Giriş

Modernitenin
insanların mutluluğu ve gelecek adına 21 yy. sahillerinde karaya vuran
manzarası "Öfkeyle kalkan zararla oturur" özlü sözün dramatik hikâye
edilmesidir. Ortaçağın skolâstik felsefesine bir tepki hareketi olarak sistem
ve kurumlarını kuran Batı tefrite düşen "önceki kendisinden" kaçarken
ifrata sapmıştır. Siz buna yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş ta
diyebilirsiniz. Daha kötüsü Batının önünde "dolu"dan sonra dönüşü
olmayan "kara kış" vardır. Meğerki İslâm’ın baharına uyanmış olsun.
Çünkü insanın ihtiyaç ve beklentilerini karşılamaya yönelik, kendisine en uygun
şartların varlığına ihtiyaç vardır. Bu, yaşama, yaşayabilme ve huzurlu olabilme
mecburiyetinin gerekli kıldığı bir haktır.

İnsanların negatif
veya pozitif nicelikli sistemleri meydana getirmesinin ontolojik temelleri
nelerdir? Beşerî sistemlerden kapitalizmin bu dayandığı dinamiklerin bilinmesi
onun temellendirdiği modern yönetime yansıyan seküler boyutunun ve getirdiği problemlerin daha iyi
anlaşılmasını sağlayacaktır. Çalışmamızda, farklı bir yaklaşımla temel
duyguları ile insan, adalet kavramı ile yönetim konusu birinin bir diğeriyle
olan ilişkiler zincirinde incelenmektedir.

Evrenin Merkez
Noktası: insan

İnsan, bütün
hayvanlardan mümtaz olarak farklı bir mizaç ve kabiliyette yaratılmıştır. Bu
mizacından dolayı insanda çeşit çeşit meyiller ve
arzular meydana gelmiştir. Mesela, insan en güzel şeylere meyleder, ziynetli ve
süslü şeyleri arzu eder; insaniyete lâyık bir şeref ve yaşayışla üstün bir
hayat geçirmek ister. Bu bakımdan insan, hayatını devam ettirebilmesi için üç
temel duyguyla mücehhez kılınmıştır. Bu duygulara şeriatlar vasıtasıyla belli
bir hudud çizilse bile, yaradılıştan bir sınır
konulmadığı için, her birisi ifrat (çok aşırı), tefrit (geri) ve vasat
(denge-normal) olmak üzere üç mertebeye ayrılır. Bu temel duygular şunlardır.
(1)

a. Şehvet duygusu
(kuvve-i şeheviyye): İnsana menfaati ve faydası
dokunan şeyleri celb etmek içindir. Şehvet duygusu,
sadece cinsi temayülle ilgili bir duygu değildir. Yemek, içmek, uyumak ve
konuşmak gibi teferruatı da vardır ve bunların her birisinde üç mertebe söz konusu
olur. Şehvet duygusunun tefrit mertebesi "humud"
dur. Yani ne helal, ne de haram hiçbir şeye şehveti ve iştihası
olmamaktadır. İfrat mertebesi "fücur"dur ki, namus ve ırzlar payimal etmek, helâl-haram tanımadan her şeye karşı
şehvetli ve iştihalı olmak demektir. Bu duygunun
normal mertebesi ise, "iffet"tir. Yani helâle karşı şehvet duymak,
harama karşı ise şehvetsiz ve iştihasız olmaktır.

b. Gazap duygusu
(kuvve-i gadabiyye): İnsana menfaati ve faydası
dokunan şeyleri defetmek içindir. Gazap duygusunun tefrit derecesi "cebanet," yani korkaklık halidir. Korkulmayacak
şeylerden bile korkmak ve çekinmektir. İfrat derecesi ise,
"tehevvür"dür ki, ne maddî, ne de mânevî hiçbir şeyden korkmaz. Hiç
bir kayıt tanımaz. Bütün zulümler, anarşiler, isdibdatlar,
ihtilâller bu mertebenin mahsulüdür. Bu duygunun normali ise
"şecaat"tir. Yani dinî ve dünyevî hukuku için canını fedâ eder, meşrû
olmayan şeylere ise karışmaz.

c. Akıl duygusu
(kuvve-i akliyye): İyi ile kötüyü, zararlı ile
faydalıyı birbirinden ayırt etmek içindir. Aklın ise, tefrit hali "gabavet"tir. Yani hiçbir şeyden haberdar olamama, en
basit şeyleri bile anlayamama halidir. İfrat mertebesi ise "cerbeze"
olup, hakkı batıl, batılı hak gösterecek derecede aldatıcı bir zekâya sahip
olmaktır. Normal derecesi de "hikmet"tir. Yani hakkı hak görmek ve
ona uymaya alışmak batılı batıl olarak bilmek, ondan kaçmaya çabalamaktır.

Fakat insandaki bu
üç temel duygu Yaratıcısı tarafından sınırlandırılmayıp. İnsana verilen cüz-i
ihtiyarla terakkisini temin etmek için bu kuvvetler başı boş bırakılmıştır.
Bundan dolayıdır ki muamelâtta zulüm ve tecavüzler meydana gelir. Şu halde
cemiyet hayatında nizam ve asayişin sağlanması çalışmalarının semerelerine müdahale
edilmesi, fertlerde huzur ve saadetin temini ve tecavüz ve haksızlıkların önlenmesi
için, insan fıtratındaki bu sınırsız duyguların bir kayıt altına alınmasında
adalete muhtaçtır. Fakat bir ferdin aklı gerçek adaleti idrakten aciz
olduğundan, küllî bir akla ihtiyaç vardır. Tâ ki, fertler o küllî akıldan
istifade etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir
kanun da ancak İlahî dinler ve şeriatlardır.

İnsanlık tarihinde
ona yön veren sistemler İlâhî, kutsal, seküler olmak
üzere üç karakter arz etmektedir. Bunlar ilahî dinler, beşerî dinler ve beşerî
ideolojiler olmaktadır. Beşeri sistemlerden en etkili olanı liberalizm-kapitalizmdir.
İnsan, evrenin (âlemler, varlıklar, değerler) merkezinde ele alındığında,
varlığın kaynak amaç ve anlamlılığı daha iyi anlaşılacaktır. İnsanı bir bütün
olarak ele alıp onun bütün temel duygu·ihtiyaçları ile açılımını yaptığımızda
evrendeki yaratılmış herbir varlık ve değerin insanın
bu ihtiyaçları ile bir ilişkisi, hatta bunlarını birer karşılığı olduğunu
görürüz. Denilebilir ki, insan maddî-mânevi değerleri açılımıyla evreni; evren
aynı değer ve varlığıyla kodlandığında insanı oluşturmaktadır. Bu cümleden
yer-gök bütün varlığıyla insanla ilgili olduğu gibi din ve peygamberler de
bütün değerleriyle yine insanı yöneliktir.

Benzer şekilde
insanın tarihinden günümüze olagelen bütün değer-sistem organizasyonlar insanda
var olan temel duygu ve ihtiyaçların hayata yansımasından başkası değildir.
Diğer bir ifade ile günümüzdeki bütün değer-sistem ve organizasyonlar insanın
ilgili temel duygu ve ihtiyaçlarının bir şekilde açılımıdır. En azından
ihtiyaçlarına karşılık bulma yolunda cevap (karşılık) şubelerini ihtiyaçlarına
uygun formda tanımlamasıdır. Sosyolojik açıdan insanın düşer canlılardan
ayrıldığı en önemli husus, toplumlar ve toplumları oluşturan kurumları meydana
getirebilmesidir. Sosyal kurumların oluşması, insanların toplu halde
yaşamalarının sonucudur. Sosyalleşme de bu kurumlara bağlı olarak
gerçekleşmiştir. Buradaki yapılanmaların eksik, hatalı ve zararlı olmalarının
sebebi, kaynağının aciz, fakir ve zaaf yönleri ile "beşer" olması ve
insanın ilgili temel duygularının ifrat-tefrit sapmaları ile ilgidir. Öyle ise
insanın bir açılımı ve yapıp-etmeleri demek olan bütün beşeri yapılanmalar söz
konusu negatif özellikleri de beraberinde getirmesi kaçınılmazdır.

Temel duyguların
ifrat sapmasının seküler yapılanması: kapitalizm.

Liberalizme, bir
yönüyle İlâhî kökenli Hıristiyan dininin teologlarca beşerî din mesabesinde
kutsallaştırılması, bilâhare filozof-sosyal bilim adamları tarafından seküleştirilmesi denilebilir sekülarizm,
"dini bağımsızlık," "din-dışılık,"
"dünyevileşmek," "madde-yoğun olmak" anlamlarına
gelmektedir. Dünya hesabına insanın Allah’tan, nefis hesabına aklın kalpten,
kısaca maddî beklenti uğruna mânânın maddeden ayrılması demektir. İkili
ayırımın yanında belki de daha çok sekülerleşmedeki
temel espri, kalbin, nefis lehine; dinin dünya lehine; maneviyatın maddiyat
lehine eğilimli olması, zayıflaması ve asimile olması
ile zamanla mânevî dinamiklerin maddîleşmesi-dünyevîleşmesidir. Sekülarizm için mânevî alan, ancak bu yönüyle anlamlıdır.

İnsandaki temel
duyguların ifrat sapmasını belirleyen ana etkenlerden biri, yine onların bu
yöndeki eğilimleridir. Sınır ötesi olan ifrat sapmanın yöneldiği saha, insanın
daha çok hayvanî yönünün ön plâna çıktığı ve maddî objelere duyarlı olduğu bir
alandır. İnsanda var olan temel duygular vasat-denge durumunda olmaması halinde
ya tefrit ya da ifrat
sapması gösterecekleri tabiîdir. Özellikle ilgili duyguların mahiyetleri gereği
sınırlandırılmamış olmaması, bir potansiyel tehlikeyi de (ifrat sapması)
beraberinde taşımaktadır. Önemli husus, insandaki ilgili şehvet-gazap-akıl gibi
temel duyguların ifrat sapması sonucu fücur-tehevvür-cerbeze pencerelerinden
bakıldığında seküler kapitalizmin, totaliter
yönetimlerin ve materyalist felsefenin ontolojik kaynağını ve niteliğini daha
iyi anlamış oluruz.

Hemen belirtelim ki,
eğer bütün beşerî uğraşlar dünyevi ahenk, mutluluk ve tatmin ise, ifrat
düzlemindeki ilgili oluşum ve yapılanmalarda denge ve tatminin olamayacağı
eşyanın tabiatı gereğidir. Bu düzlemdeki değer, olgu, sistem ve
organizasyonların sunduğu her maddî yeni bir tatminsizliğin mukaddemesidir.
İnsanı tek boyuta indirgeyen seküler kapitalizm,
insanı tükettikçe mutlu olan ve sadece tüketmekle elde ettiği mutluluğu
maksimize etmeyi hedefler. Daha yoğun ve yüksek düzeyde tüketim idealinin
hayatın erdem ve ahlâki mutlulukla tamamlanan kalitesini düşürdüğünü söylemek
daha doğru olur. Daha iyi bir hayat, daha çok tüketim değildir. Bu olsa olsa kör bir hırs ve doyumsuz bir aç gözlülüğü körükler. Bu
sadece ruhlarımızı güçsüz kılar. Buna rağmen "ille de tatmin
olunacak" diye dayatılması durumunda, ilgili organizasyonlar tarafından
tatmin araçları yeniden tanımlamaya gidilir. Yeni tanımlama, öncelikle genel
amaçları "özel amaçlar" için araç konumuna indirger ve diğer taraftan
her değeri maddî tatmin için meşru olduğunun kesin hükmünü verir. Uygulamada,
yegane dayanak noktası olan maddenin, maddî kuvvetine istinaden materyalist
felsefenin "Kuvvetli olan haklıdır" fetvasına istinaden,, gazap
duygusunun tehevvürüyle, korkusuzca yürürlüğe koyulur. Maddî iktidarsızlık halinde
veya ortamın maddî kuvvete mukavemeti etkili olduğu durum ve alanlarda aklın
ifrat sapması olan cerbeze yoluyla, gerçekleri tersyüz ederek sabık amaca
ulaşmaya çalışılır. Nitekim daha işin başlangıcında, Batılı olmayan toplumların
Batılılar tarafından despot ve cerbezeye dayanan entrikalarla, acımasızca
sömürülmesi Batı kapitalizminin doğuşundaki anahtar rolü oynadı. Bu sömürü
düzeni kurulmamış olsaydı, yeryüzünün ilk sanayi toplumlarının Avrupa’da ortaya
çıkmaması mümkün olmayabilirdi de. İfrat sapması, insanda olan tabiî bir uç
nokta olmasıyla birlikte, sosyal yaşamda çoğu kere tefrit sapmasının oluşumuna
karşı bir tepki yapılanmasıdır. Karşı tepkiler rasyonel bir hareket olsa bile,
gerçekte irrasyonel ve bir hesaplaşmaya dayanır. Mesela bugünkü batı medeniyetinin
temelinde yatan hümanizm, gerçekte Ortaçağ Hıristiyanlığına ve skolâstik
felsefeye tepki olarak ortaya çıkmıştır. Seküler
süreçte aklın devreye girmesiyle insanı onurlandırma ve mutlu etme amacına
yönelen insanın Yaratıcısından koparılması nefsin etkisinde kalan aklın en
büyük cerbezesidir. Böyle bir cerbeze, insanın "ben"ini ön plâna
çıkartarak kendisinin bir ilâh olduğunu söylemiştir. Aklın ürettiği
maddî-bilimsel verileri dönüp akla ilahlığını ispat sadedine sunma işlemi, aynı
cerbezenin başka bir boyutudur. Ortaçağda, Hıristiyanlığın skolâstik felsefesi
aklı paramparça ederken, aynı medeniyetin çocukları, Ortaçağa reaksiyon olarak
inşa ettikleri modern çağda materyalist felsefe ile, bu defa da kalbi
paramparça etmek suretiyle ifratın başka versiyonunu sergilemişlerdir.
Yaratıcıyı yok sayma bahasına dünyanın merkezine oturtulan in-san, "mega
ideal" yerine "ego ideal" ile vaftizlenmesi
sonucu bir üretim-tüketim işlevinden ibaret "homo ekonomicus" derekesine düşürülmüştür. Yani insan
eşyaya sahiplenme yoluyla kendini ilâhlaştırırken, eşya ilâhının karşısında
kendisi eşya derekesine düşmüştür ki, ifrat sapmasındaki materyalist olguların
önemli bir açmazıdır bu.

Böyle bir seküler düzlemde insan merkez amaç olmanın gerisinde,
marjinal bir amaç düzeyinde kendini bulur. İnsan artık bir eşya, bir makine
parçası, üretim faktörü veya en fazla "homo ekonomicus"tur. Ancak diğer taraftan ifrat sapmanın
organize olmuş imtiyazlı seçkinleri (burjuvazi, filozoflar, idareciler) insan
için vaat edilen, ama bir türlü gerçekleşmeyecek olan yeryüzü cennetini, kısmen
de olsa kendileri çoktan yaşamaya başlamışlardır bile. Gerçekte örgütlenmiş bu
imtiyazlı seçkin azınlık, eski çapulculuğun ve despotizmin şekil
değiştirmesinden başkası değildir. Organik yapılanmaları farklı görünse de,
amaç hep aynıdır. Günümüz bilgi çağında, dünün toprak aristokrasisinin yerine,
sanayi sonrası "endüstriyel feodalizm"den söz edilmesi bu bakımdan
anlamlıdır. Görünen odur ki, bu tür sapma gösteren eğilimler daha çok halka
rağmen halkçı olan imtiyazlı seçkinlerin işine yaramıştır. Burada önemli başka
bir nokta, kapitalist toplumlar için burjuvazi sınıfın seçkinliği gibi,
kapitalist toplumların Avrupalı olmayan uluslar özellikle azgelişmiş üçüncü
dünya milletleri üzerinde benzer ayrıcalıklı bir yere sahip olmalarıdır. Buna
bir anlamda Batılı toplumlarının üçüncü dünya uluslarının imtiyazlı-burjuvazi
sınıfı da denilebilir. Fakat bu daha çok sosyal,totaliter ve emperyalist
devletler olarak ifade edilir.

Şu halde insanın
şehevî-fizyolojik ihtiyaçlarının ifrat sapması olan fücur durumunda organize
olan kesimin, daha çok burjuvazi sınıfının olduğunu söylemek mümkün. Burjuvazi,
gerek sınıfsal kökeni, gerek iştigal sahası ve yöneldiği amaçları bakımından
tepeden tırnağa laik ve sekülerdir. Laik ve seküler, yani dindışı bir dünyanın yeni ve güçlü sosyal
sınıfı. Bu sınıfın önündeki engellerin başında kilise ile özdeşleşmiş din
gelmektedir. Dolayısıyla kral, aydınlanmacı filozoflar ve burjuvazi ile kilise
arasında baş gösteren çatışma şeklinde ortaya çıkmıştır. Zaman sürecinde,
özellikle aydınlanmacı filozoflar ile "yüksek sınıf" statüsüne
sıçrama yapan burjuvazi sınıf arısındaki ilişkilerin önemli nitelikte
gelişmeler gösterdiği anlaşılmaktadır. Sermaye ve kazanç sahibi yüksek
burjuvazi hukuk, idare, ekonomi ve yönetim bilimlerinin temel esprisini maddî
mülkiyetlerini koruyan ve kazançlarını artırmaya duyarlı bir mantıkla
oluşturmuşlardır. Sermayenin tahakkümü ve yönlendirmesi bilim üzerinde
sermayedarlar lehine belirleyici rol oynamıştır. Yer yer
burjuvazi kılıklı filozoflar veya paranın satın aldığı bilim adamları
tarafından bilimin objektifliği yerine, çıkarın önceliğini tanıyan çalışmalar
ortaya konmuştur. Bunun sonucu olarak, politikada mezkûr amaçlar için bütün
araçlar meşru sayılırken, hukuk-insan onuru yerine servetin korunması esas
alınmıştır. Ekonomide, üretim uğruna insan bir üretim aracı kabul edilirken, sosyo-psikolojinin verileriyle insan aynı kadim amaç için
daha medenîce manipüle edilme yoluna gidilmiştir.
Daha genel ifadesiyle liberalizmin bir aşaması olan kapitalizm Avrupa
zihniyetinin derneklerinde doğmuştur. Bu zihniyet yeni devleti, yeni dini, yeni
ilmi, yeni tekniği ve yönetimi doğuran zihniyettir. Bu seküler
dünyevilik zihniyetidir, onu sonu gelmez bir egoizm ve serbestlik yoluna
fırlatıp atan. Bu zihniyet bütün kuvvetler karşısında inatlı şekilde nefsin
muhafaza ve idamesi ve değerlerini kendi irade ve fiillerine boyun eğdirmek
maksadıyla sonsuz bir ihtiras içindedir. Buna, "totaliter" hakkını
saklı tutan kuvvet iradesi denmektedir. Çünkü, kapitalizm sermayenin ve
sermayedarların hakim mevki tuttuğu rejim demektir. Şu halde gaye insanın
tatmin ve mutlu edilmesi değil, imtiyazlı seçkinler lehine makro ve mikro
organizasyon faaliyetlerinin objektif gayesini çıkar/kâr teşkil etmesidir.

Modern yönetimin
açmazları

Bilindiği gibi
toplum düzenini oluşturan temel sosyal kurumlardan biri idare yönetimdir. Bu
insanın "ünsiyet" yeteneğinin ma’şerileşmiş
biçiminin bir tezahürüdür. Toplum düzenini gerek iç, gerekse dış saldırılara
karşı korumak, güvenliğini sağlamak, çıkan ihtilâfları çözmek, en geniş
biçimiyle mevcut hukuk düzenini korumak üzere insanlar tarafından oluşturulan
bu sosyal kurum, zamanla devlete eş anlamlı kabul edilmiştir. İdare/yönetim,
hukukî yapı kapsamında amaçlara yönelmiş beşeri ve psiko-sosyal
özü olan bir süreçtir. Yönetim süreci olguların var olduğu durumlarda
yönetenler ve yönetilenler diye iki taraf vardır. Yönetimin kaynağı, amacı ve
uygulanma biçimi yönetim yapılarının niteliklerini belirler. Yönetimler
yapılarına göre farklılıklar gösterse de, genelde "adalet" ilkesinin
tahakkuku ile bütün boyutlarıyla toplum hayatının ahenginin sağlanması ana
amaçtır. Fakat yine de bu ana amacın zihniyet ve buna bağlı temel felsefeye
göre farklılıklar gösterdiğini söylemeliyiz.

İnsanın sosyal
hayattaki yapıp-etmeleri onun ne/nasıl gördüğünün düşünülmesi, düşünülenin
tanımlanması, tanımlananın bu doğrultuda uygulanmasından başkası değildir.
Benzer şekilde varlık, hayat ve eşya; tanımladıkları kaynağa göre anlam ifade
eder ve fonksiyon sergiler. Bir takım norm, ilke olgular örgüsünden meydana
gelen yönetim de, sözü edilen kaideden âzâde değildir. Günümüzde yaygın olan
"modern yönetim"in kaynağının seküler
kapitalist zihniyet olduğuna göre bunun getireceği sonuç ve sorunların nitelik
boyutları da bu doğrultuda olacak demektir. Şayet insana bir "homo ekonomicus", "homo politicus" anlamında
veya sonu "hayvan"la noktalanan tanımlamalar getirilmiş ise sosyal
hayattaki insana yönelik uygulamaların bu "kaziye" şablonunda olacağı
açıktır.

Sözü edilen seküler şablon çerçevesinde modern yönetimin amacı,
birilerinin hesabına yeryüzünde mutlak bir tatminle yeryüzü cennetinin
gerçekleştirilmesinin organize edilme işleminin üstlenilmesidir. Ancak seçkin
azınlık zümresini saymadığımızda sabık cennet aşkına insanların kahır
ekseriyeti cehennemî bir azabın ateşini ruhlarında hissetleri görülmektedir.
Modern yönetimin idari-ekonomik gereklilikleri ile daha da şiddetlenen yeni emperyal/ırkçı ideolojiler elâstikiyete bağlı ve
evrenselcilik örtüsüne sahip yumuşak (sosyal-totaliter) görüntüsü ile
organizesiz kitlelere kadar yaygınlaşan bir dinamizme kavuştuğu doğrudur. Dîni nizamın
yıkılıp, ırkçılık hareketinin canlanmasının ilk neticesi, Doğu ile Batı
arasında veya Avrupa ile diğer kıtalar ve bölgeler arasına, "ari ırk" diğer ırklar arasına kesin bir hat çizilmesi
oldu. Avrupalılar bu hattın gerisinde kalan ülkelerde yaşayan insanlardan
kültür, medeniyet, ilim ve edebiyat açısından üstün olduklarına inanıyorlardı.
Avrupalılar hakim olmak ve yönetmek için; diğer milletleri de onlara boyun
eğmek, onların emirleri yerine getirmek için yaratılmıştı. Avrupalılar
varlıklarını sürdürüp gelişecek; diğerleri ise yok olup tarihe karışacaktı.
Bugünkü İslam coğrafyasının kanlı sancılarının göbek bağı bu ırkçı/ emperyal zihniyetle ilişkilidir.

Modern yönetim
yapısı gereği insanı, mânevî boyutundan soyutlanmış tek boyutlu bir varlık
olarak muhatap alır. Daha çok mutlu olmak için daha çok üretim ve tüketim onun
ana hedeflerindendir. "Kıt kanaat kaynak"lar diye dünyanın
materyallerini belirleyerek "optimum bileşimle" ancak "maksimum
kâr" elde edebilmek diye bilimsel tanımlamaların zıddına insanları
"Tüketin ha, tüketin!" yarışına sokması, kendi içinde düştüğü önemli
bir çelişki ile birlikte tam bir hikmetsizlik örneğidir. Bu uğurda her şey
cerbeze mantığına dayanan politikalarıyla meşrudur. Dayandığı dinamiklerin
gereği olarak insanları tüketime sevk ederken, tükettiği pastanın bir diliminin
eksilmemesinin sigortasını anne rahmindeki çocuğun katlinde görmektedir. Bu
bakımdan doğum kontrolünü, nüfus planlamasını gerekli kılan düşünce nüfus
artışıyla gıda üretimi arasındaki ters gelişmenin doğurduğu sonuçlar değil, her
şeyiyle dünyaya âitmiş gibi yaşayan insanların refahı ve zenginliği
başkalarıyla paylaşmaya yanaşmalarındadır. Her yeni doğan çocuk yeni bir
boğazdır ve bu, dünya pastasından bir pay almayı ister. Dünya nüfusunun ancak %
15’ini oluşturan bu emperyal güçler, dünya
kaynaklarının tam % 80’ini sömürmektedirler. İşte bu durum, "hak"
olgusuna kodlanmış adalet mihengini çatlatan, sosyal adaletin esâmesinden uzak seküler modern
yönetimin tam bir kahredici harikasıdır.

Önemli başka bir
konu modern yönetimi, tabiatı, kendisinden yararlandığı halde, ama kendisine
karşı sorumlu olan bir yardımcı gibi görmekten çok her an kuralsızca
yararlanılan, kendisine karşı hiçbir yükümlülük duygusu beslenmeyen düşük
konumda bir varlık olarak görmüştür. Zorluk şurada: Kuralsızca kullanılan
tabiatın durumu günden güne daha fazla keyfi uygulamalara cevap vermeyi
imkânsız kılmaktadır.(15) Çevrenin merkezinde yaşayan insan kendisine fatura
edilen zararın derin yaralarını bütün benliğinde hissetmektedir.

Modern yönetimin
çatısı altındaki topyekûn insanlık büyük sosyal hayat
düzleminde çatışma, gerilim ve güvensizlik içerisindedir. Kendine, değerlerine
ve çevresine yabancılaşan insan yine başta kendisi olmak üzere, maddî-mânevî
çevresiyle çatışma halindedir. Burada sosyal risk, ferdin maddî varlığına
yönelik olmakla birlikte ferdin din ve namus gibi değerleri de onun varlık
bütününü oluşturduğu kabul edilmekte ve onlara yönelik tehlikeler de birer
sosyal tehlike olarak görülmektedir.(16) Bu yönüyle de toplum fertleri büyük
bir güvensizlik içindedirler. Güven duygusu, herhangi bir güvenceye bağlı olan
ruh halidir. Güvence, ona bağlılık devam ettiği sürece güven duygusu olarak devam
eder.(17) İnsan için, kendisine temin edilen ekonomik ve sosyal haklar güvence
olabilir, ancak bu tür güvenceler geçici olduğu gibi insanın karmaşık ve
sınırsız ihtiyaçları karşısında yetersizdirler. Bugün birçok kişi, modern
hayatın kaba zevkleri ve eğlencelerini yavaş yavaş
beğenmemeye başlamıştır. Bundan başka işlerini, tasarruflarını, servetlerini,
varlık sebeplerini yitirme endişesinden kurtulamıyorlar. Fertler içinde
bulundukları güven ihtiyacından tatmin olamadıkları gibi, sosyal sigortacılara
rağmen daima endişe duymaktalar. Daha da kötüsü düşünme kabiliyeti olanlar, çok
defa bedbaht oluyorlar.(18) Demek, güven duygusu, insan için ekonomik garanti
olmaktan da öte daha kapsamlı bir duygudur. Bir sosyo-kültürel
çevreye uymaktan doğan kendine güven duygusunu da içerir.

Şu halde gelişen
teknolojinin insan yararına kullanarak onu mutlu etmek için, o teknolojiyi
kullanan yönetimin temel zihniyetinin, ruh halinin hayata ve eşyanın tabiatına
ayak uydurduğunu, insanın mutluluğunu dikkate aldığını söylemek mümkün
değildir. Çıkarcılığı ön plâna alan seküler yönetim
anlayışı insanı bütünü ile kavranmasını engellemektedir. Bu bakımdan insanın
bütün problemlerini çözememektedir.

İnsanın maddî
varlığı yanında ruhsal varlığının da bulunduğu gözden kaçırılmaktadır. Günümüz
maddî hayatında, mânevî değerlerin mahkûm olması sebebiyle; insanların ruh
dünyalarına nüfuz edilemediği bir gerçektir. Ruh sağlığına sebep olan
sıkıntının gerçek sebeplerden biri de, insanda tabiî olarak var olan ruhî
fonksiyonun âtıl kalması ve dolayısıyla yaşayışta dengesizliğin baş
göstermesidir. (19) Manen yorgun bu insanlar, maddî doyumu sağlasalar bile
ruhsal doyumda büyük boşluk yaşamaktadırlar. Ekonomik ve sosyal gelişme kadar,
insanın ruhî ve moral gelişmesi de önemlidir. Gerek kişilerin ve gerekse
toplumların, hayatın türlü zorluklarına karşı direnme ve dayanma güçlerinin
yükseltilmesi, morallerinin yüksek tutulabilmesine bağlıdır. Bu ise kişinin
moral hayatının önemine, kişiliği tamamlayıcı kuvvetine inandırılması ve
inanması ile sağlanabilir.(20) Demek oluyor ki, moral zihni ve his heyecana
dayanan bir ruh hali olup, ferdin ve toplumun mensubu olduğu idare ve
organizasyonlara olan his ve düşüncelerini ifade eder. Sağlığının bozulmasına
sebep olan seküler dayatmalar ve rasyonel yargılar
morali düzeltmesi mümkün değildir. İnsanın mânevî boyutunun dikkate alınmaması
insanların yabancılaşmalarını doğurmuştur. Yabancılaşma endüstriyel ve
kapitalist toplumun meydana getirdiği insanları insan haklarından uzaklaştırma
tehlikesiyle ilgilidir.(21) Modern yönetim gelenek, din, ahlâk ve hukuk
değerlerini elimine etmiş; kutsal bilinen ne varsa, hepsini dağıtmış ama;
yerlerine geçip kendisi kurulmuş; artık teknoloji
kutsallaşmıştır. Yabancılaşma, kısaca anlam yokluğudur. Neyi niçin yaptığının,
hatta niçin yaşadığının anlamını kaybetmesi veya böyle bir anlam ve amaçtan
yoksun olması, insanın tam bir anlamsızlık ve hedefsizlik içine düşmesidir.(22)
Halbuki eşyanın amacı konumunda olan insan iktisadî faaliyetlerin ölçüsü
olmalıdır. İnsan ikinci plâna itilip bir araç seviyesine düşürülmemesi
gerekirdi. Oysa insan kendisinin oluşturduğu dünyada yabancıdır. Çevreyi ve
eşyayı kendisi için teşkilatlandırmayı bilememiştir. Çünkü kendi tabiatına dair
muhtevalı bilgisi yoktur. Dolayısıyla modern insan kendisine "birlik-bütünlük"
içerisinde bir yaklaşımla yönelmemiştir. (23) "Hayatın amacı, hayat ve
gelecek nedir?" gibi mânevî sorunlara ilgisiz olan tiplerin büyük ve
sürekli değişen bir egoları vardır, ama hiçbirinde kendilerine özgü bir benlik
ve kişilik yoktur. Bunun sebebi, insanların şahsiyetsiz bir araç gibi
düşünülmesi ve kişiliklerin bürokratik ya da ekonomik
büyük güçlere bağlı olmasıdır. Modernitenin seküler aygıtları arasında ezilen ve ruhsal bunalımlara
düşen yönetilen kesimin yöneticiler tarafından anlaşılmaması problemini
doğurmuştur. İnsanlar "kaygı çağı, "şok çağı"nın çağrışımları
arasında büyük gerilimler yaşamaktadırlar. Genelde gerilimin büyük bir bölümü
"kaygı" faktöründen kaynaklanmaktadır. Korku, çatışmalar, özel
yaşamdaki önemli değişiklikler, hızlı acımasız değişim ve geçim baskıları,
insanların sağlık ve mutluluklarını tehdit edici düzeyde gerilim
doğurmaktadır.(24)

Sonsöz

Yönetimin ana amacı
hayatın uyumlu, insanın mutlu olması ise bu, ancak adaletin gerçekleşmesi ile
mümkün olabilir. Öyle ise adalet mefhumun mahiyeti ve kaynağı önemli
olmaktadır. Ortaçağ zihniyeti tefrit sapmasının humud-cebanet-gabavet durumlarının
temerküzü olan skolastik bir adalet anlayışına sahipti. Modernizm
tefrit sapması (Ortaçağ zihniyeti) karşısında ifrat sapmanın (modern çağ
zihniyeti) fücur-tehevvür-cerbeze durumlarına kodlanmış seküler/profan bir adalet anlayışına sahiptir. Böyle bir adalet
anlayışına sahip sistem-yönetimi, olması gereken beklentilere cevap
veremeyecektir nitekim verememektedir de. Çünkü dayandığı dinamiklerin ve
bunlardan sudur eden "adalet" anlayışı, böyle bir kabiliyete sahip
değildir. Çünkü tefrit ve ifrat sapmasının "denge"sinin olmadığı
için, "denge"nin olmadığı bir anlayıştan adaleti gerçekleşmesi
beklenilemez. Tam tersi böyle bir adalet anlayışının yönetim olarak
üzerimizdeki varlığı kurdun sürüye çoban olmasının ta kendisidir. Adaletin
varlığı tefrit ve ifrat sapma ile ilgisi olamayan vasat denge sistemi ile
ilgilidir. "Böyle bir vasat denge sistemi vasat-dengede iffet-şecaat-hikmet
durumlarının bileşimi olan adaletin varlığını gerekli kılar. Bu adalet (iffet-şecaat-adalet)
anlayışının diğer bir ifadesi "sırat-ı müstakim," yani İslâm dinidir.
İslâm "Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden
sakınmaktan ibaret olan ibadetle" temel duyguları intizam altına alıp
vasat dengede anlamlandırır. Bu yüzden Kur’ân’ın ana
hatlarıyla üzerinde durduğu dört husustan birisi de "adalet ve
ibadet"tir. Burada "adalet ve ibadet" tek sık halinde birlikte
belirtilmiş olması oldukça mânidardır. Çağın insanı, vasat denge sisteminin
engin manidarlığına uyandırılmayı beklemektedir.

Dipnotlar

1. Bediüzzaman, S. Nursi, İşârâtü’l-îcaz, Sözler Yayınevi,
İstanbul, 1978, ss. 24, 93.

2. Süleyman Akdemir, İnsandan Devlete, s. 160.

3. M. Ali Yülek, "Modern İktisat ve İnsan", İktisat ve İş
dünyası, 15 Eylül 1993, İstanbul, s. 49.

4. Ali Bulaç, "Din Dışının Seküler Sitesinde," Bilgi ve
Hikmet, Sayı 6, Bahar 1994, İstanbul, s. 13.

5. Poul Harrison, Üçüncü Dünyanın Batılılaştırılması, Pınar
Yayınları, İstanbul, 1990, ss. 30-31.

6. Ali Şeriati, Toplum Bilim Üzerine, Bir Yayınları,
İstanbul, 1988, s. 75.

7. Mustafa Özel, "Sanayi Sonrası Feodalizm," İktisat ve İş
Dünyası, Sayı 9, 1993, İstanbul, s. 4.

8. Bulaç, a.g.e., s. 9.

9. Orhan Tuna, Sosyal Siyaset, İktisat, Fakülte Matbaası, s.
222.

10. Ergin Feridun, İ. Yayınları, İstanbul, 1950, s. 91.

11. Akdemir, a.g.e., s. 164.

12. Kemal Tosun, İşletme Yönetimi, İşletme Fakültesi
Yayınları, 1984, s. 5.

13. Ebul-Hasan En-Nedvi, Müslümanların Çöküşüyle Dünya Neler
Kaybetti?, Bir Yayınları, İstanbul, 1986, s. 314.

14. Bulaç, 1990, s. 68.

15. S. H. Nasr, İnsan ve Tabiat, Çeviren N. Avcı, İstanbul:
Yeryüzü Yayınları, 1982, s. 15.

16. F. Beşer, İslâm’da Sosyal Güvenlik, Diyanet Yayınları,
s. 167.

17. Z. Sabuncuoğlu, Çalışma Psikolojisi, Uludağ, İ.
Yayınları, Bursa, 1987, s. 78.

18. A. Carrel, İnsan Denen Meçhül, Yağmur Yayınları,
İstanbul, s. 38.

19. A. Doğru, İnsanın Sosyal Bunalımı, Timaş Yayınları,
İstanbul, s. 31.

20. N. L. İslâm, Hürriyetin Alfabesi, Yeni Asya Yayınları,
İstanbul, 1977, s. 68.

21. P. Esin, İş Bölümü, Yabancılaşma ve Sosyal Politika,
Ankara, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1982, s. 106.

22. B. Atalay, "İktisadi Kalkınmada Geleneksel Değerlerin
Yeri," İktisadi Kalkınma ve İslâm, İstanbul: İslâmî İlimler Araştırma Vakfı
Yayınları, 1978, s. 99.

23. Carrel, a.g.e., s. 147.

24. K. Albrecht, Gerilim ve Yönetici, Çeviren K. Tosun ve
diğerleri, İstanbul İşletme Fakültesi Yayını, 1988, s. 2.