza tokat atana, öteki yanağınızı uzatın" sözünü
gaddar dünya devleti karşısında geçerli bir yöntem olarak görmez. Dostluk ve
sevginin egemen olduğu "civitate dei" de kuşkusuz böyle davranılacaktır. Ama "civitate terrane" da böyle
davranırsanız yanılırsınız; şer güçleri sosyal ve politik yaşama egemen olur. O
halde siz de zorunlu olarak "dünya devletinin" yönetimini
benimseyeceksiniz. Siz de gerektiğinde savaşacaksınız, mücadele edeceksiniz,
hatta işkence yapacaksınız. Amacınız bu evrende "civitate dei"yi kurmak olduğundan, kutsal bir göreve
hizmet vermektesiniz. Başka türlü başarıya ulaşamazsınız. Amaç için bu yol mübahtır.
Görülüyor ki, Aziz Augustin "civitate dei"yi bu dünyada kurmak istemektedir ve kurmak uğruna
her türlü yolu tıpkı Makyavel gibi mübah görmektedir. Nitekim bu anlayışa bağlı olarak Haçlı
Seferleri yapılmış ve engizisyon mahkemelerinde Hıristiyan devletin esenliği
için her türlü işkence gerçekleştirilmiştir. Bu yorumuyla Hıristiyanlığın
laikliğe elverişli bir din olduğunu ileri sürmek ağır bir yanılgıdır.
Hıristiyanlığın Augustin’ci yorumu protestanlıkla
Orta Çağ sonrasında yeniden gündeme gelmiştir. Bugün ABD de değişik versiyon ve
sapmalarıyla en yaygın bir biçimde yer alan protestanlık
temel Luther ve Calvin
teolojisine dayanmaktadır.
Her iki teoloji de
katı bir determinizmden yanadır. Her iki teolojinin temel felsefesi anti-laik
bir yapı içindedir. Bu nedenledir ki, ABD’de bağnaz Hıristiyan kiliseler baskı
grubu olarak sosyal yaşamda büyük işlevler yüklenmişlerdir. Dine dayalı baskı
grupları büyük politik atılımlar yaparak, zaman zaman
illegal işlere dahi girişmektedirler.
Küçük aile yaşamı
ÂBD’de kilise etrafında biçimlenmekte toplantılar, okullar, üniversiteler
rahiplerin duasıyla açılmakta; ayinlerle devlet okullarında diploma törenleri
yapılmakta, futbol maçlarında bile tarafları piskoposlar kutsamaktadır.
"Presbyteryan" ailesi denilen yaygın protestan eğilim Calvin’in
teolojisine sıkı sıkıya bağlıdır. Calvin bu evrende
kayıtsız koşulsuz Tanrı egemenliğinde söz etmektedir. İnsan günahkârdır. Onun
günahının kefaretini İsa ödemiştir. Şimdi sıra ondadır. İbadet ve kiliseye
bağımlı bir yaşamla tevekkül içinde kaderi beklemek gerekir. Calvin düşüncesi merkantilist bir
yaklaşımla ticareti mübah görürken; ticarette işlenen
günahların affının kiliseye bağlı püriten bir
yaşamdan geçtiğini belirtir. Luther,
Calvin’e nazaran daha özgürlükçüdür. Ancak, onda da
"özgür irade" kavramı yoktur. Ona göre insan kendi iradesine bağlı
olarak değil, Allah’ın mazhariyetiyle esenliğe kavuşabilir.
"Methodist" denilen yaygın protestan
aile de aynı teolojik yapı içindedir. Bilindiği gibi bu aile o denli güçlüdür
ki, sağlık alanındaki örgütlenmesiyle dünya çapında hizmet vermektedir. (Eski
Cumhurbaşkanı Turgut Özal da tüm sağlık kontrollerini ve ameliyatlarını Huston’daki Methodist Hastanede
yaptırıyordu.)
Koyu bağnaz
yaklaşımlar, LutherCalvin sentezinden yol alan Baptist ve Church of Christ ailesi içindedir. Bunlar bitmek tükenmek bilmeyen
misyonerlik faaliyetleriyle dünya çapında örgütlenmişlerdir. Bu eğilimlere göre
kendi arayışlarını benimsemeyen herkes "deccala"
hizmet etmektedir. ABD’nin güney bağnaz eyaletlerinde "egemenlik kayıtsız
koşulsuz bu tür akımlarındır." Bu akımlar sosyal yapıyı biçimlendirdikleri
kadar, politik karar mekanizmalarını da etkilemektedirler.
ABD’de protestan mezhepler kadar protestan
sapmalar olarak nitelendirilen Mormonluk, Yehova Şahitlefi, Moon’culuk gibi eğilimler devlet-din birliğini açıkça
savunmakta ve çok güçlü konumlar içinde ekonomi, politik ve sosyal yaşamı
etkilemektedirler (Amerikadaki dinler için bkz. The Encyclopedia
of American Religions, Second Edition, J. GORDON
MELTON).
Özgürlük ve laiklik
açısından Hıristiyanlık Saint Thomas d’Aquin (Akinolu Thomas, 1225-1274)le
ilginç bir değişim içine girmiştir. Bir tür Hıristiyan demokrasisini savunan Akinolu Thomas, Aristoteles’in izinden giderek insan aklını
yüceltmiş ve aklın rehberliğinde demokrasiden ve direnme hakkından söz
etmiştir. Birey yönetiminde söz sahibi olmalıdır. O kendi kendini yönetebilir.
Ancak, devlet iktidarının temeli Tanrı’dadır. Tanrı iktidarı halk aracılığıyla
yönetenlere verir. Görülüyor ki, Adnino’lıı Thomas bu
tür demokrasiyi Orta Çağ’da savunmaktadır. Bunun nedeni kilisenin yavaş yavaş gücünü kaybetmesiydi. Yeniden güçlenebilmesi için
halkın desteği gerekmekteydi. Halk aracılığıyla iktidarı alan yöneticiler Ebedi
Yasaların (Lex Aeterna) bu
dünyaya yansımaları olan İlahi Yasalar (Lex Divina) ve Doğal Yasalar’a (Lex Naturalis) sadık bir şekilde
İnsan Yasaları·ını (Lex Humana) kamu yararına uygun bir anlayışla yürürlüğe
sokmalıdırlar. Aksi takdirde halk aracılığıyla aldıkları iktidar gücü zedelenir
ve direnme meşrulaşır. Lex humana
eğer lex divina’ya
aykırıysa aktif direnme; yok eğer lex natu-ralis’e aykırı bir görünüm
içindeyse pasif direnme gündeme gelir.
Aktif direnme
düpedüz devrimdir. Bir kilise papazı halkı ihtilale yöneltmektedir. Anlaşılması
bir hayli güç olan bu mantığın arkasında ilginç bir anti-laik siyasal art niyet
vardır. Lex divina’yı
sadece Kilise babaları, ruhban, papaz, papa anlayıp kavrayabilir. Siyasal
iktidar lex divina’yı
tanımazsa halk elbette zorlu, devleti devirecektir; çünkü Tanrı iradesi,
yöneticisi iradesinden üstündür. Halkın sesi, Hakkın sesidir (Vox populi, Vox die). (Saint Thomas için Bkz:
Okandan, Recai Galip: Umumi Amme Hukuku, ist. 1976, s. 206208; Göze, Ayferi:
Siyasal Düşünce Tarihi, İstanbul 1982, s. 90 ve Öktem
Niyazi: Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi, İstanbul 1988, s. 123-126).
Bugün tüm Katolik
ülkelerde faaliyet gösteren Hıristiyan Demokrat Partiler işte bu teolojinin
temsilcisidir. Kuşkusuz burjuva sınıfıyla "barış içinde bir arada
yaşama" stratejisiyle laik anlayışı benimsemiş görünmektedirler. Aslında
olay bir zamanların Avrupa Komünistleri gibi burjuva kurallarına uygun bir
selim platformuna girmekten ibarettir. Bir kez iktidar ele geçirildiğinde, biri
Marksist ideolojiye göre değeri Hıristiyan teolojiye uygun bir rejimi tedrici
olarak gerçekleştirmeyi ana hedef olarak bilmektedirler. Hıristiyan Demokrat
Partilerin Vatikan’la organik bağı olduğu gibi, Adenaner
Vakfı gibi kuruluşlar aracılığıyla da yoğun bir kültür içindedirler.
Ortodoks ve
Anglikan kiliseler de laiklik sorununu aynı bağlam içinde ele almaktadırlar.
Zaten her ikisi de özde aynı teolojide kaynağını bulur. Hıristiyan teolojide
özgürlüğe uygun yorum aslında Müslümanlığa nazaran daha da azdır. ABD’de Uniteryan Kilise Anadolu Aleviliği, Mu’tezile
gibi özgür iradeden söz eden akımlar din dışı burjuva felsefesi içinde yer
almaktadır (Unıterian Kilise: için Bkz. Cumhuriyet gazetesi 26 Ocak 1992, Dinde Yobazlıkla
Mücadele, Niyazi Öktem.)
MUSEVİLİK VE
LAİKLİK-ÖZGÜRLÜKÇÜLÜK
Tek tanrılı
dinlerin en eskisi olan Musevilik gene de tarih boyunca ırk-devlet-din iç içeliğini benimsemiştir. Tarih boyunca Yahudi ırkı, İsrailoğulları ırkı ile Musevilik dini hep bir arada
mütalaa edilmiştir. Yahudi devletlerinde din devamlı devlet çatısı içinde yer
almış, resmi tatillerden devletin her türlü kuruluşuna kadar dinsel motifler ön
plana geçmiştir. Zaten "vaad edilen
toprakta," Kenan ülkesinde Tanrı buyruğuna uygun bir site kurmak bir dinin
ana hedefini oluşturmaktadır. Diaspora döneminde de
daima dinsel bir lider Yahudi cemaatin tüm sosyal ve hatta hukuksal sorunlarını
çözümlemiştir. Diasporı’da Yahudiler yaşadıkları
Hıristiyan devletlerin hukuk düzenlerine uysalar da, kendi hukuk sorunlarını
kendi aralarında çözümlemeyi yeğlemişlerdir.
Özgürlük konusunda
Yahudilerin ünlü düşünürü Maimonides (m.s. 1135-1204) akılcı bir yaklaşımla Aristo geleneğini
sürdürmüştür. Ona güre aklın dışına çıkanlar yolunu şaşıranlardır. Evreni akıl
dışı yollarla açıklama şemaları yabancılaşma anlamına gelir ve insanın
özgürlüğünü ortadan kaldırır, gerçeklerden saptırır (SeansBadillos,
Angel: Maimonide L’humaniste, in le Courrier, Septembre 1986, s. 31.)
Maimmonides Endülüs Emevi
Devleti sınırları içinde yaşayarak felsefesini geliştirmiştir. Akılcı İbni Rüşd’le çağdaştır. Her
ikisine göre de Tanrıya akılla ulaşmak gerekir. Kör inanca sarılmak gövdesi
sağlam, ama kökü zayıf bir ağaca benzer (İbid. 31.). Maimonides felsefesinde insan tüm eylemlerinde tam bir
özgürlük içindedir. Birey özgür ve özerktir. Bu olgu onun doğasıdır; hukuk
düzenleri de doğal olanı tanımak zorundadır. Vicdan-inanç ve düşünce
özgürlükleri bireysel özgürlüklerin en yüce görünümleridir. Birey Tanrı nezdinde de özgürdür; kör ve kara yazgı onu belirlemez.
Maimanides’in
özgürlükçü yapısı ona Iaik denilebilecek bir iletişim
ortamına sürüklemiştir. Tüm yaşamı onu Hıristiyan, Müslüman ve Yahudilerle içiçe olmaya götürmüştür. Kudüs’te doktor olarak cüzzamlı kral Hıristiyan Bedouin’i
tedavi etmiş, Selahattin Eyyubi’nin
dostu ve doktoru olmuş., El Ahzer’de dersler
vermiştir. Dinler arasında diyaloğu gerçekleştirmiş
olması ve özgürlükçü tutumu dinde hoşgörüyü getirir ki, bu da laik bir
zihniyete düzlem hazırlar.
SONUÇ
Dinlerde laiklikten
söz edebilmek için dinleri konum, amaç ve değişen sosyal koşullar içinde ele
alarak değerlendirmemiz gerekmektedir. Bu değerlendirmede temel ölçüt ve rehber
bilim ve çağdaş kültürle donatık akıldır. Dindeki
yorumlarda felsefenin büyük önem ve yeri vardır. Teoloji zaten din
felsefesidir.
Felsefenin bilgi
sevgisi anlamına geldiği bilinmektedir. Bilen, bilgiye yönelen kişi hakikat
peşinde koşan insandır. Tüm boyutlarıyla varlığı ve var oluşu kavramak isteyen
insan , din olgusunu da derinliğini ve tümel olarak anlamlandırmak
isteyecektir.
Batı dillerinde din
(religion) Latince "religio"
sözcüğünden gelmektedir. İznikli Hıristiyan filozof Luctantius,
sözcüğün kökeninin "religare" olduğunu
söyler", bunun da "bağlamak" anlamına geldiğini ifade eder.
insanların din yoluyla Tanrıya ve birbirlerine bağlanmalarını deyimleyen "religio" St. Augustin’e göre saygı ve
korku ile bağlılığı anlatır.
Arapça’da din sözcüğü
özde usul, adet ve tutulan yol anlamına gelir. İslam kelamında din, Tanrının
koyduğu mensuplarını dünya ve ahirette kurtuluşa
götüren inanış ve davranışlarından oluşan bir kurumdur.
İslam
Ansiklopedisi’ne göre dinin üç anlamı vardır: İslam’ın beş koşulu, inanç ve
ihsan (sözde ve işte doğruluk).
Görülüyor ki, din
Tanrı ile bağı kuran yol olarak, insanlar arası ilişkileri de kapsamaktadır. İnsanlar
arası ilişkiler de bilimsel açıdan felsefi ve sosyolojik bir görünüm sunar.
Din doktriner açıdan ele alındığında genel hakikatler sistemi
olarak karşımıza çıkar: İçtenlikle bağlı olunan bu sistem, insanın iç dünyasına
değişik bir boyut getirir.
Bu boyutun
oluşumunda yaşanılan çevre ve o çevrenin yorumlarının önemli etkileri
mevcuttur. Demek ki, sosyal yaşamla din arasında karşılıklı etkileşim söz
konusudur. Bu etkileşim din olgusunun çağlar boyu aldığı değişik görünümlerde
olduğu kadar, aynı dinin tarihsel süreç içinde geçirdiği aşamalarda da belirgin
biçimde ortaya çıkar. Hiçbir din, hiçbir düşünce ve felsefe çağın değişik
sosyal koşullarının etkisinden uzak kalamaz.
Dinlerin temel
ilkeleri kitap ve peygamberin davranış ve sözleridir. Bu doğrudur; ancak yeni
keşifler. yeni buluşlar, yeni maddi ve manevi sorunların tarihsel süreç
içerisinde ortaya çıkısında; peygamber olmayan "basit insanların,"
yani bizlerin yorumu gerekecektir. Yorumu yapan insan aklıdır. Aklın saf,
berrak, önyargısız, bilgiyle donatık olması gerekir
ki, hakikate ulaşabilsin. Bu da felsefe ile uğraşmakla olanaklıdır.
Dinlerde akla,
mantığa uygun yorumla birlikte amaca göre yorumu (teleolojik yorum) da
benimsemek gerekir. Dinlerin temel amacı değerlerin gerçekleştirilmesidir.
Doğruluğu, dürüstlüğü, ahlakı, iyiyi, güzeli yaşama sokmak isteyen dinlerde bu
amaçları hiçbir zaman gözden uzak tutmamak gerekir. Dinler içerisindeki
biçimler, kurallar bu amaçların gerçekleşmesine yöneliktir.
O halde biçim ve
kurallar amacın gerçekleştirilmesine araç olmaktadırlar. Bazen araçla amaç
birbirine ters düşebilir, bu durumda amacı yeğlemek zorunludur.
Öte yandan artık
amaca götürmeyen araçları, sırf biçime uyacağım diye sürdürmek akılcılıktan
uzaklaşmak demektir. Akıl atacak felsefe ile zenginleşir ve doğruya yönelir.
Bütün dinlerin
yorumlarında biçim-amaç ikilemi her zaman güncelliğini sürdürmüştür.
Filozofların bir bölümü biçimin içinde gizli amaç vardır düşüncesiyle katı bir
"şekilperestliği" savunmuştur; bir başka bölümü ise aklın, mantığın
ve bilimin sesini dinlemiştir.
Aklın sesinin
dinlendiği dönemlerde o dine bağlı toplumlar tarih sahnesinde ilerlemeler
kaydetmiştir. Bunun en tipik örneğini Müslüman ve Hıristiyan toplumlar
yaşamıştır. Hz. Muhammed’den itibaren X. yüzyıla
kadar yoğun bir düşünsel tartışma ortamı içinde yaşayan Müslümanlar bu dönemde
akılcılığın gereği olarak bilim, fen, matematik, kültür ve sanatta büyük
ilerlemeler kaydetmiştir. X. ve XI. yüzyıldan itibaren aklın rolü ikinci plana
atılmış ve tepeden inme doğmalarla yaşam biçimleri çizilmiştir. Aklı bir yana
bırakan, sadece resmi devlet filozoflarının, şeyhülislamların fetvalarıyla salt
boyun eğmeye itilen insanlar, kendilerini tevekküle bırakınca, İslam toplumları
gerilemiştir. Oysa akılcılığı benimseyen Endülüs Emevileri
güçlerini ve ileri uygarlıklarını XIV ve XV. yüzyıla kadar sürdürmüşlerdir.
Endülüs Emevi devleti içerisinde yetişen ibni Rüşd (1196-1198) Aristo’nun
akılcılığını İslam felsefesine getirerek bireyin güç ve yüceliğini savunmuştur.
Kaderci İslam felsefesi karşısında bireyi yücelten, irade özgürlüğünü savunan İbn-i Rüşd tüm akıldışı
(irrasyonel), metafizik açıklama şemalarını reddetmiş ve bu bağlamda Hıristiyan
filozof ve din adamlarını etkilemiştir. O ve Yahudi filozof Maimonides
olmasaydı Saint Thomas d’Aquin felsefesinin ortaya
çıkmayacağı söylenir. Saint Thomas d’Aduin’in de
Hıristiyan felsefe içine akılcılığı getirmekle bu dini kurtardığı bizzat
Hıristiyan din adamları tarafından belirlemektedir. Hıristiyan dini Batı
uygarlığının manevi yanıdır. O halde İbni Rüşd ve Maimonides’in akılcılığı
bugünkü Batı uygarlığının belki de temelini oluşturmaktadır. Akıl bireyin öne
çıkmasına, gücünü hissetmesine ve böylelikle doğanın keşfinde çabalar sarf
etmesine yol açar. İnsanlık ve uygarlık bu çabalarla ilerler.
Benzer durum
Hıristiyanlık için de söz konusudur. Din adamlarının, kilise babalarının
buyruklarına salt boyun eğme dönemi olan Ortaçağ’da Hıristiyanlar geri kalmış
toplum modeli içindeydiler. St. Thomas d’Aduin’in ve diğer Aristo kökenli akılcıların, insana
güven getirmeleri, aklı yöntem olarak benimsemeleri, akılcılığı ileri
sürmeleriyle birlikte Hıristiyan toplumları uygarlık alanında büyük gelişmeler
kaydetmiştir.
Akılcılığın
benimsenmesi Museviler için de büyük önem taşımaktadır. Yukarıda sözünü
ettiğimiz Yahudi Endülüslü filozof Maimonides (İbni Mem’un) Endülüs Emevi devletinin sanat, kültür edebiyat ve felsefeye
verdiği önem ortamı içinde büyük yapıtlar vererek, biçime körü körüne bağlı
bağnaz dindarların görüş ufkunu akılcılık yoluyla genişletmeye çalışmıştır.
Akılcı, özgürlükçü tutumu onun Müslümanlar tarafından da sevilmesine yol
açmıştır.
Akılcılık sorunu
Osmanlı devleti içinde de önemli bir görünüm sunmaktadır. "Osmanlı
kültüründe egemen düşünce tarzı akılcılık değildir."
Osmanlılar inanç
insanlarıydı. Şeyhülislamların, imam ve hocaların söylediklerine körü körüne
inanma ve boyun eğme, Osmanlı tebasının belirgin
özelliği idi. Ona aktarılan bilgi ve davranış modellerini akıl süzgecinden
geçirmeden benimserdi.
Bilgi aktarımını
yapan hocaların İslam’ın özgürlükçü ve ilerici yorumlarını pek benimsemedikleri
bilinmektedir. İbni Sina, İbni Rüşd, Farabi gibi
adamlardan yol alarak din ilkelerinin önem ve yüceliğini kanıtlamaya çalışan
İslam filozoflarını Osmanlı "uleması" pek tutmamıştır. Bunların
yerine kayıtsız koşulsuz iman, inanç ve teslimiyeti salık vererek, aklın önemini
ikinci plana atan düşünürler ön plana çıkarılmıştır. Necmeddin Nesefi (XII y.y.) ve Saadettin Taftazani
(XV. y.y.) gibi Osmanlı olmayan iki düşünür, Osmanlı medreselerinin temel
başvuru kaynağı olmuştur. Bu iki düşünür ve özellikle Taftazani,
insanların aklını kurcalamaları yerine anlatılanlara iman ve itaat etmeleri
gerektiğini savunmuştur.
Söylenenler
aktarılanlar halifenin şeyhülislamı ve hocaları aracılığıyla olunca dini
doğmaların, siyasal ilkeler haline dönüşeceği açıktır. Tebaanın din duygularına
böylelikle felsefi gerekçeler getirilmiş, özgürlük bilinci ve akıl öğesi
ustalıkla unutturulmuş; düşünmeyen, sadece boyun eğen halk olgusu yaratılarak
kitleler tevekküle iletilmiştir. Bu yöntem, devlet bütünlüğünün sağlanmasında
belki savunulur bir tutumu belirleyebilir. Ancak "İslam alemi"nin
uygarlık yarışında bayrağı kaptırmasının nedenlerinden biri de yöneticilerin
insanların özgürlük bilincini yok etmeleridir. Özgür insan üreten insandır.
Değer üretme, özgür ortamlarda gerçekleşir. Akıl ve özgürlükle yeni değerler
yaratan uluslar uygarlık yarışında ön saflarda olurlar.
Osmanlı döneminde
dinin etkisi çok güçlüydü. Manevi boyutun tatmin yollarından en önemlisi
dindir. Ancak akılcı yaklaşımlardan uzaklaşınca karanlık güçler din duygusunu
sömürür. Bu nedenle dinle felsefe yan yana yürümelidir. Akıl sahibi olan
insanın dine ilişkin yorumları bizzat kendisinin yapması gerekir. Belli bir
kültür düzeyine ulaşmış insanların kulaktan dolma bilgiler, gelişi güzel okunan
kitaplarla yapılan mahalle ve köy imamının yorumlarına itibar etmesi,
geleneksel Osmanlı tebaasının tutumunu sürdürmek anlamına gelir.
"Laiklik"
Batı demokrasilerinin, dolayısıyla bizim de temel ilkelerimizin basında
gelmektedir, ama unutmayalım ki, kökeni rasyonalizme, akılcılığa dayanmaktadır.
Rasyonel tutum, bireysel plandan toplumsal hayata kadar her alanda yaşam
ilkesidir. Duyguların, tutkuların, safsatanın, nefretin, horlama duygusunun,
küçümsenmenin tutsağı olursak akıldışı tutumumuzla olumsuzluklar evreninde
boğulup gideriz. Laikliğin uygulanmasında da rasyonel olmamız gerekmektedir.
Rasyonalist Batı,
aklı devlet yönetimine getirirken başlangıçta sosyolojik açıdan akıldışı
(irrasyonel) bir tutum izlemiş, sosyal ve felsefi kimliğini unutarak din
karşısında olumsuz bir tutum almıştır. Büyük Fransız Devriminden sonra bir çok
din adamı giyotine yollanmış, manastırlar kapatılmıştır. III. Cumhuriyet
döneminde Fransa’da manastırların kapısına sürgü çekilmiş, din adamları
Hollanda’ya kaçmak zorunda kalmıştır. Daha sonra gizli bir şekilde yavaş yavaş manastırlar açılmış ve nihayet devlet yasa
değişikliği yaparak, sosyal ve fiili bir durumu yasallaştırmıştır. Fransa gibi
düşünce ve anlatım özgürlüğünün geniş olduğu bir ülkede, sosyal etkileşim ve
dengeler özgür bir ortamı gerektiriyordu.
Bu durumun farkına vararak,
özgürlükçü bir ortama geçmek, akılcı bir yaklaşımdır.
Laiklik uğruna verilen mücadelede manastır veya tekke ve zaviyelere seçenek
sosyal kurumlar getirilmeli, felsefe ve din felsefesi üzerinde çalışmalar
yapılmalıdır. Ülkemizde tıpkı bir zamanlar Fransa’da olduğu gibi
"taassubun" üzerine sadece yasak ve yasaklarla gidilmiştir. İşe
yaramadığı açıktır. Hala bazı kesimler belli bir tarikata mensup olmakla
övünürler, tekkelerde ayinler yapılır. Sosyal ortam dikkate alınmadan yapılan
yasalar tepki doğurur. Ülkemizde bu tür yasalar ya da
düzenlemeler "irticanın" güçlenmesine
yardımcı olmuştur. Sorunu büyütmek ise dev boyutlara ulaşan "Cuma namazı
sonrası" gösterilerinin çoğalmasına, çarşafın artmasına yol açmıştır.
Dinin
"biçim" kısmı ile mücadele, öz ve içerik açısından önemli sonuçlar
getirmez. Biçimin üzerinde fazla durmadan öze ilişkin felsefî çalışmaları
devlet ve tüm ilerici güçlerin desteklemesi gerekir.