1. Türk toplum
hayatına laikliğin girişi

Bilindiği gibi, İslâmda (en azından tarihî Sünnîlikte) Batı tarihinde
olduğu anlamda teokrasi yoktur. İslâmda aslolan, her türlü icraatın Kur’ân’ın
açık hükümlerine ters düşmemesidir. Türk devleti geleneği de buna dikkat etmeye
çalışmıştır. Dolayısıyla, bu gelenekte din konusunun bir din problemine
dönüştüğü zamanlar yok gibidir. Daha yumuşak bir deyişle, din-devlet ilişkisi
alanında çözülemeyecek ciddî problemler ortaya çıkmamıştır.

Türk yönetim
anlayışı, tarihî seyir içinde oldukça gerçekçi ve pratik-pragmatik
davranmıştır. İçtihad, örf, ferman ve yeni kanunlar
ile hatta bazen Şeriatı oldukça geniş yorumlayarak ortaya çıkan problemleri
çözmeye çalışmıştır. Başta şeyhülislam olmak üzere, ulema sınıfının yönetim
sistemi içinde yer alması, burada belirleyici baş faktör olmuştur. Bu, Türk
siyaset tarihinde "devlet sistemi içinde din" anlayışının kök
salmasının da başlıca sebeplerinden biri, belki de en önemlisidir.

Aynı anlayış ve
uygulama, çok farklı bir çerçeve içinde de olsa, modern Türkiye Cumhuriyetine
de miras kalmıştır. 1921 tarihli Teşkilât-ı Esasî Kanununun ikinci Maddesi,
"Devletin dini dîn-i İslâmdır" diyor;
Yedinci Madde ise "ahkâm-ı şer’iyyenin tenfizi"nden söz ediyordu. Fakat 1924’ten itibaren
yasama alanında köklü değişiklikler gerçekleştirildi. Önce Şer’iyye
ve Evkaf Vekâleti kaldırılarak, çok daha sınırlı fonksiyonlu bir Diyanet İşleri
Başkanlığı kuruldu (429 Sayılı Kanun). Bunu Tevhid-i
Tedrisat Kanununun kabulü, hilafetin lağvı, v.s. takip etti. Bütün bunlar
laiklik için güçlü bir zemin hazırlığı sağladı. 1928 yılında yukarıda adı geçen
ikinci ve yedinci maddeler yasadan çıkarıldı. 1937’de ise, laiklik, diğer bazı
yeni maddelerle birlikte Anayasaya dahil edildi.

Bu kadar kısa süre
içinde gerçekleştirilen bu köklü yasal değişikliklerin çok kolay olduğu
söylenemez. Her değişiklik, başarılı olmak istiyorsa, "istikrar içinde
değişme" şeklinde ifade edilen sosyoloji ilkesini dikkate almak
zorundadır. Pek çok Türk aydınına göre bu değişmede "istikrar
unsurları," "değişme unsurları"na nazaran zayıf kaldı ve değişme
bir "inkılâp"tan ziyade bir "ihtilâl" görüntüsü verdi.
Fakat istikrar unsurları büsbütün de yok değildi. Meselâ, Diyanet İşleri
Başkanlığının genel idare içinde yer alması hem topluma bir güven veriyor, hem
de bir geleneği, çok farklı bir şekil ve muhteva içinde de olsa, devam
ettiriyordu. Din konusunun din problemi haline gelmesi bu değişikliklerden
ziyade, yönetici kadronun bazen laiklik, bazen da başka amaçlar uğruna din
karşısında takındığı genel tavırdan kaynaklanıyordu. Meselâ ezanın Türkçe
olarak okunması üzerinde ısrar edilmesi, laikliğin Anayasaya girmesinden çok
daha fazla dikkat çekmiş, tahmin edilmesi güç kırgınlıkların, yabancılaşmanın,
devletten soğumanın ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Çünkü ezan, evrensel
boyutta bir dinî sembol idi ve geniş halk kitlesinde teolojik önemi ile
kıyaslanamayacak bir değere sahipti. Buna benzer başka uygulamalar da vardı ve
onların tamamı şu veya bu yolla laiklik kavramıyla ilgiliydi.

2. Niçin laiklik?

Türk toplumu, adına
"laiklik" denmese de onu andıran bazı uygulamalara tâ başından beri,
ama özellikle Tanzimattan sonra âşina idi. Aslında
benzer uygulamalar, çok sınırlı bir alanda da olsa, tarihî İslâm
topluluklarında hep var olmuştur. Bugün de kanunlarında "Devletin dini İslâmdır" ibaresini muhafaza eden pek çok İslâm
ülkesinde bazı uygulamalar ve onları destekleyen kanunlar bir anlamda
"laik"tir. Türkiye bu konuda hem daha ileri gitti, hem de-belki de
dürüst davranarak-adını koydu. Gerek ad koymada, gerek köklü değişmelerde
görülen ve zaman zaman da şiddetle eleştirilen bu
aceleciliğin sebepleri nelerdi?

a) Modern Türkiye,
Cumhuriyetin kuruluş döneminde, çok sık tekrarlanan bir ifadeyle,
"asrîleşmek" zorundaydı. Bu zorunluluk iki asra yakın bir süreden
beri zaten kendini hissettiriyordu. Fakat bu alanda bir türlü başarılı
olunamıyordu. Bunun pek çok sebepleri vardı ki, bunlar arasında belki de en
önemli olanı, topluma hâkim geleneksel din anlayışı ve bu anlayışı
müesseseleşerek sürdüren eğitim öğretim sistemiydi. Mustafa Kemal’in ifadesiyle
"asrileşmeyi kâfirlik zannedenlerin önüne geçmek
gerekiyordu, çünkü asıl kâfirlik onların bu zannıydı." İslâmlar bu zan
yüzünden geriliğe mahkûm edilmişlerdi. Bunun önüne geçmenin
tek çaresi "din işleri ile devlet işlerinin birbirinden tefriki"
demek olan lâikliğin bir devlet ilkesi olarak kabul edilmesiydi.

Öyle görünüyor ki,
laikliğin hararetli taraftarlarından bir kısmı ince bir ayırımı yapmada
başarılı olamadılar: "Terakki"ye (son bir buçuk asrın en büyülü
kelimesi) mânî olan dinin, yani İslâmın kendisi
değil, varlığını toplum hayatının önemli bir kesiminde duyuran din anlayışı
idi. Bunun böyle olduğunu Atatürk de açık açık
söylüyordu. Ona göre, "İslâm akla, ilme ve fenne tam anlamıyla tetabuk
etmekteydi; onun için de en son ve en mükemmel din idi." Ama bu başlangıç,
daha sonra bazı aydınların din karşısında olumsuz bir tavır takınmasını ortadan
kaldırmaya yetmedi. Onlar, aydınlamanın ve pozitivizmin etkisiyle laik olmayı,
"akla ve bilime uyma" olarak tanımlamada ısrar ettiler. Özel hayatın
dışında fonksiyon görme talebinde olan dinî tavrı da-ki İslâm böyle bir tavrı
gerekli kılmaktaydı-gericilik (irtica) olarak gördüler. Kanaatimce burada zaten
yavaş yavaş yerleşmekte olan bir sekülerleşme
süreci zorlandı ve "laiklik" gittikçe bir "izm"e,
bir "laikçilik"e dönüştü. Bu dönüşün de her
gün artan ve bugüne kadar devam eden bir gerginliğe sebep olduğu görülmektedir.

b) Laikliğin
kabulünü hızlandıran bir başka önemli sebep de içeride ve dışarıda "millî
bir politikayı" uygulamayı âdeta kaçınılmaz hale getiren siyasî durumdu.
Siyasî ümmetçilik bitmeliydi. Yeni rejim ona kapı açabilecek olan, hatta onu
hatırlatabilecek olan "din yolu"nu tıkamak zorunda idi. Bu da sadece
siyaset alanında değil genel kültür alanında bir "inkılabı,"
bazılarına göre bu aslında bir "ihtilal"i gerekli kılıyordu. Dilde
arındırma faaliyeti, Türkçe ezan ve-başarısız olunmasına rağmen-Türkçe namaz,
bu milliyetçi projenin kültür alanında yer almaktaydı. Biraz önce söylediğim
gibi, bu teşebbüs, o günlerde açığa vurulamayan çok büyük ve derin bir tepkiye
sebep oldu. Tepkinin sosyal ve siyasal etkilerinin tam olarak görülebilmesi
için 1950’lere kadar beklemek gerekecekti.

Millî politika,
İslâm dünyasından ziyade Batıya yönelik oldu. Aslında, daha sonraki yıllarda
Türk hükûmetlerinin dış politikada bazı İslâm
ülkeleri aleyhine olacak şekilde Batıyı desteklemeleri hariç tutulursa, Batı
istikametli politikanın kamu bilincinde ciddî bir huzursuzluk yaratmadığı
söylenebilir.

c) Laiklik, topluca
söylenecek olursa, din ve vicdan özgürlüğünü güvence altına almanın da şartı
olarak öne sürülmekteydi. Bunu ise ibadet, her türlü yazılı ve sözlü ifade,
eğitim, öğretim, propaganda, örgütlenme, v.s. gibi özgürlüklerin izlemesi
gerekmekteydi. Bunların bir kısmının Türk toplum hayatına girmesi kolay oldu;
bir kısmı ise sosyal sıkıntılara sebep oldu.

3. Uygulamada
görülen olumlu ve olumsuz yanları ışığında yeni bir anlayışa giriş.

Bir asra yaklaşan
ve kanaatimce oldukça olumlu sonuçları da olan Türk laiklik tecrübesi, bugün
bünyesine yeni unsurlar katmak, kendisini zenginleştirmek ve dolayısıyla
yeniden formüle etmek durumundadır. Türkiye’nin demokratik ve laik tecrübesi
din ve devlet ilişkisi konusunda başka hiçbir İslâm ülkesinde görülmeyen bir
"açıklık" getirmiştir. Ilımlı laiklik anlayışı, toplumun çok geniş
bir kesimi tarafından benimsenmiş durumdadır. Günümüz için geçerli olabilen ve
bu arada her türlü yeni oluşma ve gelişmeye de açık bulunan bir din-devlet
ilişkisine ve laiklik uygulamasına doğru yol alabilmenin kendimce uygun
bulduğum şartlarını şu şekilde sıralayabilirim.

a) Türkiye’de
devlet yapısı zaten liberal-minimal bir devlet olma yönünde ilerlemektedir.
Buna paralel olarak Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili uygulama iki yönde
gelişebilir. Özerk bir kurum şeklinde yeni bir yapılanmaya gitmek. Yahut
tedrici bir sûrette diyanet hizmetini bir amme hizmeti olmaktan çıkarmak. Sonuç
olarak "devlete bağımlı din" uygulamasından tamamen vazgeçmek.

Bunun önemli
güçlükler doğurabileceğini tahmin etmek o kadar güç değildir. Dinî konularda
ihtilâflar büyüyebilir. Yeni ihtilâf konuları icad
edilebilir; bütün bunlar sosyal ve siyasal hayatımızda bir takım sıkıntılara
yol açabilir. Bu arada farklı eğitim-öğretim modellerine göre düzenlenmiş özel
kurumlar (ilkokuldan üniversiteye kadar) oluşturabilir. Bütün bu yeni durumlar
karşısında devlet, Batı ülkesindeki bir devlet benzer durumlarda nasıl hareket
ediyorsa öyle hareket edebilir. Türkiye’de devlete bağımlı din modelinden,
Diyanet İşlerinin personel sayısından ve bütçesinden şikayet edenlerin bütün bu
noktaları dikkate alarak görüşlerini formüle etmeleri gerekmektedir.
Unutulmaması gerekir ki, "devlete bağımlı din" uygulamasından devlet,
hizmet için maddî katkı sağlıyor, ama aynı zamanda dinî hayatı belli ölçüde
kontrol altında tutuyor. Hükümetler, kendi siyasetlerine uygun atamaları
yapabiliyorlar. Hatta zabıta tedbiri görevini üstleniyorlar. Devletten bağımsız
din modelinde bunların hiçbirinin yapılması düşünülemez. Kısacası, Türkiye
mevcut uygulamasına seçenek oluşturabilecek uygulamaları enine-boyuna düşünmek
zorundadır.

b) Laiklik bir
devlet "ideolojisi" (izmi) değil, bir
devlet "tutumu" olarak görülmelidir. Devlet, bu tutumunu nötr bir
sivil alanda gösterir ve kendisini dar ve katı anlamda hiçbir ideoloji ile
tanımlamaz. Çeşitli ve farklı düşünce ve inanış çevresinde toplananların ve
yaşayanların birlikte varolmalarının şartlarını hazırlar ve bu alanda alınmış
olan tedbirlere uyulmasını sağlar.

Kanaatimce, liberal
ve demokratik kültür, Türkiye’de zenginleşip daha geniş toplum katmanlarına
yeni kökler saldıkça bu tür bir din-devlet ilişkisi ve dolayısıyla laiklik,
basamak basamak gelişme imkânı bulacaktır. Ancak o
zaman dikkatleri üzerinde toplayan "yeni bir model"in varlığından söz
edebileceğiz.