Bilindiği gibi dış aleme
yansıyan her eylem temelinde düşünsel bir kök ve birikim taşır. Düşüncelerin birikerek
eyleme dönüştüğü tezinin İslamî literatürde destekçileri ve savunucuları olduğu
gibi, Batı medeniyetinin yetiştirdiği düşünürlerde de yansımaları görülür1.

Dışa yansıyan her eylem, işlem veya
ürün zihinsel duygusal birikimlerin bir sonucudur. Söz konusu birikimler ise
köklerini inançlardan, değer yargılarından, olgulara yöneltilen yaklaşım
biçimlerinden alırlar. İnançlar ve değer yargılarının temel çerçevesi ise ya
kâinatın ezel ebed ortasındaki gaybî pozisyonunu tanımlayan ilahî dinlerin
oluşturduğu bilgi çerçevesinden ya da beşerin akla dayalı yaklaşımlarla
oluşturduğu felsefelerden kök alarak meydana gelecektir.

Dış dünyaya ürün olarak
yansıyor olması itibariyle sanatın da dayanmak zorunda olduğu bir düşünsel
çerçeve vardır. Konumuz "İslam/Sanat/Batı Medeniyeti" üçgeni
içerisinde bir tartışmayı içerdiğine göre ortak kavram "sanatın"
İslâm ve Batı Medeniyeti açısından düşünsel çerçevesinin tartışılması
gerekecektir.

İslam, sanatı nasıl algılamakta
ve bu kavramı nasıl yorumlamaktadır? Aynı soru açısından Batı medeniyetinin
daha doğrusu bu medeniyeti oluşturan felsefi çerçevenin konumu nedir? Bu iki
farklı algı ve yorum kaynağının sanata etkisi ne olmuştur? Hatta "olması
gerekenle" "olan" arasında bir farklılık varsa bu, neden
kaynaklanmıştır?

Yukarıdaki sorulara cevap
ararken dikkate alınması ve sorgulanması gereken bazı hususlar vardır. Söz
konusu karşılaştırma yapılırken kullanılan iki faktör birbiriyle benzer cinsten
değildir. İslam beşerî yansımalarından soyutlanmış şekliyle dindir. Batı
medeniyeti ise kökünü beşer aklının ürettiği felsefi akımların
ilişkileşmesinden alan bir yansımadır. Vurgulanmalıdır ki İslam’ın taşıdığı
mutlak mükemmel çerçeve ile bu dinin bazı yorum farklılıklarıyla yansıdığı
İslam medeniyetinin sahip olduğu çerçeve en azından birkaç asırdan beri
birbiriyle tam bir uyum sergilemez. Bu nedenle İslam’ın sanat üzerinde
"gerekli" etkisi ile, İslâm toplumlarında sanatın gelişimi aynı
paralelde gitmez. Bizim karşılaştırdığımız, İslam medeniyeti ile Batı
medeniyetinin sanat kavramına tutumu değildir. Yine biz İslam ile
Hıristiyanlığın sunduğu düşünsel çerçevenin sanata etkisini de tartışmıyoruz.
Bizim tartıştığımız saf din olarak İslam’ın ve felsefî akımların etkisindeki
Batı medeniyetinin sunduğu düşünsel çerçevenin sanata etkisidir. Bu durum göz
ardı edildiğinde teorik düzeyde yapılacak karşılaştırmanın sonuçları bir
yanılgı olduğu izlenimini kaçınılmaz kılacaktır.

Üzerinde durulması gereken bir
diğer husus kökü Arapça olan "Sanat" kelimesine yüklenen anlam
çerçevesi ile Batı tarafından kullanılan "art" kelimesinin anlam
çerçevesinin farklı olduğu gerçeğidir. Kur’an’da Allah’a atfedilerek
"Sunullah", Risale-i Nur’da sanat-ı ilahî şeklinde kullanılan kelime
beşere atfedildiğinde "insana öğretilen sanat" anlamında
kullanılmaktadır. Enbiya Suresinde(Ayet 80) Hz. Davud(as) kastedilerek "ve
allemnahu sanate lebusin" denilmiştir. Bu ayet Türkçe’ye tercüme edilirken
Allah’ın öğrettiğinin "zırh yapma sanatı" olduğu belirtilir.(Bkz. Kur’an-ı
Kerim ve Türkçe Anlamı, Diyanet İşleri Başkanlığı, s.327). Belirtilen ayetin
İngilizce tercümesinde ise sanat kelimesinin zannedilen ve beklenen karşılığı
"art" kullanılmamış, bunun yerine "the making of coats of
mail-zırh yapma işi-yeteneği" denilmiştir. Batının zihnindeki
"art" İslam’ın getirdiği sanat kelimesiyle eşdeğer olsaydı söz konusu
tercüme "the art of coats of mail" olacaktı.(Bkz. The Holy Quran; A
Translation And Commentary, A. Yusuf Ali, s.839) Görüldüğü gibi farklı anlam
temelinden gelen iki ayrı kelimeyi eş anlamlı hale getirerek karşılaştırmaya
kalkışıyoruz. Sözlüklere bakıldığında "art" kelimesinin hüner,
maharet, ustalık gibi tanımlarla anlamlaştırıldığı görülür. Batı, sanatı
bölümlere ayırmış; arts edebiyat/fen/beşerî bilimler, applied arts el
sanatları, fine arts güzel sanatlar şeklinde sınıflamalar oluşturmuştur. Sanat
ise Sun’ yapma, eser, yapılan iş, tesir, güzel iş yapmak gibi tanımlarla
açıklanmaktadır. Tanımından yola çıkıldığında götürülecektir ki sanat alışkın
olduğumuz şekliyle "sinema, tiyatro, müzik, şiir, roman gibi edebiyat
türlerini; heykel, resim, mimari gibi güzel sanat türlerini aşmakta; bilime
dayalı tasarımlar dahil, ziraat geleneği, yemek yeme, yürüme biçimi gibi iş ve
eser olarak ortaya çıkan her türlü pratiği kapsamaktadır. Karşılaştırma
yapılırken güncel tartışmalarda, resim ve heykelde odaklı "art" ile
tasarım ötesinde edebiyat ve bilimi de kuşatan, hatta "ilahî sanat"
kavramı çerçevesinde tefekkürî ibadet boyutu olan İslâm toplumlarının anladığı
şekliyle "sanatın" hangi anlamda kullanıldığının öncelikle ortaya
konulmaması "elma ile armut" karşılaştırmasına benzer sağlıksız bir
sonuç üretecektir.

Bundan sonra ortaya konulacak
yaklaşımlar değerlendirilirken yukarıdaki iki hususun dikkate alınması
"gerçeğin" olduğuna daha yakın kavranmasına yardımcı olacaktır.

Sanatın boyutu

İslamî çerçevede sanat anlayışı
iki boyutlu bir düşünsel temele dayanır. İslam bütün unsurlarıyla kâinatın
kendisini ilahî sanatın mükemmel bir yansıması olarak takdim eder. Bu yansıma
"Ben gizli bir hazine idim. Bilinmekliğimi istedim. Kâinatı yarattım. Ta
onunla kendimi bileyim" şeklinde ortaya konulabilen hadisi kutsîde
mükemmel bir ifade bulur. Kâinatın Sahibi "Esmasının sonsuz
mükemmellikteki nakşını" hem kendisi bizzat görmek, hem de var ettiği
şuurlu/sanatlı kullarına insanlar/melekler göstermek istemiştir. Şefkatli
Yaratıcı gökyüzündeki harikalığa veya rahmet eseri olarak yeryüzünün öldükten
sonra diriltilişi gibi örneklere dikkat çekerek insanların düşünmelerini,
tefekkür etmelerini emreder.

Her bir mahlûk vücut,
Yaratıcının bin bir isminden bir kaçı ya da bir çoğunun yansımasını üzerinde
taşır. İlahî kudretin "ilmiyle" bildiği, "iradesiyle"
şekillendirdiği, "kudretiyle" vücut giydirdiği varlıklardan daha
sanatlısının insan tarafından tahayyülü bile mümkün değildir. Ancak Sun’un
meydana getirmenin, kimlik kazandırmanın bir de beşerî boyutu vardır. Beşere
atfedilen sanat ancak İlahî Sanatın sınırlı bir taklidinden ibarettir. Beşerî
sanat İlahî Sanattaki nakşın bilincinde olduğu, onu hatırlattığı ve onu taklit
edebildiği ölçüde değer kazanır.

Batının sergilediği yaklaşım
çerçevesinde sanatın ilahî boyutu yoktur. Batıda sanatın, Rönesans öncesi ve
sonrasında dinî bir tebliğ aracı olarak kullanılması ve dinsel imgelerin
görselliğe aktarılması gerçeğiyle yukarıdaki boyut ilişkisizdir. Şüphesiz
Hıristiyan dünyasında din etkisindeki resim sanatı, özellikle Rönesans’tan
sonra tamamen çıplaklığı sergileyen İsa-Meryem, Adem-Havva tiplemelerinde
odaklanmıştır. Hatta bu çerçevede bir sapma olarak yakınlarda Batı medyasında
tartışılmakla birlikte henüz sırrı çözülemeyen "Torino Kefeninde" yer
alan çizgisiz üç boyutlu insan başı figürü tapınılacak derecede kutsallığın
orijinal bir örneği olmuştur. Ancak yine de Batı, sanatı tabiatta serpilen ilahî
sanatın bir taklidi olarak değil, sanatkârın kendi ürünü olarak görür. Hatta
sanatın kapsamını islamî anlamda geniş tuttuğumuzda ise kökünü Batı’dan alan
"din-bilim çatışması" tezi ekseninde, Batı, sanatı din ile de
çatıştırır.

Batı medeniyeti ile İslam’ın
"sanata" getirdiği bu farklı yaklaşım sınırlı akla dayalı Batı
felsefesi ile İslam’ın vücut için gerekli asgarî üç şart "ilim",
"irade" ve "kudret” kavramına yükledikleri farklı anlamlardan ve
anlayıştan kaynaklanır. Bu üç kavrama yüklenecek anlam çerçevesi "yaratma"
kavramının nasıl kullanılacağını da belirleyecektir.

Sanat ve yaratma ilişkisi

Kur’an incelendiğinde ilahî
sanat ve Allah’ın öğretmesine bağlı beşerî sanat ayrımıyla karşılaşılır. Oysa
Batı, sanat eserini (art) sanatkârın yarattığı eser olarak görür. Yaratma
vasfının gerektirdiği üç sıfata dikkat edelim. Vücut vermek isteyen öncelikle
ilmiyle vücut alternatiflerini bilmek durumundadır. Vücut alternatifleri
arasında seçme yaparak belli bir vücudun kalıp ve planını oluşturmak tercih
edebilme(irade) sıfatını gerektirir. Son olarak planlanan vücudun dış
gerçekliğe çıkabilmesi zatî kudretin varlığını gerektirir. İslam’a göre bu üç
vasfın mutlak ve sınırsız sahibi, dolayısıyla vücut verdiklerinin yaratıcısı
Allah’tır.

İnsanın konumuna gelince,
insanın ürettiği sanatın yaratıcısı da Allah’tır. Zira her şeyin ilmi Allah
katındadır ve insan ancak onun izin verdiği ve öğrettiği kadarını bilebilir. Bu
anlamda insan, ilmin zatî değil dolaylı sahibidir. İrade ise (irade-i cüz’iye)
insanın eline yine Allah tarafından sınırlandırılarak verilmiştir. İnsan ne
kendi bedeni üzerinde ne de tabiatta var olan bedenler üzerinde köklü
farklılıklar irade edemez. İnsan elindeki irade bir yandan sınırlıdır örneğin
ağacı kuşa çeviremez, diğer yandan Allah’ın sınırsız iradesinin izni ve uygun
görmesine bağlıdır. Örneğin insan bir mikroba mağlûp düşebilir, göz
sinirlerinin bozulmasını tamir edemeyebilir. İnsan eline verilen sınırlı
iradenin zata teslim edilip edilmediği ise İslam’ın kader anlayışı çerçevesinde
ulema tarafından tartışılmakta, hak itikatlar çerçevesinde iradenin kendisinin
veya iradenin özünü oluşturan "meyletmenin" insan eline bırakıldığı
şeklinde düşünceler yer almaktadır. Vücut vermek için gerekli olan üçüncü vasıf
"kudret" ise İslam’ın ortaya koyduğu ve şüphesiz nefsül emirde olduğu
gibi mutlak surette Allah’a aittir. İnsan elinde var olduğu gözlemlenen kudret
ise tamamen görüntüseldir/zahiridir. Bu anlayışa göre insan kendi kudretiyle
parmaklarını kullanmaz. Beyinde oluşturulan ve kas liflerine gönderilen
elektriğe kodlanmış milyonlarca hareket mesajlarının oluşumu, iletimi ve
sonuçlarının gerçekleşmesinde, insanın bütün bu süreçleri kapsayan iradesi
olmadığı gibi, zatından kökenini alan kudreti de yoktur. İnsan tarafından
kullanıldığı fehmolunan kudret Allah’a ait olan ve Allah’ın insana verdiği
sınırlı iradeye bağlanmış olarak yine Allah’ın rızasıyla ve Allah tarafından
kullanılan, haricî gerçekliğe aktarılan kudrettir. Bu durumdaki insanın konumu
Güneş-Ay-Dünya üçgenindeki ilişkiye benzetilebilir. Mutlak iradenin Güneş’te,
Güneş’in iradesine bağlı sınırlı iradenin Ay’da olduğunu varsayalım. Ay, Dünya
etrafında herhangi bir konumda bulunabilmeyi isteme iradesine sahip olsun.
Işığı kudretin bir parçası olarak düşünürsek Ay’ın Dünya etrafında, kendi
iradesi ancak Güneş’in kudretiyle takınacağı pozisyonlarda gece vaktinde
dünyaya göndereceği ışık zahiren kaynağını Ay’dan alacaktır. Güneş’i bilmeyen
için ışık kaynağı Ay’ın kendisi iken Güneş’in varlığını, Ay ve Güneş’in
vasıflarını bilen kişi için ışığın/kudretin kaynağı ve sahibi Güneş olacaktır.

Bu gerçek karşısında Müslüman
ürettiği hiçbir esere "yaratıcı" olarak sahip çıkmaz. Ancak tercih
insanın elinde olduğu için kötü üretim insanı mesul kılar. İyi üretim ise irade
insan tercihine dayandığı için mükâfat ve sevinç kaynağı olur; ancak ilim,
kudret ve mutlak irade Allah’a ait olduğu için "yaratıcılık" fehmine
dayalı firavunluk yerine "şükür" nedeni olur.

Hıristiyanlıktan soyutlarsak ki
Batı’da sanat gerçek anlamda tahrif edilen dinden kopuşla birlikte gelişmiştir.
Batı medeniyetinin temel felsefi çerçevesinde akıl doğrudan gözlemlenenin
arkasını göremez. Bir başka tabirle zahirî olan hakikidir. Ya da Güneş
bilinmediği için gece vakti sokakları ışıtan ışığın kaynağı Ay’ın kendisidir.
İlim irade ve kudret insana aittir; insanın zatî özelliğidir. Dolaysıyla insan
ürettiğinin de yaratıcısıdır. Bu felsefe maddenin akılsızlığını, şuursuzluğunu,
kendi başına kaldığında rasgele olduğunu, hepsinden öte "fail" değil
"münfail" olduğunu görmezden gelir. Batı’ya göre Ay’ın arkasında yer
alan her şey ki belki de bunlar mutlak gerçekliğin %99’unu oluşturur metafizik
bilinmezliğine itilir ve göz ardı edilir. Konumuz bu felsefi temellemenin
çürüklüğünün analizi olmadığından ayrıntısı üzerinde durmuyoruz.

Sonuçta Batı
"creation/yaratma/kreasyon" kelimesini insan üretimi/sun’u olan
eserler için gittikçe artan yaygınlıkta kullanmaya başlamıştır. Hatta bu
anlayış zihinleri gerçeklikten öylesine uzaklaştırmıştır ki tabiatta var olan
sanat "natural-tabii" sıfatına, insanın ürettiği sanat
"created-yaratılmış" sıfatına daha layık görülmüştür. Gittikçe ikinci
uca doğru kayan bu yeni yaklaşım bizim dilimize de kaymış,
"kreasyon/yaratış/yaratıcılık" kelimesi çerçevesinde yeni bir söylem
oluşmaya başlamıştır.

Hiç şüphesiz ilahlık, mülkiyet,
hâkimiyet dava eden nefsin firavunluğuna izin vermeye dönük bu yaklaşım,
sahiplerini bir yandan Allah karşısında ve insanlar arasında gurur küpüne
dönüştürerek sosyal birlikteliklerde çözülmeler oluşturucu, diğer yandan
tabiatta kodlu esrarlı sanat mucizelerinin keşfini engelleyici, dolayısıyla da
insan mutluluğunu katledici niteliktedir.

Sanatın amacı

"Sanat/art" üzerinde
amaç çerçevesinde tanımlamalar yapılırken Batıda "güzellik" kavramına
vurgu yapıldığı dikkat çeker. Tabiatta var edilen her şeyin ya doğrudan ya da
neticeleri itibariyle güzel olduğunu vurgulayan islamî düşünceyle birlikte ele
alındığında sanatın beşerî boyutunun, "güzelliğin en iyi şekilde
üretilmesi veya yansıtılması" amacı taşıdığında müttefik olunduğu
söylenebilir. Bu durumda karşılaştırma İslam’ın ve Batı medeniyetinin
"güzelliği" nasıl algıladığı ve yorumladığı sorusuna aranacak cevap
etrafında şekillenir.

"Resim ve
heykel"(Güzel Sanatlar) çerçevesinde ele alındığında ilkel dönemlerin
mağara içlerini süsleyen vahşi hayvan çizimleri dahil, sanat üretiminin dönemin
beşerî zihnine göre "değer atfı" esasına dayandığı rahatlıkla
söylenebilir. Özelikle resim açısından bakıldığında vahşî hayatın mağara
duvarlarına aktarılmasıyla başlayan resim sanatında zamanla tabiat
görüntülerinin aynen taklidine, renk ve ışık kullanımına, fiili gerçekliğe
yorum/hayal katılmasıyla kurgusal çizim veya boyamalara ve nihayet soyutluğa
kayan bir akış gözlenir.

Bu gelişim sürecinde
"güzellik" kavramının anlam ve kapsam değiştirdiği söylenebilir. Hiç
şüphesiz bu kavram sanatsal ürün üzerinde belirleyici olduğunda ürünün yapısı
ile kavrama ilişkin tanımlar arasında büyük bir irtibat ortaya çıkacaktır.

"Güzellik" kavramına
yaklaşım bakımından İslam ve Batı medeniyetinin dayandığı felsefe
karşılaştırıldığında ortaya şu tablo çıkacaktır:

İslam, Allah’ın zatî ilim,
irade ve kudretine dayalı bütün varlıkların son tahlilde güzel olduğunu ortaya
koyar. Her şeyin ya bizzat ya da neticeleri itibariyle güzel olduğunu
vurgulayan (Mektubât, s.367) Bediüzzaman’ın ifadesinden yola çıkarak, şeytanın
yaratılmış olmasının, mücadele yoluyla insanların yükselişine vesile olması
nedeniyle çirkinlik/şer olmadığı düşüncesini savunabiliriz. Çirkinlik insan
iradesinin kötü kullanımıyla ortaya çıkar ki bu durumun örneği "aynı
ateşin ev yakmakta ve yemek pişirmekte" kullanılabilmesidir. Son tahlilde
güzel olan "hayır", çirkin olan ise "şer"dir. Bu durum
ileride tartışılacağı üzere sanatın esasını oluşturan estetiğin en önemli
parametlerinden birinin hayır-şer ayrımı olduğunu ortaya koymaktadır.

Batı her şeyde var olan
güzelliği kavrayamaz. Zira güzellik, vücudun, "hem bütün hayat
evrelerindeki bileşik pozisyonu, hem de belli bir anda mevcut olan
özelliklerinin bütünü" birlikte dikkate alındığında kavranılabilir. Bir
insanın ömründe bir defa "tükürürken" çekilen fotoğrafında
odaklanıldığında o insan çirkin algılanacaktır. Veya yine nezih bir insanın,
toplar damarlarında dolaşan ve ölü hücre kalıntıları taşıyan kan dikkate
alındığında, temiz olmadığı düşünülecektir. Bu örneklerde olduğu gibi evrensel
güzellik, dünya öncesi hayattan başlayıp cennet-cehenneme kadar uzanan hayat
evreleri ve pozisyonları topyekün dikkate alındığında kavranılabilir. Oysa
Batı’nın ruhtan mahrum nazarı, ne Dünya’da mevcut olanın madde ötesi boyutunu,
ne de Dünya sonrası boyutu kavrayabilmektedir. Böyle dar bir nâzar nezdinde
elbette hayvanların birbirlerini "yemeleri", insanların ölümle yüz
yüze gelmeleri mutlak surette çirkin gözükecektir. Dolayısıyla mahluk her şey
ölümlü olduğu için, Batı nezdinde her şeyi kuşatmış mutlak güzellik anlayışı
yoktur ve güzellik ancak insana dayalı olarak düşünülebilir.

İslam, güzellik çirkinlik
ayrımında beşeri mesul veya mükâfata layık tutan bir yaklaşım getirir. Beşer
diğer varlıklardan farklı olarak mutlak surette programlanmış bir hayata sahip değildir.
Arının, karıncanın veya bitkinin hayatındaki programlanmışlık insan için kısmen
olsa da aynı katılıkla söz konusu değildir; zira insan sınırlı bir iradeye
sahip kılınmıştır. Bu durumda mahdut iradesini kullanan insanın Allah’ın
rızasına matuf her eylemi güzel, Allah’tan uzaklaştırıcı her amel ve üretimi
ise çirkindir. İnsan tercihte hür bırakıldığı için şerri tercih edebilecek
durumdadır. Batının güzellik anlayışında böyle bir ayrım yoktur. Güzelliğin
temel kriteri kâinatın Yaratıcısının kitabî Kur’an ve tekvinî tabiat kanunları
şeriatı değil, beşer mantığının belki de tekvinî şeriattan esinlenerek ürettiği
prensiplerdir.

Bu çerçevede İslam’dan sanata
bir kısıtlama varsa bu kısıtlama İslam’ın tanımladığı sanata değil, Batı’nın
tanımladığı sanata yöneliktir. Zira İlahî katta çirkin olana beşer
"sanat" adını veriyorsa bu, beşerin yanılgısıdır veya beşere göredir
ki, beşerin ürettiği düşünce mutlak gerçekliğin değil, ancak izafi gerçekliğin
ifadesi olabilir. Tekrar gibi olacak ama İslam’a göre sanat herhangi bir iş
değil "güzel olan" iştir ve güzelliğin ölçütünü de ancak güzelliğin
yaratıcısı olan Allah ortaya koyabilir.

En sağlıklı tanımlama ile
güzellik sevginin temelini oluşturur ve sevgi "lezzet, menfaat,
kemal" unsurlarından en az birini içerir. Uhrevî boyuttan mahrum zihin
nezdinde lezzet ve menfaat, hiç bir sınır tanımadan anlık tatmin peşinde koşan
nefsin esaretindedir. Böyle bir zihinsel düzlem, her türlü şehveti tahrik eden
çıplaklığı, gösterişi ve şöhreti makbul görür. Bu nedenledir ki Batı’da
gittikçe "resim heykelde" odaklı anlaşılan sanat, çıplak vücutları
teşhir eden bir gelenek haline dönüşmüştür. Hatta Rönesans sonrası, dinî
imgelerin bile eseftir ki çıplak bedenli İsa-Meryem, Adem-Havva figürlerine
dönüştürüldüğünü görüyoruz.

İslam’ın böyle bir oluşumun
karşısında olduğu açık ve kesindir. İslam’dan önceki peygamberler döneminde din
büyüklerinin heykellerinin yapılması, dönemlerinde hak ve evrensel tevhid
dinince yasaklanmamıştır. Söz konusu yasaklama bu insan heykellerinin
Yaratıcıyı hatırlatışlarının dönüştürülmesi ve ibadetin veya saygının doğrudan
objesi haline getirilmeleri üzerine ortaya çıkmıştır. Vicdanı ibadete muhtaç
olan insan Yaratıcının mutlak hâkimiyetini tanımadığında bu ihtiyacı, üreteceği
sembollerle-resimlerle-heykellerle tatmin etmeye çalışacaktır. Hatta bu somut
veya soyut sembol arayışı, Darwin, Marx veya daha geçmişte Democritus’un başını
çektiği akımlarda olduğu gibi bilim ve felsefe boyutlarında da kendini
gösterecektir. Şirk ve sapıklık anlamına gelen bu durum karşısında İslâm
topyekün sanatın değil inanç düzeyinde şirkin kapısını açan resim ve heykelin
veya sapmış felsefeyle saptırılmış bilimin karşısında yer almıştır. Bu bağlamda
İslam’ın sanata karşı olduğunu savunanlar, "sanatı", başlangıçta
saygının, ileri düzeyde ibadetin objesi haline getirilen veya İslam’ın
reddettiği süfliyatı, çıplaklığın veya vahşetin sergilenmesiyle teşvik eden
resim ve heykel yapısına dönüşen kapsamıyla sınırlandırıyorlarsa söyledikleri
doğrudur. Nitekim İslam’ın saf orijininden kayan bazı mezhepler hariç, resim ve
heykel sanatı İslâm toplumlarında itibar görmemiştir. Günümüzde kralların
heykellerine gösterilen saygının insan onuruna yakışmadığını bilen insan için,
açık veya örtük tapınma vesilesi olmadığı veya süfliyatı çıplaklıkta olduğu gibi
sergileme amacı taşımadığı sürece resim ve fotoğraf sanatının İslam’ın özüne
karşıt olduğunu söylemek güçtür. Bu düşünceyi Hz. Aişe(ra) validemizin çocukluk
oyuncaklarını tebessümle karşılayan sevgili Peygamberin(asm) tavrından cesaret
alarak savunuyoruz. Ancak yine de bazı İslâmî grupların fotoğrafçılık ve müzik
sanatının karşısında oldukları gerçeğini itiraf etmeliyiz. Şüphesiz konu
tartışılabilir. Ama Bediüzzaman’ın "Ulvî hüzünleri, rabbanî aşkları iras
eden sesler helaldir. Yetimâne hüzünleri, nefsanî şehevâtı tahrik eden sesler
haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise senin ruhuna, vicdanına göre hüküm
alır" (İşârâtü’l İ’caz) şeklindeki ifadesi en sağlıklı bir yaklaşım olarak
sanatın diğer bütün dallarına uyarlanabilir. Bir başka deyişle sanat, insanları
Allah’a yakınlaştırdığı, onun sanatına ayine olduğu ve dolaysıyla mutluluğa
vesile olduğu ölçüde sanattır.

Son olarak Batı sanatı
güzelliği, nefsanîliğin de ötesinde, somut olanda aramıştır. Nefsin
hayvaniliği, dolaysıyla somutluğu gerektirmesi karşısında, İslam’ın odaklandığı
kalp, ruhanîliği ve dolaysıyla soyutluğu teşvik etmiştir. İslam medeniyeti
soyutluğu hat sanatıyla zirveye tırmandırmıştır. Batı sanat zirvelerinin
soyutluğa kayma eğilimi taşıdığı son dönemde, hat sanatına gösterdikleri hayranlık
dikkatten kaçmamalıdır.

Tefekkür biçiminin etkisi

Her ürünün düşünsel bir temele
dayandığı tartışma götürmez. Ürünün yapısı "ne düşünüldüğünden"
etkilendiği kadar "nasıl düşünüldüğünden de" etkilenir. Sanatsal
üretimi etkileyen güzellik anlayışı "ne düşünüldüğü" sorusuna
verilecek cevapla açıklanabilir. Ancak "nasıl düşünüldüğü" sorusu
tefekkür biçiminin bir konusudur.

İslam "afakî-dışa
dönük", "enfüsî-içe dönük" olmak üzere iki tip düşünce biçimini
teşvik eder. Zira İslâm yıldızlarda kodlanan nakşa dikkat çektiği kadar nitekim
bazı ulema astronomi ilmi olmayanın marifetullah ilminde noksan kalacağını
ifade etmiştir mülk, melekût alemlerine, ruhlar ve berzah alemlerine de dikkat
çeker. Bu yönüyle İslâm tefekkürü hem cismanî afakiyet, hem de ruhanî afakîyet
özelliği taşır. İlginç olan bir diğer husus İslam’ın aynı zamanda karıncalar,
arılar gibi zerre vücutlara veya vicdan, ruh, nefs gibi fizik dışı içsel
olgulara da dikkat çekmesidir. Bu yönüyle İslâm tefekkürünün hem cismanî, hem
de ruhanî enfüsiyet özelliği taşıdığını görürüz.

Bu düşünce/tefekkür biçimi
sanatın dört yönde gelişimini teşvik etmektedir. Bu tefekkür biçiminin İslâm
sanatı üzerindeki yansıma örnekleri tarafımızdan uzun süre aranmıştır. Sonuçta
İslam medeniyetinin yerleşik olduğu mekânlarda dışa dönük hayranlık verici
mimarinin bir yandan cismani heybet, diğer yandan içsel ulviyet kaynağı
oluşunun afakî tefekkürün bir tecellisi olduğu görülmüştür.

Batı düşüncesi cisme odaklı ve
dışa dönük oluşu nedeniyle sanatında, ulviyetten yoksun, maddî bir gösteriş
dikkat çeker. Bu anlamda Osmanlı mimarisi ile Gotik mimari
karşılaştırılabilecek en güzel iki örnektir. Görsel heybeti her ikisinde
bulabiliriz, ancak ruhsallık ve ulviyet çağrışımını sadece Osmanlı mimarisinde
buluruz.

Enfüsî tefekkür ise Batının
tamamen mahrum olduğu bir tecrübedir. Bu düşünce biçimi hanımların bezler
üzerindeki işlemelerinde, akıl ve ince düşüncenin birlikte ürünü olan halı
desenlerinde ya da camiler ve benzeri sanat eserlerinin ahşap veya mermerlerin
mozaikleri üzerindeki ince nakışlarda yansımıştır. Hatta öyle ki bir Batılı
uzmanın itiraf ettiği gibi (Bkz. Robert E. Ornstein, Yeni Bir Psikoloji) bu
nakış ve süslemeler bir taraftan aklı gelişmeye zorlayan, diğer taraftan yoğun
bir konsantrasyonla içsel dünyanın sakinliğine taşıyan bir etki oluştururlar.
Bazı tarikatlarda konsantrasyon-odaklaşma objesi olarak kullanılan bu tür sonu
gelmez şekil alternatifleri sunan sanat eserlerine bir örneğin yakından
analizini arzu eden kişi için Ankara Hacı Bayram Camiindeki Minberin ahşap
cepheleri üzerindeki işlemeler, çarpıcı bir örnek olarak sunulabilir.

Şaşırtıcı olacak ama İslam’ın
bize sunduğu ve Batı’nın bizden kazandığı bu özelliği yine bir Batılı sanat
tarihçisi (Bkz. Sanatın Öyküsü, E.H. Gombrich) itiraf etmiştir. Gombrich dilimize
de çevrilen kitabında dünya sanat tarihinin gelişimini resim-heykel sanatı
üzerinde odaklanarak anlatırken şöyle der: "Kendilerine insan resmi yapma
izni verilmeyen doğulu sanatçılar hayal güçlerini, biçim ve motifleri sanki
onlarla oynarcasına örmekte koşturdular.(….) Elhamra’nın avlularını ve içini
gezmek, bu süsleme çizimlerinin tükenmeyen çeşitliliğine hayran kalmak
unutulmaz, olanaksız bir deneyimdir. Eğer bugün Doğu halılarındaki renk
düzenlerinin denge ve uyumuna, yaratıcı zenginliğine hayran kalabiliyorsak,
bunu son çözümlemede, sanatçının kafasını gerçek dünyadan (maddesel âlemi kast
ediyor) saptırıp onu çizgi ve renklerden oluşan bir düş dünyasına iten
Muhammed’e borçludur."

Gombrich’in vurguladığı bu
gerçek Batı sanatının, Doğu’dan etkilenmesi ve Doğu’dan aldığını geliştirmesi
ölçüsünde sığlıktan uzaklaşabileceğinin bir göstergesi olarak kabul
edilmelidir.

Dipnotlar

1. Yaklaşım benzerliği
açısından İmam Gazali’nin "Kimya-yı Saadet" kitabında tefekkürün
gerekliliği bahsinde söyledikleri ile Anthony Robbins’ın "Sınırsız
Güç" veya Jack Ansing Addington’ın "%100 düşünce gücü" isimli
kitabında söyledikleri karşılaştırılabilir.