Hakikati aramak ve
ifadelendirmek için yola koyulan sanatçı, Allah’ın nurunun gölgesi olan varlık
aleminin ortasında ışıyan sanatının gerçek manada mevcut olmadığını, yalnızca
bir ayna olduğunu ayrımsadığı oranda sonsuza doğru atılım gerçekleştirir.
Kendisini uyaran hayret, ruhsal bir ahenk kurdukça sanatçı, eseriyle birlikte
aradan çıkar, perde değil ayna olur. Bu anlamda insanın sanatı, gerçek anlamda
yoktur. Yaratılan yaratamaz. Birtakım sanat eserleri ortaya koyan sanatçı,
"Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım" manasında eserine
bakarsa gölgeye yapışmış, yani aynanın bekasına ilanı aşk etmiş olur.

Kâinatın bütün hakikatleri
esma-i İlahiyeye dayanmaktadır. Kâinattaki sanatlara nasıl Allah hesabına
bakmamız ve "Ne güzel" değil de "Ne güzel yapılmış" dememiz
gerekiyorsa, Picasso’nun tabiriyle bize "hakikati gösteren bir yalan"
olan sanata da, esas itibariyle sanatçı adına değil, sanatçıya duyguyu,
düşünceyi, aklı, mahareti lütfeden Allah’ı hesaba katarak bakmalıyız. Sanatçı
ene tağutunu "kasden veya bizzat nazarı ehemmiyete"(Mesnevi-i Nuriye)
alıyorsa, kendisini "yaratıcı", eserini "yaratı" olarak
görüyorsa, nemrutluk ve firavunluk yolunu açmaktadır. Çünkü ene tağutu
"gölgevari bir ayine"(Mesnevi-i Nuriye) gibidir. Bu aynayı hakikat
zanneden, ve batıda Aydınlanma’dan sonraki dönemde "Tanrı"sını
öldüren Avrupa yeni idoller bularak bilimsel alanda bilim adamını, sanatsal
alanda sanatçıyı peygamber ilan etti. Bilim dini ve sanat dini de modernliğin
insanlığa armağan ettiği iki yeni "din"di. "Edebiyat, kutsalın
bittiği yerde başlar." söylemi de böyle bir zihniyete koşuttu. Oysa
sanatçı kendini malik itikad etse "Her şey kendine maliktir "demeye
mecburdu. (Sözler, 30. Söz)

Bu çalışmamızda Risale-i
Nur’dan hareketle güzellik, sanat, felsefe, edebî türler gibi konuları
irdelemeye çalıştık. Metnin, risalelerdeki ilgili tüm bahisleri ele alıp
derinlemesine işleme gibi bir iddiası yoktur. Yalnızca küçük değiniler
yapılmıştır.

Felsefi zemin

Bu bölümde Risale-i Nur’da
geçen felsefe bahislerinden yola çıkılarak dine meydan okuyan felsefe ile onun
karşısında yer alan Kur’an ve dine itaat eden felsefe karşılaştırılacaktır.

Risale-i Nur’un birçok yerinde
felsefeden söz edilmekte, bazen yalnızca "felsefe" lafzı
zikredilmekte, bazen de "diyanetle barışık olmayan felsefe",
"diyanet silsilesine itaat etmeyen felsefe", "dinsiz
felsefe" gibi ibareler kullanılmaktadır.

Bediüzzaman sadece.
"felsefe" dediğinde görebildiğimiz kadarıyla diyanetle barışık olmayan,
sersemleşmiş dinsiz felsefeyi kastetmiş, bu felsefenin esaslarını Kur’an’î
derslerle çürütmüştür.

Sözler’de (30.Söz) insanlık
alemindeki iki büyük cereyandan bahseden Bediüzzaman, bunları "silsile-i
nübüvvet ve diyanet" ve "silsile-i felsefe ve hikmet’ şeklinde
açıklamıştır. Bu iki ırmak ne zaman birleşmişse "ne vakit silsile-i
felsefe silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse",
insanlık mutluluğun çağıltısıyla dolmuştur. Ne vakit ayrılmışlarsa "hayır
ve nur" aydınlık tarafa, "şerler ve dâlaletler" felsefe tarafına
toplanmıştır.

12.Söz’ün başında "Kime
hikmet verilmişse, işte ona pek çok hayır verilmiştir" (Bakara,269)
ayetinin tefsiri yapılırken güzel bir temsili hikayenin "dürbünü" ile
Kur’an’daki hikmet ile "ilmi hikmet dedikleri felsefe"
karşılaştırılır. Kâinat kitabının manalarını okuyan Kur’an ve onun şakirtleri
karşısında bu kitaptaki harflerin nakışlarından, vaziyetlerinden söz eden
felsefe vardır. "Çok iyi bir mühendis, güzel bir tasvirci, mahir bir
kimyager, sarraf bir cevherci" olan filozof, bu kitabın manasına hiç
ilişmez. Bediüzzaman, felsefenin halis bir tilmizinin bir firavun olduğunu,
menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavunu zelil olduğunu söyler.
Vahyin karşısına dikilen bu felsefe yolcusu, bir lezzet için sonsuz bir zilleti
kabul eden bir "mütemerrid"dir, "cebbar bir mağrur"dur,
"cebbar-ı hodfuruş"tur, "dessas bir hodgam"dır.

Kur’an’ın gerçek bir şakirdi
ise bir kuldur. Ancak en büyük, en güçlü varlıklara boyun eğmez, onlara ibadet
etmeye tenezzül etmez. Cenneti bile ibadetinin gayesi yapmaz. Alçak gönüllüdür,
halim selimdir. Fakir ve zayıf olduğu halde uhrevî servetle zengindir. Allah’ın
uçsuz bucaksız kudretine dayandığı için güçlüdür. Onun rızası için çalışır
yalnızca.

İşte insanın kişisel hayatı
açısından iki öğrencinin, iki yolcunun farkları.

Hikmet-i felsefenin ve hikmet-i
Kur’aniye’nin, insanın sosyal hayatına nasıl yansıdığını, ona nasıl bir terbiye
verdiğini de anlatır Bediüzzaman.

Felsefe hikmeti kuvvete
dayanır. Hedefi çıkar elde etmektir. Hayat ilkesi çarpışmaktır, kavgadır. Menfi
milliyetçidir, ırkçılık damarını tahrik eder. Nefsin heveslerini tatmin eder,
insanlığın ihtiyaçlarını çoğaltarak tüketimci bir yaşam biçimine sürükler.
İnsan, bu ihtiyaçlarını karşılamak için dünyevileşmektedir. Tecavüz eder,
başkasını yutmakla beslenir. Bu yüzden de insanlığın mutluluğunu yok etmiştir.

Hikmet-i Kur’aniye ise, Hakkı
kabul eder. Fazilet vardır onda. Temel ilke, Yaratıcının rızasını kazanmaktır.
Yardımlaşma düsturuna dayanır. Yakınları, komşuları, yoksulları düşündürür.
Din, sınıf, vatan bağını kabul eder. Amacı, insanın yücelmesi, ulvi duygularla
donatılmasıdır. Birleşmeyi, dayânışmayı, birbirinin imdadına koşmayı ilke
edinmiştir. Uhuvvete yöneltir. Nefsi kontrol altına alır. Her iki dünyadaki
mutluluğu netice verir. Bu dünyada dahi "manevî bir cennet" hayatı
kazandırır.

Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiye’de
Risale-i Nur’un niçin mağlup olmadığını açıklarken bu eserin farklılığının
altını çizmektedir bu bağlamda. İmanın bu dünyada dahi bir cennet hayatı
kazandırdığını, küfrün ruhun cehennemi olduğunu, günahlarda ve dalalette zevk
ve mutluluk değil, bir zevk içinde binler elem bulunduğunu, işte Risale-i
Nur’un bu gerçeği gösterdiğini, kanıtladığını söylemektedir.

"Sersemleşmiş, hakikatin
yolunu şaşırmış" felsefenin kainatı tahkir ettiğini belirtir Bediüzzaman.
Çünkü kainata baktığında "Ne güzel yapılmış" yerine "Ne
güzeldir" diyen bu dinsiz felsefe "hakikatsiz bir safsata"dır.

Felsefenin "bütün
harikulâde olan mucizâtı kudreti" (13.Söz) "âdet perdesi" içinde
saklandığına işaret eden Bediüzzaman, onun sadece "kemali fıtrattan sukut
eden nadir fertleri" nazara verdiğini söyler. Üç ayaklı veya iki başlı
insan felsefe için harikulâdedir, fakat uzuvları normal olan bir kimse sanki
olağanüstü değildir, kudret mucizesi değildir. Bu tespitiyle önemli bir hususu
vurgulayan Bediüzzaman sanat eserlerinin, hatta genel anlamda medyanın
işlevine, kainata bakış tarzına yeni bir ufuk açmaktadır.

Divan-ı Harbi Örfi’de geçen
"Elif-ba okumayan çocuğa felsefe dersi verilmez" ifadesi de, benzer
önemli bir eğitim ilkesi ortaya koymaktadır.

Risale-i Nur’da, kutsala savaş
açan, dine direnen felsefe silsilesinin bir zakkum ağacı sureti alarak etrafına
"şirk ve dalalet zulümatı" dağıttığı ifade edilir. Ve şöyle denir:
"Hatta kuvve-i akliye dalında dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun meyvelerini
beşer aklının eline vermiş. Ve kuvve-i gadabiye dalında Nemrudları,
Firavunları, Şeddadları beşerin başına atmış. Ve kuvve-i şeheviye-i behimiye
dalında aliheleri, sanemleri ve uluhiyet dava edenleri semere vermiş,
yetiştirmiş." (30.Söz) Bu ifadelerin dipnotunda da tabiatın perdesi ile
Allah’ın nurunu görmeyen insanın her şeye bir uluhiyet verip, kendi başına
musallat ettiği belirtilmektedir. Burada geçen "her şeye bir uluhiyet
verme" hususu üzerinde önemle durulmalıdır. Türk ve dünya edebiyatında
böyle bir anlayışın pek çok edebî eserde açıkça veya gizliden işlendiğini
görmekteyiz. Eneyi kendi kendine delalet eden, anlamı kendinde olan, kendi
hesabına çalışan bir unsur olarak gören, eneye "mânâ-yı ismiyle"
bakan maddeci anlayış, insana ve diğer varlıklara "uluhiyet" isnad
etmektedir. Eflatun, Aristo, İbni Sina ve Farabi gibi adamların
"İnsaniyetin gayetü’lgâyâtı teşebbühü bilvâciptir, yani Vacibü’l Vücuda
benzemektir" şeklinde "Firavunâne" bir hüküm verdiklerini söyleyen
Bediüzzaman, onların enaniyeti kamçılayarak kulluk yolunu perdelediklerini,
tabiata saplanarak şirkten tümüyle çıkamadıklarını ve şükrün geniş kapısını
bulamadıklarını vurgular.

Uzun ve karanlıklı sonsuzluk
yolculuğunda "zad ve zahire, ışık ve burak ancak Kur’an’ın evamirini
imtisal ve nevahisinden içtinab" (7.Söz) ile elde edilebilir. Böyle bir
yolda fen ve felsefenin, sanat ve hikmetin beş para etmeyeceğini söyleyen
Bediüzzaman, onların ışıklarının kabir kapısına kadar gidebileceğini belirtir.
Bu ifadelerde "fen, felsefe, sanat, hikmet" kelimelerinin önünde
herhangi bir sıfat kullanılmaz. İlk bakışta bunların toptan reddedildiği
zehabına kapılınabilir. Ancak Risale-i Nur’un bir bütün olarak
değerlendirilmesi durumunda burada kastedilenin Kur’an’la barışık olmayan
"fen, felsefe, sanat ve hikmet" olduğunu anlarız. Onların ışıkları
yok değildir. Vardır, fakat kabir kapısına kadardır. Dünyevîdir, sekülerdir.
Ayrıca bunların Kur’an’a mukabil bir anlamda kullanılmaları, sanırım bilimi ve
sanatı dinin yerine ikame etmeye çalışan bir zihniyete de gönderme yapmakta ve
onu eleştirmektedir. Risale-i Nur’un pek çok yerinde Kur’an’a aykırı felsefe
sorgulanmış, onun karşısına daima Kur’anî bir söylemle çıkılmıştır. Felsefe
ibaresinin geçmediği pek çok metinde de Kur’an’ın ruhuna uygun bir kâinat
tablosu çizilmiştir. Meselâ siyah bir gözlüğü takan adamın, her şeyi siyah ve
çirkin gördüğü belirtilir İşârâtü’l İ’caz’da. Ve basiret gözü nifakla
perdelenince, kalp küfürle peçelenince bütün eşyanın çirkin ve kötü göründüğü
de. Bu durum, tüm insanlara, hatta kainata karşı bir buğz ve düşmanlığa neden
olur.

Bediüzzaman’ın Batı düşüncesine
karşı sorgulayıcı duyarlığını bütün alanlarda görmekteyiz. 17. Lem’ada geçen
"ecnebilerin fünunu tabiiyetleri" ve Avrupa’nın "batıl efkârı"
ifadeleri Batıdan gelen bütün fikirlere, bilimlere karşı eleştirel bir bakışı
taşımaktadır. Yine 12. Lem’ada geçen "insafsız ve haksız coğrafya,"
"sersem ve sermest ve sarhoş kozmoğrafya" ibarelerinde modern
feylesof" ve "serseri kozmoğrafya" sözleri de bir tavır koymanın
sesi. Kur’an semalarına "cin fikirli feylesofların felsefesiyle"
çıkılamayacağını söyler Bediüzzaman. Ayetlerin yıldızlarına hakiki hikmetin
miracıyla, iman ve İslamiyet’in kanatlarıyla çıkılabileceğini vurgular.

"Hiçbir şey yoktur ki O’nu
tesbih etmesin. (İsra Suresi, 44) ayeti ışığında her şeyin, her canlının,
Yaratıcısına baktığını söyleyen Bediüzzaman felsefenin "Her bir zîhayatın
neticesi kendine bakar veyahut insanın menafiine aittir." anlayışının
yanlışlığını ortaya koyar. Felsefenin, Allah’ı aciz vasıtalara ve sebeplere
muhtaç göstermesini, sebeplere ve vasıtalara Rububiyette bir nevi ortaklık
verip, Halık-ı Zülcelal’e "aklı evvel" namında bir mahluku vermesini,
adeta Yaratıcının mülkünü sebep ve aracılara paylaştırmasını, böylece büyük bir
şirke yol açmasını tenkit eder.

"Hayat bir cidaldir."
ilkesiyle kâinata bakan felsefenin karşısına nübüvvetin "hayatı
içtimaiyedeki düsturî neticelerinden ve şems ve kamerden tut, tâ nebatat
hayvanatın imdadına ve hayvanat insanın imdadına, hatta zerratı taamiye
hüceyratı bedenin imdadına ve muavenetine koşturulan düstur-u teavün, kanun-u
kerem, namus-u ikram" anlayışıyla çıkar Bediüzzaman. Böylece hayatın bir
mücadele olduğunu iddia eden felsefenin karşısına dikilir. "Hayat bir cidaldir."
düşüncesini "eblehâne" bulur. Kuşkusuz, burada sözü edilen mücadele,
iman-küfür mücadelesi bağlamında değildir.

Felsefenin "Galebe edende
bir kuvvet var. ", "Kuvvette hak vardır." anlayışı doğrultusunda
zulmü manen alkışladığını, zalimleri cesaretlendirdiğini, cebbarları uluhiyet
davasına yönelttiğini söyler Bediüzzaman. Burada zulmü "manen"
alkışlamak hususuna vurgu yapmalıyız. Ve devamla şöyle denir bu konuda:
"Hem masnudaki güzelliği ve nakıştaki hüsnü masnua ve nakşa mal edip Sani
ve Nakkaşın mücerred ve mukaddes cemalinin cilvesine nispet etmeyerek "Ne
güzel yapılmış." yerine "Ne güzeldir." der; perestişe layık bir
sanem hükmüne getirir." (Sözler, 30. Söz)

Okuduğumuz bu cümlelerde Avrupa
edebiyatının ve ondan tereşşuh etmiş edebiyatın kâinata bakış açısı nazara
veriliyor. Her şeyi kendi hesabına çalışan bir varlık olarak algılayan Batı
kaynaklı edebiyatın ruhu tahlil ediliyor. Varlığın güzelliklerini bir
"sanem" hükmüne getiren böyle bir anlayışın uzantılarına birtakım
Müslüman sanatçıların eserlerinde de rastlamaktayız maalesef.

Nübüvvet
çizgisindeki/anlayışındaki eneyi 30.Söz’de tarif ederken onun kendisini
"abd" bildiğinden, başkasına hizmet ettiğinden söz eder Bediüzzaman.
Enenin varlığı, başka birisinin varlığı sayesinde vardır. Görevi ise
"kendi Halık’ının sıfat ve şuunatına mikyas ve mizan olarak şuurkarâne bir
hizmet"tir. Peygamberler ve onların açtığı ışıklı yolda yürüyenler eneye
böyle bakmışlar, bütün mülkü Allah’a teslim etmişler, O’nun mülkünde,
Rububiyetinde ve Uluhiyetinde ortağı, benzeri olmadığını, herhangi bir
yardımcıya, bir vezire ihtiyaç duymadığını ifade etmişlerdir.

İşte böylece dinle barışık
olmayan felsefeyi çeşitli yönlerden sorgulayan Bediüzzaman, onun karşısına
"hikmet-i Kur’aniyeye"yi çıkarmıştır. Yine 30. Söz’de felsefenin
İslam dünyasındaki olumsuz etkilerine değinilmiştir. İbni Sina ve Farabi gibi
dahilerin o mesleğe girdiklerinden dolayı adi bir mü’min derecesini ancak
kazanabildiklerini söyleyen Bediüzzaman, İmam-ı Gazali’nin bu şahıslara o
dereceyi bile vermediğini de hatırlatır. Ayrıca Mutezile imamlarının
"zîneti sûrîsine meftun olup" o mesleğe ciddi temas edip, aklı hâkim
ittihaz etmelerinden dolayı ancak "fasık, müptedi bir mü’min"
derecesine çıkabildiklerine işaret eder, Bu arada ünlü İslam sanatçılarından
Ebü’l Ala-i Maarri ve Ömer Hayyam’dan söz eder. Burada yapılan iki nitelemeye
vurgu yapmak istiyorum: "Bedbinlikle maruf’ ve "yetimane anlayışla
mesuf’. Maarri için birinci, Hayyam için ikinci sıfatı kullanan Bediüzzaman,
Müslüman sanatçının eserini verirken nelere dikkat etmesi gerektiğine işaret
etmekte ve sanat anlayışımızın temel ilkeleri konusunda da bir açıklama yapmış
olmaktadır. Maarri ve Hayyam gibi sanatçıların "o mesleğin nefs-i emmareyi
okşayan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle" ehli hakikat ve kemalden "sille-i
tahkir ve tekfir" yediklerini de kaydeder Bediüzzaman.

Felsefecilerin bir grubunun
Cenabı Hakk’a "mûcib-i bizzat" dediklerini belirten Bediüzzaman, bu
grubun bütün kâinatın sonsuz tanıklıklarını yalanladığını söyler. Tüm varlıklar
Allah’ın iradesini gösterdikleri halde "kör olası felsefe"nin gözü,
bu hakikati görmemektedir.

Lemeat’ta "Fatiha’nın
ahirinde işaret olunan üç yolun beyanı" başlığı altında üç yoldan bahseden
Bediüzzaman, burada felsefe yolunda gidenlerin ancak yüzde birinin kurtulduğuna
işaret eder.

Felsefe ve hikmet-i insaniye
kâinat kitabının yalnızca nakış ve harflerinden söz etmekte, anlamına önem
vermemektedir. Bediüzzaman Kur’an’ın gerçek hikmeti ders verdiğini, kâinat
kitabının anlamlarını öğrettiğini, "sarhoş felsefe" gibi harflerin
nakışlarını anlatarak insanların vaktini mâlâyaniyatta sarf ettirmediğini
vurgular.

Bir zamanlar felsefe ilimlerini
pek yanlış olarak "maden-i tekemmül ve medar-ı tenevvür" zannederek
İslamî ilimlerle birlikte onları da havsalasına doldurduğunu söyleyen
Bediüzzaman, daha sonra Kur’an’daki "hikmet-i kudsiye"nin imdada
yetiştiğini ve o "felsefi meselelerin kirlerini" yıkayıp
temizlediğini söyler.(26.Lem’a) Aynı yerde geçen "hikmet-i ecnebiye veya
fünûn-u medeniye namı altındaki kısmen dalalet, kısmen mâlâyaniyât
meseleleri" ifadesi bize Batıdan gelen felsefeyi, hikmeti ve bilimi
sorgulaması itibariyle önemlidir. Bunlar ruhu kirletmekte, kalbi hasta etmekte,
nefsi şımartmaktadır. Risale-i Nur’un başından sonuna adı ister konulsun, ister
konulmasın, felsefe densin ya da denmesin, Kur’an’la barışık olmayan
felsefenin, Batı biliminin, medeniyetinin, pozitivizmin, aydınlanma
felsefesinin, materyalizmin vb. sorgulanması ve tenkidi vardır. Bunların
karşısına Kur’anî bir medeniyet tablosu çıkarılmıştır.

Felsefi zemin bahsiyle ilgili
olarak Emirdağ Lahikası’ndaki (1.cilt, s.158) bir açıklama, Risalelerdeki
felsefe bahislerini daha iyi anlamamızı sağlamaktadır: "Risale-i Nur’un
şiddetli tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise, mutlak değildir, belki muzır
kısmınadır. Çünkü felsefenin hayatı içtimaiye-i beşeriyeye ve ahlâk ve kemâlâtı
insaniyeye ve sanatın terakkiyâtına hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı ise,
Kur’an ile barışıktır, belki Kur’an’ın hikmetine hâdimdir, muaraza edemez. Bu
kısma Risale-i Nur ilişmiyor.

İkinci kısım felsefe, dalalete
ve ilhada ve tabiat bataklığına düşürmeye vesile olduğu gibi, sefahet ve
lehviyat ile gaflet ve dalaleti netice verdiğinden ve sihir gibi harikalarıyla,
Kur’an’ın mucizekâr hakikatleri ile muaraza ettiği için Risale-i Nur ekser
eczalarında mizanlarla ve kuvvetli ve bürhanlı muvazenelerle felsefenin yoldan
çıkmış bu kısmına ilişiyor, tokatlıyor, müstakîm menfaattar felsefeye
ilişmiyor."

Bu ifadelerden zararlı
felsefenin özellikleri anlaşıldığı gibi, Kur’an’la barışık felsefenin de temel
ilkeleri ortaya çıkmaktadır. Kur’an’la barışık olan bu felsefe, insanlığın
sosyal hayatına, ahlâkına, insanî olgunlaşmaya, Kur’an’ın hikmetine hizmet
etmektedir. Doğru olanı gösterir, faydalıdır.

Hüzün

Yukio Mişima’nın Vatanseverlik
adlı öyküsü, bana risalelerdeki felsefi bahisleri hatırlatmıştır hep. Yaz
Ortasında Ölüm’ün bu ilginç öyküsü, materyalist felsefenin insanın kişisel
hayatına yansıyan yönünü, maneviyatsızlık psikolojisini ve hüzün farkını
göstermesi itibariyle kayda değer.

Öyküyü okuyanlar bilirler:
İntihar etmeye karar veren bir teğmen vardır burada. Karısı Reiko da aynı
kararı vermiştir. Bilikte öleceklerdir. Bilinmesi gereken bir başka nokta daha
vardır. Mişima, bu öyküsünü beş yıl sonra sinemaya uyarlamış, filmin yönetmenliğini
yapmış, ayrıca filmde oyuncu olarak görev yapmıştır. 25 Kasım 1970’te de
kendisini öldürmüştür yazar.

17.Lem’a’da her bir canlının
felsefe şakirtlerinin nazarında "zalimlerin hücumuna maruz, miskin birer
musibetzede" olduğunu belirten Bediüzzaman, onlar için dünyanın bir
"matemhane-i umumiye" olduğunu, dünyadaki sadaların "ölümlerden,
elemlerden gelen vaveylâlar" olduğunu söyler. Felsefe şakirdi; kalbinde
bir dayanak noktası bulamadığı için "zatında gayet aciz bir cebbarı
hodfüruş"tur. O şakirt, "hevesatı nefsaniyeyi tatmin ve hamiyet ve
fedakârlık perdesi altında kendi menfaati nefsini arayan ve hırs ve gururunu
teskin etmeye çalışan" bir dessastır.

Mişima’nın öyküsündeki teğmen
de, en yakın çalışma arkadaşlarının isyancıların arasında olduğunu öğrendi.
Birliklerin kısa bir süre sonra birbirleriyle savaşacaklarını haber aldı. Bunun
üzerine evinde harakiri yaparak kendisini öldürdü. Karısı Reiko da hemen
ardından bir hançerle intihar etti. Teğmenin veda notunda bir tek cümle vardı:
"Yaşasın İmparatorluk Kuvvetleri!" Bu ifadeleri okuyunca
Bediüzzaman’ın "hamiyet ve fedakârlık perdesi altında kendi menfaat-i
nefsini arayan" tespitini hatırlıyorum. Teğmen de sözde hamiyetperverlik
ediyor, İmparatorluk Kuvvetleri’ni yüceltiyordu. Üstelik canına kıyıyordu.
Ancak hırsını ve gururunu da teskin ediyordu. Mişima, teğmen ve karısının ölüm
anlarını "Bu kahraman ve kutsanmış çiftin son dakikaları, tanrıları bile
ağlatabilecek dakikalardı." diye tasvir ediyor. Buradaki
"kahraman" ve "kutsanmış" sıfatları aslında "cebbar-ı
hodfüruş" olan bu insanların bir felsefe şakirdi tarafından ortaya konmuş
nitelemeler. Karısına "bir gün sonrayı düşünmemesi" gerektiğini
telkin eden teğmen, bir gün harakiri yapacağını söyler karısına; karısı da ona
eşlik etmek istediğini belirtir. Bu çiftin ölmeden önce ilişkide bulunmaları,
içki içmeleri ise, bu insanların kalp lâtifelerini nasıl hunharca
öldürdüklerinin göstergesidir. Kalbinde bir dayanak noktası bulunmayan,
ölümsüzlüğe inanmayan, hiçlik karanlıklarında boğulan kimse için ölümün anlamı,
ancak yokluktur. Teğmenin ölüm isteği ile ten hazlarının yoğunlaşmasını
"yoğun bir özgürlük" olarak niteleyen yazar, hangi özgürlükten söz
ediyordu? Sanırım, Ölü Ozanlar Derneği’nde de canına kıyan bir gencin bu
eylemi, cesurca ve soyluca bir davranış olarak telkin ediliyordu. Teğmenin
verdiği ölüm kararı "yüreklilik açısından bir savaşa gitmekle eş
değerde"miydi? "Ülkesi için" canını veren teğmen, aslında
"hevesâtı nefsaniye’yi tatmin etmiyor muydu? Bu nasıl bir hüzündü?

Ve ölüm sahneleri; "…Teğmen,
gözlerini karısına dikmiş, atmaca gibi bakıyordu…. Kılıcın, karnının sol
yanına iyice derinden dalmasını sağlamayı amaçlıyordu. Korkunç çığlığı odanın
sessizliğini parçaladı. Kılıcın on onbeş santimlik ucu etin içine gömülmüş,
avcunun içindeki bezle sarılı kısım da karnına dayanmıştı…. Kılıcı sağ elinde
tutan teğmen, karnını kesmeye başladı…. Mide, sandığı kadar kolay
kesilmiyordu… " Böylece devam ediyordu ürkünç sahneler. Evet,
"miskin musibetzede"lerle karşı karşıyaydık. Dünya onlar için genel
bir yas yeriydi. İşittiğimiz sesler, ölümlerden ve elemlerden gelen
iniltilerdi. Acıma duygularımız tahrik ediliyordu. "Zarara kendi rızasıyla
giren"e merhamet edilebilir miydi? Kader risalesindeki dağa gitmek isteyen
çocuk hastalandığında ve düştüğünde kime suç isnad edebilirdi? Teğmen ve karısı
Reiko, acınmaya müstahak olmadıkları halde, yazarın bizde uyandırmak istediği
duygu, takdirdir, merhamettir, böylesine bir hareketi alkışlamamızdır. Yetimâne
hüzünlerle donanmamızdır. Mişima, kahramanının yolundan yürüdü gitti
karanlıklara, uçurumlara.

Şimdi Sözler’e dönelim:
"Avrupazâde edebse, fakdü’l ahbaptan, sahipsizlikten neş’et eden gamlı bir
hüznü veriyor; ulvî hüznü veremez. Zira sağır tabiat, hem de kör bir kuvvetten
mülhemâne aldığı bir hissi hüznü gamdâr, âlemi bir vahşetzâr tanır; başka çeşit
göstermez. O sûrette gösterir, hem de mahzunu tutar; sahipsiz de olarak
yabanîler içinde koyar; hiçbir ümit bırakmaz.

Kur’an’ın edebi ise, öyle bir
hüzün verirki, âşıkâne hüzündür, yetimâne değildir. Firâku’lahbaptan gelir;
fakdül’lahbaptan gelmez. "(Lemeât) Ayrıca 25.Söz’de bu ikinci hüzünden söz
edilirken "Ahbap var. Firakında müştakâne bir hüzün verir. İşte şu hüzün
hidayeteda, nurefşan Kur’an’ın verdiği hüzündür." denilmiştir.

"Vatanseverlik" adlı
öyküde teğmenin hüzünlerini bu izahlar ışığında daha iyi değerlendiriyorum. O,
yabancılar içindeydi, hiçbir ümit kalmamıştı. İnsan kâinat ortasında
yapayalnızdı, böylece varlık meydanına fırlatılıp atılmıştı. Sahipsizlikten
neş’et eden bir hüzündü.

Hüzün bahsinde üzerinde
duracağımız bir başka eser, Guy de Maupassant’ın "Mezar" adlı öyküsü.
Bu öyküdeki avukat Courbataille, sevdiği kadının bir hastalıktan dolayı genç
yaşta ölümü karşısında çok sarsılmış ve onu bir kez daha görebilmek için
mezarını açmaya karar vermişti. Genç kadının cesedini mezardan çıkarırken de
mezarlık bekçisi tarafından yakalanan Courbataille, mahkemede sevgisinin
serüvenini anlatır: "Ölünce duyduğum o şiddetli ümitsizlik öylesine
sersemleştirdi ki, artık düşünemiyordum. …. O zaman aklıma şu sabit fikir
takıldı: Onu bir daha göremeyeceğim. Bütün bir gün bunu düşününce cinnet
geçiriyor insan! Düşününüz! Dünya yüzünde ona benzer bir ikincisi olmayan bir
varlık, taptığınız bir varlık var…. Ve bu varlık birden kayboluyor! Sadece
sizin bakımınızdan kaybolmuyor, ebediyen yok oluyor. Öldü. Bu kelimeyi anlıyor
musunuz? Hiç, hiç, hiçbir zaman, hiçbir yerde bu varlık olmayacak artık….
Yirmi yıl var oldu, daha fazla değil ve ebediyen, ebediyen, ebediyen yok
oldu!"

Sevgilisini bir daha
göremeyeceğine inandığı ve onu son bir kez daha görmek için mezarı açtığını
söyleyen Courbataille tabutu açtığında sevgilisinin yüzünün mor, şişmiş ve
korkunç olduğunu görür. Ölünün ağzından kara bir su akmıştır. İşte
Courbataille’in bu hüznünü şöyle açıklıyor Bediüzzaman: "Yani
ahbapsızlıktan, sahipsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki, dalâletalûd,
tabiatperest, gafletpişe olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür."
Ben bu karanlıklı hüznü ürkünç hüzün diye tanımlıyorum kendimce. Sevgilisine
bir daha kavuşamayacağına inanmaktadır avukat. Onu "metresim" olarak
nitelendirmesi de, bize "gayri meşru bir muhabbetin neticesinin tam bir
azap olduğunu"da hatırlattı. Burada üzerinde durulması gereken bir başka
nokta da kadın ve erkek arasındaki sevginin mahiyetidir. Bediüzzaman’ı
dinleyelim:"Hem refika-i hayatını rahmeti İlâhiye’nin munis, lâtif bir
hediyesi olduğu cihetiyle sev ve muhabbet et. Fakat çabuk bozulan hüsnü
sûretine muhabbetini bağlama. Belki kadının en cazibedâr, en tatlı güzelliği,
kadınlığa mahsus bir letâfet ve nezâket içindeki hüsnü sîretidir."
32.Söz’de bu konuya değinen Bediüzzaman, leziz taamları, meyveleri, anayı,
babayı, çocukları, eşi, dost ve ahbapları, enbiya ve evliyayı, hayatı,
gençliği, baharı, güzel şeyleri dünyayı sevmekle ilgili bir soruya "Tâdâd
ettiğin sevdiklerini ‘sevme’ demiyoruz. Belki onları ‘Cenab-ı Hakkın hesabına
ve O’nun muhabbeti namına sev’ deriz" şeklinde bir cevap vermiş ve
bunların açıklamasını yapmıştır ilerideki satırlarda.

10.Söz’de ahiret akidesinin
insan hayatı üzerindeki tesirlerini ele alan Bediüzzaman, konumuzla ilgili
olarak derki: "Herkesin hanesi küçük bir dünyasıdır. Ve o hane ve aile
hayatının hayatı ve saadeti ise, samimi ve ciddi ve vefadarane hürmet ve hakiki
ve şefkatli ve fedakârane merhamet ile olabilir. Ve bu hakiki hürmet ve samimi
merhamet ise ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir refakat ve sermedi bir
beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hudutsuz bir hayatta birbiriyle pederane,
ferzendane, kardeşane, arkadaşane münasebetlerin bulunmak fikriyle, akidesiyle
olabilir. Meselâ der; `Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta daimî
bir refika-i hayatımdır."

Yukarıdaki ifadelerde vurgu
yapacağımız nokta sevginin "ebedî bir arkadaşlık", "daimi bir
refakat" olarak değerlendirilmesidir. Araya ölümün girmesi, bunu değiştirmez.
Ölümden sonra buluşma olacak ve "firak" sona erecektir. Müslüman’ın
hüznü "ebediyen yok oldu" düşüncesinden doğan bir hüzün değil,
ayrılıktan neş’et eden bir hüzündür. Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin başında cüdayihâ
(ayrılıklar) kelimesinin kullanılmasını bu bağlamda düşünüyorum. Nahifi
çevirisiyle ilk beyti hatırlayalım: "Dinle neyden kim hikâyet
etmede/Ayrılıklardan şikâyet etmede" Ney’in şikâyeti, sızlanması
hiçlikten, yokluktan, sahipsizlikten, fakdü’lahbaptan değildi. Ney, ayrılıktan
şikâyet ediyordu. Çünkü inanan insan için ölüm bile ayrılığın adıdır. Ölümle bu
dünyadaki sevdiklerimizden sadece ayrılıyoruz. Bizden önce ölenler de bizden
ayrılırlar. Buluşmak üzere bırakır giderler bizleri veya biz onları bırakırız.
Ayrıca ölüm, sevgili Peygamberimize (a.s.m.), bizden önce vefat eden güzel
insanlara, "yüzde doksan dokuz ahbaba" kavuşma anlamını taşır. Böyle
bir hüzün mahbubane hüzündür. Sezai Karakoç’un "Sürgün Ülkeden Başkentler
Başkentine" adlı şiirini de bu manada düşünüyorum. Evet insan bu dünyada sürekli
bir ayrılığı, hasreti yaşamaktadır. Fani olan onu hakiki anlamda tatmin
etmemekte ve insan, Allah diyarına, ebed memleketine iştiyak duymakta, orayı
özlemektedir. Yunus "mülki bekadan gelmişem", Erzurumlu İbrahim Hakkı
"can ellerinden gelmişim" derken işte bu sonsuzluk ülkesini
anlatıyor, Yunus "ben dost kokusun almışam" derken, oraya duyduğu
hasreti ifade ediyordu. İnsanın dünya gurbetindeki ıstırabı, ancak ölümle son
buluyordu. Bu gurbetin ve sonsuza duyulan fıtrî özlemin farkında olabilmesi
için insana uyarılarda bulunur Yaratıcı. "Dünyaya pek çok meftun ve
müptela olduğu halde dünyadan nefret ve âlem-i bekaya geçmek için, eseri rahmet
olarak iştiyakengiz bir halet" (17. Söz) verilir insana. Bu haleti netice
veren vecihlerden nümûne olarak beşini anar Bediüzzaman. Örneğin bunlardan
birini şöyle açıklar: "İhtiyarlık mevsimiyle dünyevî, güzel ve câzibedar
şeyler üstünde fena ve zevalin damgasını ve acı manasını göstererek, o insanı
dünyadan ürkütüp, faniye bedel, bir bâkî matlubu arattırıyor." Bir diğerini
de şöylece belirtir: "İnsanın alâka peyda ettiği bütün ahbaplardan yüzde
doksan dokuzu, dünyadan gidip diğer bir âleme yerleştikleri için, o ciddi
muhabbet saikasıyla o ahbabın gittiği yere bir iştiyak ihsan edip, mevt ve
eceli mesrurane karşılattırıyor." Burada geçen "iştiyak"
kelimesi, bu konuda anahtar kavram olarak kullanılabilir.

Risale-i Nur’a göre, inanan
için mutlak yalnızlık yoktur. Müslüman sanatçı da böyle bir yalnızlığın
ürkünçlüğüne düşmemelidir. Yalnızlık ve kimsesizlik vahşetini dindiren de
Allah’a ve meleklere olan imandır. "Madem Rahîm bir Halık’ımız var; bizim
için gurbet olamaz. Madem O var; bizim için her şey var. Madem O var;
melaikeleri de var. Öyle ise bu dünya boş değil; hâli dağlar, boş sahralar
Cenâb-ı Hakk’ın ibadıyla doludur. Zîşuur ibadından başka, O’nun nuruyla, O’nun
hesabıyla taşı da, ağacı da birer mûnis arkadaş hükmüne geçer, lisanı hâl ile
bizimle konuşabilirler ve eğlendirirler." (26.Lem’a)

Güzellik

Batı Medeniyetinin iğrenç bir
savaşla günahlarını kustuğu İkinci Dünya Savaşı ortalığı kasıp kavururken ünlü
İngiliz kadın romancı Virginia Woolf, eşi Leonard Woolf’a hitaben şu satırları
yazmıştı 1941’de canına kıymadan önce: "Çıldıracağım, bu tüyler ürpertici
günlerde yaşamımı sürdüremeyeceğim gibi bir duygu var içimde. Sesler
işitiyorum. Yoğun çalışma yapamıyorum. Bu duyguyu mutluluğumu sana borçluyum.
Sen, iyilikten hiç geri kalmadın. Varlığımı sürdürerek senin yaşamını
bozmamalıyım."

Güya bu intihar, bir özveri
anlamı taşımaktadır. Woolf’ün varlığını sürdürerek eşinin "yaşamını
bozmaması", hiç de inandırıcı bir cesaretin ve özverinin tezahürü
değildir. Yazar, "tüyler ürpertici günler" derken, belki de
intiharının bir boyutunu açıklamaktadır. Bu cinayetle ayrıca "korku
azabı"nı sona erdirmiştir. 14. Söz’ün deprem bahislerinde "korku
azabı"ndan söz eder Bediüzzaman, depremin manevi bir musibetini
açıklarken.

Müslüman olmayan birçok
sanatçının intiharına tanık oldu çağımız. Bu yazarların intiharlarına birçok
gerekçe bulunuyordu. Bazen de onlar sanatçı oldukları için, intiharları bir
ölçüde yüceltiliyordu. Oysa Sanat ve İntihar’da Ali Göçer’in belirttiği gibi
"Hiçbir edim, sanatçıya, edebiyatçıya ait olduğu için ne yüceltilebilir,
ne de yerilebilir"di. "Bir insan olarak herkes için geçerli olan
genel ölçü içinde değerlendirebilir onların edimleri de."

Şimdi de İşârâtü’l İ’caz’dan
bir metin alıntılayalım: "Her şeyin biri mülk, diğeri melekût, yani biri
dış, diğeri iç olmak üzere iki ciheti vardır. Mülk ciheti bazı şeylerde
güzeldir, bazı şeylerde de çirkin görünür ayinenin arka yüzü gibi. Melekût
ciheti ise, her şeyde güzeldir ve şeffaftır ayinenin dış yüzü gibi. Öyle ise
çirkin görünen şeyin yaratılışı, çirkin değildir, güzeldir; ve aynı zamanda o
gibi çirkinlerin yaratılışı, mehasini ikmal içindir. Öyle ise çirkinin de bir
nevi güzelliği vardır."

Alıntıladığımız bu metinde
Bediüzzaman "çirkinin de bir nevi güzelliği"ne işaret ederken,
kâinattaki manzarayı, olayları çirkin gören ve intihar eden sanatçıların veya
genel olarak tüm insanların ölümlerine ve felsefelerine de bir yorum
getirmektedir. Çirkinlik adına aklınıza ne gelirse gelsin tüm bunlar,
"mehasini ikmal" içindi. Hani vitrinlerde satılacak eşyaların, teşhir
edilen güzel malların yanına odun, dal gibi aykırı şeyler konur ya. Bu
aykırılıklar içinde esas malzeme daha güzel görünür. Çünkü "güzelin
güzelliğini artıran, çirkinin çirkinliğidir. "(Mesnevi-i Nuriye) Bir de
Risale-i Nur’da geçen bir örneğe yer verelim. "Tabiatları latif, ince ve
latif sanatlara meftun bazı insanlar, bilhassa has bahçelerinde pek güzel
hendesevârî bir şekilde, şekilleri, arkları, havuzları, şadırvanları
yaptırmakla, bahçelerine pek muntazam bir manzara verirler. Ve o letafetin, o
güzelliğin derecesini göstermek için bazı çirkin kaya, kaba, gayri muntazam
mağara ve dağ heykelleri gibi şeyleri de ilave ediyorlar ki, onların
çirkinligiyle, adem-i intizamıyla bahçenin güzelliği, letafeti fazlaca
parlasın."(Mesnevi-i Nuriye)

Her şey, ancak zıddıyla
bilindiğinden çirkin ve kaba şeyler, güzelliği artırmaktadır. Göz, sanatları
görüp de "basiret Sâni’i görmezse" asıl çirkinlik söz konusu
olmaktadır. İman nurunun kulaktaki zarı ışıklandırdığı zaman kulağın
"kâinattan gelen manevi nidaları" işiteceğini, hatta rüzgârların,
bulutların, denizdeki dalgaların, yağmurların, kuşların vesaire varlıkların
tesbihatlarını, kelamlarını duyacağını söyleyen Bediüzzaman, kâinatın sanki
"İlahî bir musiki dairesi" olduğunu, türlü türlü âvazların,
terennümlerin kalplere "hüzünleri ve Rabbanî aşkları intibâ’ ettirerek
kalpleri, ruhları "nuranî âlemlere" götüreceğini söyler. Bunun tersi
olduğunda, yani kulak küfürle tıkandığında "o leziz, manevî, yüksek
savtlardan" mahrum kalır insan. İşte Woolf da bu "sesler"den
mahrum kalmıştır. O lezzetleri "îrâs eden âvazlar, matem seslerine
inkılâp" etmiştir. "Kalpte o ulvî hüzünler yerine, ahbabın fıkdanıyla
ebedî yetimlikler, mâlikin ademiyle nihayetsiz vahşetsiz ve sonsuz
gurbetler" hâsıl olmuştur. İşte Müslüman sanatçının kâinata bakışı, nazarı
ve niyeti. Kâinata böyle bakan, onu böyle dinleyen insan için
"çirkin" nedir? İnsan ancak Marifetullah ve Muhabbetullahtaki zevke
ulaşarak "dünyanın vahşeti mutlakasından ve insanın kâinattaki gurbeti
mutlakasından" (Mektûbât) kurtulabilir. 29.Mektup’ta geçen bu ifadedeki
"gurbeti mutlaka" ibaresine dikkat çekmek istiyorum.

Gözün nuru da iman nuruyla ışıklanırsa
ve kavîleşirse bütün kâinat "gül ve reyhanlar ile müzeyyen bir
cennet" (İşârâtü’l İ’caz) şeklinde görünür. "Gözün göz bebeği de bal
arısı gibi, bütün kâinat safhalarında menkuş gül ve çiçek gibi delillerinden,
bürhanlarından alacağı ibret, fikret, ünsiyet gibi usâre ve şiralarından
vicdanda o tatlı imanlı balları yapar. Burada geçen "ibret, fikret,
ünsiyet” kavramları Müslüman sanatçının dünyaya bakışına ve onu yansıtmasına
bir ufuk da getirmektedir sanırım. İmanın öyle bir derecesi vardır ki, insan o
imanla "bütün kâinatı bir Kur’an gibi okuyabilecek" (Sikke-i Tasdiki
Gaybî) dereceye gelir. Oysa göz küfür karanlığıyla kör olursa bu koca dünya bir
"hapishane şekline" (İşârâtü’l İ’caz) girer, "bütün hakaik-ı
kevniyye nazarından gizlenir, kâinat ondan tevahhuş eder", kalbi hüzün ve
kederle dolar.

Ebede müştak olan, daima bir
şeyler arayan, insan "başkentler başkenti"ne mi yöneliyordu farkında
olmaksızın veya ayrımına vararak? Fıtratındaki sonsuzluk meyline cevap mı
arıyordu? Necip Fazıl "Biricik meselem sonsuza varmak" derken bu
hasrete, bu coşkuya mı işaret ediyordu? Cahit Sıtkı "Gün eksilmesin
penceremden" derken bunun için mi "her mihnet"i kabul ediyordu?
Bediüzzaman "Kim kendi uyanık vicdanını dinlese ‘ebed, ebed’ sesini
işitecektir" yargısıyla buna mı işaret ediyordu?

"Mutlak hayırdan hayır,
Cemil-i Mutlaktan güzellik" gelir(Sözler) diyen Bediüzzaman, Allah’tan
abes bir şey gelmeyeceğini belirtir. Her şey ya "hakikaten" güzeldir,
ya bizzat güzeldir veya sonuçları açısından güzeldir.

Risale-i Nur’da "O, her
şeyi en güzel şekilde yarattı."(Secde, 7) ayetinin tefsiri yapılırken
"Bir kısım hadiseler var ki zahirî çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî
perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var."(Sözler, 18.
Söz) denilmiştir. Bu ifadeler Müslüman sanatçı için önemli ölçüler
getirmektedir. Hayatta zahiren çirkin olan olaylar, durumlar edebî esere
yüzeysel anlamıyla aktarılmamalıdır. Nokta-i nazar daima ahiret olmalıdır. Aksi
halde sanat eseri yetimane hüzün verme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır.

Şu sözlere de kulak verelim:
"Her muhibbi dine ve aşıkı hakikate lazımdır ki: Her şeyin kıymetine
kanaat etmek ve mücazefe ve tecavüz etmemektir. Zira mücazefe kudrete
iftiradır." (Muhakemât) Bahsin devamında yaradılıştaki kemal ve güzelliğe
kanaatsizliğin ve bunları istihfaf etmenin İmamı Gazzali’ye "Daire-i
imkânda daha ahsen yoktur." sözünün söylettiğine işaret edilmektedir. İşte
dünyadaki çirkinlik ve intizamsızlıklar, dünya bahçesinin güzelliğine, düzenine
"bir süs" olmak üzere Allah tarafından "kasten"
yapılmıştır. Bunu da "pek yüksek, geniş, şairane bir hayal ile dünyanın o
bahçe manzarasını nazar altına alabilen adam görebilir." 24. Mektup’ta
insanın hiçbir zaman şikâyete hakkı olmadığını harika bir tarzda izah eden
Bediüzzaman, Hastalar Risalesi olan 25.Lem’a’nın bir devasında da şunları
söyler: "Sen açlıkla O’nun Rezzak ismini tanıdığın gibi, Şâfî ismini de
hastalığınla bil. Elemler, musibetler, bir kısım esmasının ahkâmını
gösterdikleri için, onlarda, hikmetten lem’alar ve rahmetten şualar ve o şuaât
içinde çok güzellikler bulunuyor. Eğer perde açılsa, tevahhuş ve nefret ettiğin
hastalık perdesi arkasında sevimli, güzel manaları bulursun."

Şimdi edebî eserleri, genel
anlamda tüm sanat eserlerini, yetimane feryatlarla dolduran, kaderi tenkit
eden, insanı dünyanın ortasına fırlatılmış bir yaratık, başıboş bir mahluk
olarak betimleyen sanatçıları düşünüyorum. Balıkçılar’daki babanın uzakta bir
yeri gösterip gülmesini, yüzündeki muzlim, boğuk şikayetleri, intiharı
kutsayanları… Bir takım Müslüman sanatçıların eserlerinde de bu duruma
rastlamaktayız. Bediüzzaman bir yerde "fena ve fani" bir adamın
"güzel ve bâkî" (16.Mektup) sözünden bahsederken bir ölçü de vermiş
olmaktadır Öyleyse Müslüman sanatçıların Müslüman olmayan eserleri olabildiği
gibi, İslam çizgisi dışarısındaki sanatçıların da evrensel boyutları
yakalayabilmiş, insanî olana ulaşabilmiş, Müslüman’ca eserleri vardır. Demek ki
mihenge iyi vurmak, yazılan yazıları, sanat eserlerini altındaki imzalara göre
değil de, temel ilkelere göre irdelemek gerekmektedir.

Yine 17. Mektup’ta teessürlerin
ve ümitsizlikle yoğrulmuş teellümlerin önüne geçmek, bunların yıkıcı
etkilerinden kurtulmak için üç gerekçe gösterilir: Dünyanın ebedî olmaması,
insanın dünyada sonsuza dek kalmaması ve ayrılığın sonsuz olmaması. 10. Söz’de
de güz mevsiminde bahar ve yaz âleminin güzel mahlukatının tahribatının
"idam" değil, vazifelerinden "terhis" olduğu kaydedilir.
Hem de yeni vazifedar memurlara böylece yer hazırlanmaktadır. Oysa Mehmet
Rauf’un Eylül’ünde şu ifadeleri hatırlıyorduk: "Evet, her şey çürüyor, her
şey… İnsanlar çürümeyecekler mi? Eylülde sanki bahara hasret çeken üzgün bir
tazelik, sanki üzerine çöken kışın, kendini mahvetmek isteyen sonbahara rağmen
devam etmek, yine bahar olmak mücadelesi vardır: fakat bunun muhtaç olduğu
şeylerden mahrumdur ve kendisinde de dayanma gücü kalmamıştır, tabiat da bunu
anlamış gibi acı bir düşünceyle üstüne çöken ıssızlığın, matemin altında
ezilerek durur. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ne kadar dayanabilirse dayansın
kışın gâlip geleceği, artık şeyin, her ümidin bittiğini, buna tahammül lâzım
geldiğini anlamaktan doğan bir takatsizlik ile ağlar. Ne renk, ne de güzel
koku. İşte yapraklar ölüyor. Rüzgâr insafsız, yağmur inatçı, her şey çürüyor,
oh! Her şey çürüyor…" İşte yetimâne idam sahneleri.

25. Lem’a’da "Güzelin
ayinesi güzeldir. Güzelin mehasinlerini gösteren ayine güzelleşir. O ayinenin
başına o güzelden ne gelse güzel olduğu gibi, hayatın başına dahi ne gelse
hakikat noktasında güzeldir." diyen Bediüzzaman, Müslüman sanatçının
eserini ortaya koyarken dikkat etmesi gereken temel ilkelerden bazılarını da
ifade etmektedir. Bu bağlamda Zweig’in, London’un, Hemingway’in intiharlarını
nasıl değerlendirmemiz lazım geldiğini de anlıyoruz.

Sanatın kaynağı

Sait Faik Abasıyanık, Haritada
Bir Nokta adlı öyküsünde haksızlığa uğrayan bir adamdan söz eder. Bu mazlum
adamın başına gelenleri hikaye eden yazar, öykünün sonunu şöyle bağlar:
"Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir
hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü
bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem
kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük
değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum.
Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım." Kuşkusuz her
sanat eseri, bir haksızlığı söz konusu etmez, bir zulümden etkilenerek kaleme
alınmaz; ama yukarıdaki metin sanat eserinin kaynağı konusunda bize az çok bir
fikir vermektedir. "Hüsün, elbette bir aşık ister." (15.Söz) diyen
Bediüzzaman, bu sözüyle bence eser ve okuyucu (dinleyici, izleyici) bağlamına
da dikkat çekmektedir.

Asâ-yı Musa’da geçen şu
ifadeler, güzel sanatların insan fıtratının doğal bir meyvesi olduğuna işaret
etmektedir: "Her insan, kıymetli bir sözünü ve fiilini bakileştirmek için
iştiyakla kitabet ve şiir, hatta sinema ile hıfzına çalışır. Hususan o
fiillerin Cennette baki meyveleri bulunsa, daha ziyade merak eder. Sanatın
temelinde "kıymetli bir sözü ve fili bakîleştirmek" düşüncesi/eğilimi
vardır. Sait Faik, nasıl bir zulmü belgelemek, bir anlamda ona karşı koymak
için öyküsünü yazmışsa, diğer bir sanatçı da bir şehir yalnızlığını, bir
şefkatin derinliğine, kimsesizliğin duyarlılığını, bir sevginin şiirini
yazmıştır. Pek çok konu da yoğun bir biçimde iç içe örülebilir. Metinde
zikredilen "şiir, kitabet, sinema" kelimeleri sanırım bütün güzel
sanatları kapsayan kelimelerdir.

Sanat eserinde kıymetli bir söz
ve fiil kayda geçirilir, tutanaklara yazılır. "Kıymetli bir söz ve
fiil" ifadesi, çok zengin bir muhtevaya sahiptir. Bu muhteva "insanı
Allah’tan koparmayan" bir özellik gösterir göstermelidir. Ancak bu
muhtevayı menkıbe ve kıssa olarak düşünmemeliyiz yalnızca. Her şeye ahiret
noktasından bakan Bediüzzaman, ikinci cümlede o fillerin "cennetteki baki
meyveleri"nden söz etmektedir. Cümlenin başındaki "hususan"
kelimesi kuşkusuz rastgele kullanılmış bir kelime değildir. Hayatın zorlukları,
musibetleri, tehlikeleri, endişeleri, hüzünleri cennette baki meyveler verecek
midir? Cennetteki baki meyveleri netice veren fiilleri hayatın her anına
yaymak, onları korumak, tutanaklara geçirmek kolay mıdır?

11. Söz’de geçen "Her
cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi
sırrınca" ifadeleri de bize sanatçının ruh halini anlatması itibariyle
kayda değer.

İnsandaki sanat eğiliminin
kökenini fıtrî açıdan anlatır Bediüzzaman: "Hüner sahibi her sanatkâr,
sanatını teşhir etmekle ve sanatının tasavvur ettiği tarzda işlemesiyle ve
istediği neticeleri vermesiyle iftihar eder." (30.Lema) Yine 30.Lema’daki
şu ifadeler sanatın kaynağı açısından bize bir fikir vermektedir:
"Malumdur ki, her bir cemal sahibi, kendi hünerini teşhir ve ilan etmekle
nazar-ı dikkati celb etmek ister ve sever. Ve hüneri gizli kalmış bir güzel
hakikat ve güzel bir mana, meydana çıkmak ve müşterileri bulmak ister ve sever.
"Bu esaslı kaideler "her şeyde" derecesine göre hükmünü
sürdürdüğünden ele aldığımız sanat konusunda da elbette geçerlidir.

Yukarıdaki ifadelerde geçen "iftihar"
kelimesi üzerinde iyice durulmalıdır. "Kader, nefsi gururdan,
kurtarır." diyen Bediüzzaman, "iftihar" kelimesiyle bir iç
yaşantıya, iç zenginliğe, ruhun sesine, insandaki sonsuzluk duygusunun
telezzüzüne, hünerini göstermek iştiyakına işaret etmektedir. Burada üç
aşamanın nazara verildiğine de dikkat etmeliyiz: Sanatı teşhir etmek, sanatın
sanatçının istediği sonuçların alınması. Ayrıca "nazar-ı dikkati celb
etmek" ve "müşterileri bulmak" isteği, herkesin sanat
duyarlılığına sahip olmadığını, ancak bir "acının bir acıyla
görüştüğünü", şiiri seçen "cins kulakların" birbirlerini
duyabildiğini mustariplerin birbirlerini bulduğunu belirtir. Ahmet Haşim,
"yanmakta bu sâgârdan içenler" derken sanki böyle bir mânâ âlemine işaret
ediyordu. Fuzulî "bu alev"den içmiş, Mecnun "bu iksir" ile
düşmüştü.

Herkes kendi hünerini, güzel
bulduğu duygu veya düşüncesini ebedîleştirmek istediği halde, niçin herkes bir
sanatçı, bir öykücü, bir şair değildi? İsmet Özel, haksızlık karşısında
susmakla bir güzellik karşısında duyarsız kalmayı aynı bağlamda düşünmüyor
muydu? Tüm insanlar sürekli olarak güzelliklere ve haksızlıklara tanık olduğuna
göre, herkesin bu konulardaki duygulanıp, bunları ifade etmesi gerekmiyor
muydu? Ne ki durum böyle değildi. Herkes sanatçı olmuyordu. Sanatçı içinde
volkanlar taşıyacak, "içindeki binlerce mahşeri bir senteze dönüştürecek,
paramparça bir kalp taşıyacak, ümmetin ve insanlığın ıstırabını çekecek,
insanlara umut taşıyacak, bunları "güzel" bir biçimde ifade
edecektir. Demek ki sanatçı duygulanma açısından ifrat bir noktada olan
insandır. Hasan el-Emrani’nin belirttiği gibi "edebiyat, Rabbanî
hakikatlerin tecelli edebilmesi için, eşyanın zahirî görüntüsünün ötelerini
gösteren acip bir ayna mesabesindedir." Bunu tüm güzel sanatlara teşmil
etmek mümkündür. Sanatçı "hevaî, hevâperestane, vâhî hevesperverâne
elfaz"dan (25.Söz) kaçınarak ötelerin aynası olmaya çalışmalıdır.

Edebî türler ve diğerleri

Kelâmın yüksek (etkili) ve
güzel olması yönünden dört asıl unsuru ele alır Bediüzzaman: Mütekellim, muhatap,
maksat, makam. (25.Söz) Ediplerin yanlış olarak yalnızca makam’ı göstererek,
sadece söz’ü nazara verdiklerini, oysa sözde "Kim söylemiş? Kime söylemiş?
Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?" hususlarının göz önünde tutulması
gerektiğini söyler. Sanatçı "bal arısının ve hayvanatın ilhamatından tut,
ta avamı nasın ve havassı beşeriyenin ilhamatına kadar ve âvâmı melâikenin
ilhamatından ta havassı kerrûbiyyûnun ilhamatına kadar bütün ilhamat, bir nevi
kelimatı Rabbaniyedir." hakikatinin bilincinde olacak, ancak Kur’an’la
yarışmaya kalkışmayacaktır. 3. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu’na
"Risale-i Nur’un Poetik Özelliği" adlı tebliğiyle katılan Muhsin
Kalkışım, şiirle ilgili beş ilkeyi şöyle belirlemiştir: "1. Şiir,
Kur’an’ın yerini almamalıdır. 2. Şiirin mahiyeti, harici aleme ayna olmak,
tabiata benzemek ve onu taklit etmektir. 3. Şiir, ‘mücerred güzellik’i
yansıtmalıdır. 4. Şiirde hayal, daima hakikate bağlı olmalıdır. 5. Şiirde esas
olan vezin ve kafiye değil, iç ahenktir."

Muhakemat’ta "Hilkati alemde
maksudu bizzat ve galibi mutlak, yalnız hüsün ve hayır ve hak ve
kemaldir." ifadeleriyle Müslüman sanatçının bâtılı tasvir, yetimane hüzün,
ümitsizlik gibi konularda nasıl bir yola ve anlatım biçimine başvuracağı
konusunda genel ölçütler verilmektedir. Yine Muhakemât’ta sanatçının tabiata
öğrencilik etmesi gerektiğini şöyle ifade etmektedir Bediüzzaman: "Hem de
sanatı hayaliyesiyle tabiata şakirtlik etmek gerektir. Tâ tabiatın kavanini
onun sanatında in’ikas edebilsin." Demek ki bir sanat esereni tabiattaki
ahenk, düzen, yerli yerindelik, letafet yansıyabilmeli, tabiatın muhteşem
nizamı orada in’ikas edebilmelidir. Özü bulamayanın kabukla meşgul olduğunu,
hakikati tanımayanın hayallere saptığını, mübalağanın temelinde de yaradılışın
güzelliğini, azametini, yüceliğini görememenin yattığını söyler. Sanat eserinde
aşırılıklardan kaçınılmalı, hayalperest olunmamalıdır. İfrat ve tefritin çaresi
de dört şeydir: Felsefe-i şeriat, belâgat, mantık, hikmet. (Muhakemât)

Belâgatın temelinde ise istiare
ve mecaz vardır. "Esâlîb-i Arap’ta tecelli eden hüccetullahın miftahı,
yalnız istiare ve mecaz üzerine müesses ve asli i’caz olan belâgattir."
(Muhakemât) İslamiyet’in esasının sıdk, küfrün esasının kizb olduğunu
belirterek (İşârâtü’l İ’caz) Müslüman sanatçıya bir ölçü daha vermektedir
Bediüzzaman.

Risale-i Nur’un birçok yerinde
şiire, şaire ve şairliğe değinilmiştir. Mektûbât’tan bir metin alıntıyalım:
"Sonra senin yazdığın ‘Bak kitab-ı kâinatın safha-i renginine…’ ila ahir
olan rengin ve zengin şiir hatırıma geldi. O şiir ile semanın yüzündeki
yıldızlara baktım. ‘Keşke şair olsaydım, bunu tekmil etseydim’ dedim." (4.
Mektup)

Bu metindeki "rengin ve
zengin" sıfatları, Bediüzzaman’ın şiir düşüncesini yansıtan iki kelime
olması hasebiyle dikkat çekmektedir. Bu iki sıfatla, şiirde ahenge, iç ritme,
içerik zenginliğine önem verdiğini belirtmiş olmaktadır Üstad. Onun semanın
yüzündeki yıldızlara "o şiir ile bakması" da manidardır. Burada
şiirin mahiyeti, telkin gücü ve hikmeti ifade etmesi düşünülmelidir. Yıldızlara
şiirle bakması, Bediüzzaman’ın şiire değer verdiğinin de kesin bir
göstergesidir. "Şiirde söz cümlesindedir. İyisi iyi bir söz gibi güzel,
kötüsü de kötü bir söz gibi çirkindir."(Kütüb-ü Sitte, 8.cilt, 182) gibi
hadisleri de hatırlıyor, bazı şiirlerin iyi ve hikmetli, bazı şiirlerin de kötü
olduğuna hükmediyoruz. Şair olmak arzusu hisseden Bediüzzaman, yukarıdaki
metnin sonraki cümlelerinde şiire ve nazma istidadının olmadığını
belirtmektedir.

Hz. Peygamber bir şair
değildir. Vahiyle şiir karşılaştırılamaz, şiir vahyin yerini alamaz, onunla
yarışamaz, Vahiy Allah kelâmıdır, şiir beşer sözüdür. "Biz peygambere şiir
öğretmedik: bu, ona yaraşmaz da" (Yasin, 69) ayeti bu hakikate işaret
etmektedir. "Kur’an-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatleri câmi
olduğundan şiirin hayalâtından müstağnidir." (13.Söz) diyen Bediüzzaman,
ayetlerle şiirin farkını vurgulamakta, ayetle şiirin mukayese edilemeyeceğini
vurgulamaktadır. Yine 13. Söz’de aynı konuyla ilgili olarak şunları söyler.
"Şiirin şe’ni, küçük ve sönük hakikatleri, büyük ve parlak hayallerle
süslendirip beğendirmek ister. Halbuki Kur’an’ın hakikatleri o kadar büyük,
âlî, parlak ve revnaktardır ki, en büyük ve parlak hayal o hakikatlere nispet
edilirse küçük ve sönük kalır."

Evet, şiir dahil hiçbir beşer
kelamı ayetlere nispet edilemez. "Sair kelâmların Kur’an’ın âyâtına
nispeti, şişelerdeki görünen yıldızların küçücük akisleriyle yıldızların aynına
nispeti gibidir. Evet, her biri birer hakikati sâbiteyi tasvir eden, gösteren
Kur’an’ın kelimatı nerede; beşerin, fikri ve duygularının ayineciklerinde,
kelimatıyla tersîm ettikleri manalar nerede?" (25.Söz) Kur’an’ın
kelimeleri, melekler gibi canlı kelimelerdir.

Sözler’deki Lemeat’ın başında
nazım ve kafiyeyi bilmediğini söyleyen Bediüzzaman, Lemeat’ta "en âlî
hakikatlere en müşevveş bir libas" giydirdiğini, daha iyisini bilmediği ve
yalnız manayı düşündüğü için bu eserin böyle ortaya çıktığını ayrıca böyle bir
biçimi ihtiyar ederek "cesedi libasa göre yontmakla rendeleyen"
şairleri böylelikle eleştirdiğini belirtir. Burada cesedi libasa göre yontan,
yani biçimsel öğelere kendilerini kaptırarak, anlamı ikinci plana iten şairler
tenkit edilmektedir. Demek ki şiirde anlam ön plandadır.

Sonraki "İfade-i
Meram" bölümünde sahabelerin savaşlarına dair bir destanın hoşuna gittiğini,
kendisinin de onun tarzı nazmını benimsediğini, böylece Lemeat’ta "nazma
benzer bir nesir" ortaya çıktığını söyleyen Bediüzzaman, vezin için
kesinlikle "tekellüf" yapmadığını vurgular. "kafiyede tevakkuf
edilmesin. Külâh püskülsüz olur; vezin de kafiyesiz olur; nazım da kaidesiz
olur." diyerek modern dönemin insanına en uygun düşen şiirin de
özelliklerini ortaya koyar. Lafız ve nazmın sanatça cazibedar olması halinde
nazarları kendisiyle meşgul edeceğini de bu düşüncelerinin gerekçesi olarak söyler
Bediüzzaman. Bu yüzden "Nazarı manadan çevirmemek için perişan olması daha
iyidir." (Sözler)

Zeval ile acılanan kavuşmaların
keder ve meraka değmediğini, lezzetin zeval bulmasının elem olduğunu, hatta
bunu tasavvur etmenin bile insana üzüntü verdiğini belirten Bediüzzaman bazı
şiir kitaplarını ve şiirleri bu açıdan da eleştirir: "Bütün mecazî
aşıkların divanları, yani aşknameleri olan manzum kitapları, şu tasavvuru
zevalden gelen elemden birer feryattır. Her birinin bütün divanı eş’arının
ruhunu eğer sıksan, elemkârâne birer feryat damlar." (17.Söz)

Bediüzzaman şiirin kıymetli ve
şirin bir ifade vasıtası olduğuna inanır. Onu bir ‘nimet’ olarak telâkki eder.
Nazmı sevdiği halde bu nimet’in kendisine verilmediğini, şiirin kendisine
verilmemesinin büyük bir ihsan olduğunu sonradan anladığını söyler. "Şiir
ise, çendan kıymettar, şirin bir vasıta-ı ifadedir. Fakat şiirde hayal
hükmettiği için hakikate karışır, hakikatlerin suretini değiştirir. Bazen
hakikat birbirine geçer. Halis, hak ve mahzı hakikat olan Kur’an-ı Hakim’in
hizmetinde istikbalde bulunacağımız mukadder olduğundan kader-i İlahî bir
inayet olarak bize şiir kapısını açmadı." (Barla Lahikası) ifadelerinde
de, Risale-i Nur’un bir Kur’an tefsiri olması yönünden şiir konusu
değerlendirilmektedir. "Biz Peygamber’e şiir öğretmedik." ayetinin
sırrının da buna baktığını söylerken (Barla Lahikası) bu hakikate işaret
etmektedir. Yoksa edebî bir tür olarak şiire karşı değildir. Aksine şiiri şirin
bir anlatım vasıtası olarak görmektedir. Aynı konuya Mesnevi-i Nuriye’de de
değinen Bediüzzaman "Ayetlerin bahsettikleri hakikatler, şiirlerin
bahsettikleri hayalattan pek vâsi ve pek yüksektir." der.

Risale-i Nur’da şiire dair bazı
sözler Üstad’ın şiir düşüncesini anlamamızda bize bir fikir vermektedir.
Meselâ: "Bu şiiri güzel gösteren, içindeki hayalin hakikate bir derece
müşabehetidir."(Muhakemât) "Bu hakikate işaret eden şu hakikatli
şiire bak." (Mektubât) gibi ifadeler, şiirde hakikatin önemini
vurgulamaktadır.

Muhakemât’ta retorik
konularının ele alındığı Unsuru’l Belâgat bölümü vardır. Burada üsluptan şiire,
kafiyeden soyut güzelliğe kadar pek çok hususta fikir serdedilmiştir.
Bediüzzaman’a göre lafızperestlik, suretperestlik, üslubperestlik,
teşbihperestlik, hayalperestlik, kafiyeperestlik bir hastalıktır. Bunların ileride
mânâyı kendine feda edecek derecede bir maraz olacağına inanmaktadır Üstad. Bir
zarafet nüktesi için, kafiyenin hatırı için birçok edebiyatçı edepsizlik
etmektedir. Söz, süslü olmalıdır, ancak anlam korunmalıdır. Mânânın suretine
haşmet verilmelidir, fakat meâlin izni alınmalıdır. Üslup parlak olmalıdır, ama
maksadın istidadı müsait olmalıdır. Teşbihe revnak verilmelidir, ancak matlubun
münasebetiyle uyumlu olmalı, amacın rızası tahsil edilmelidir. Hayale cevelan
ve şaşaa verilmeli, fakat hakikati incitmemek, ona ağır gelmemek, hakikate
misal olmak ve hakikatten yardım dilemek şartıyla.

Retoriğin hayat düğümünü, başka
bir deyişle beyanın felsefesini veyahut şiirin hikmetini, dış âlemin
yasalarının ve ölçülerinin temessülünde (benzeşme) arayan Bediüzzaman,
dışarıdaki hakikatlerin "şairane olan maneviyât ve ahvalde"
yerleştirilmesi gerektiğini söyler.(Muhakemât) Ve aynadan söz eder. Hilkatin ve
tabiatın öğrencisi olan sanatçı, kendi sanatında hariçten "in’ikas eden
hakikatin şualarını temessül eder."(Muhakemât) Bu aynanın mutlaka
hakikatin derûnuna bağlı kalması ve bizi sonsuz olana, eşyanın ötesindeki
gerçeğe ulaştırması gerekir, Ancak aynadaki güneşle hakiki güneşin mahiyetleri
bilinmezse, insan aynadaki güneşte boğulabilir. Aynanın ölmesiyle güneşin
ölmediğini, aynanın kırılmasıyla güneşin yok olmadığını anlayabilen insan,
bütün sevgisini gökteki güneşe çevirir. İnsanın kalbi, hüviyeti ve mahiyeti de
birer aynadır. İnsandaki sonsuzluk sevgisi ve arzusu da Allah’a yönelmek
içindir. Öyleyse şair de böyle bir bağın kurulmasına çalışmalıdır. Şair, Şuara
sûresinin sonunda sözü edilen "her vadide hayran ve şaşkın dolaşan"
şairlerden olmamak için hayalperestlikten kaçınmalı, "doğru ve yanlış, iyi
ve kötü her konuya dalarak, her vadide yürüyerek, ifadelerini hayret ve aşkla
bürüyerek"(Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 5.cilt) etkili
olmaya çalışmamalı, "yapmayacağı" şeyleri söylememelidir. Yani
"her bir hayalde bir dane-i hakikat bulunması şarttır."(Muhakemât)
Şuara Sûresinin sonunda "iman edip iyi ameller işleyenler, Allah’ı çok
zikredenler ve kendilerine zulmedildikten sonra öclerini alanlar"
biçiminde nitelendirilen şairler, öncekilerden bu vasıflarıyla ayırt
edilmektedirler. Bediüzzaman şairlerin "hayalen yaptıkları hayret ve
muhabbet secdeleri"nin dalâlet olduğuna işaret ederek bunun tehlikesini
belirtmektedir.

Şiirin ve genel anlamda sanatın
amacı, soyut güzelliktir. Her güzelliğin kaynağı hüsnü mücerrettir. Hüsnü
mücerret ise "mezâyâ ve letâif denilen belagat çiçeklerinin
bostanıdır."(Muhakemât) Çiçeklerin bostanı, yaradılış cennetlerinin nazlı
varlıkları olan, çiçeklere perestiş eden ve "şair denilen
bülbüllerin" nağmeleridir. Bülbüllerin nağmelerine ruhanî ahenk veren şey
de, mananın nazmıdır. Mananın nazmını esas alan Bediüzzaman, "safiyeyi
kafiyeye feda" eden bir şiir anlayışının karşısındadır.

Risale-i Nur’da şiir dışındaki
edebî türlere dair çeşitli düşünceler de yer almış, bunlar eleştirel bir tarzda
genel manada ele alınmıştır. Bediüzzaman’ın karşısına dikildiği, tenkit ettiği
edebiyat "Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat"tır. (Sözler,
Lemeat) Benim bu ifadeden anladığım mana, hem Avrupa edebiyatı, hem de ister
Amerika’da, İster Japonya’da, isterse Türkiye’de olsun, Avrupa’dan "tereşşuh
etmiş" edebiyattır. Kuşkusuz, Bediüzzaman genel bir çerçeve çizmiş, bu
dairenin içerisine küfrün, dalâletin, maddeci felsefenin "karanlıklı"
dünyasını alarak isabetli tahliller yapmıştır. Doğuda ve Batıda bu çercevenin
dışına taşan, arayan, bulmaya çalışan sanatçılar da vardır. Tarkovsky’nin,
Goethe’nin, Krusowa’nın, Rijke’nin vb. kimi eserlerini bu çerçevenin dışında
düşünebiliriz.

Bediüzzaman’ın eleştirdiği
"Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat", "romanvârî"
bir nazara sahiptir. Bu romanvârî nazarlar Kur’an’ın yüce güzelliklerini onun
haşmetinin neziyetlerini göremez ve tadamaz. Buradaki "romanvârî
nazar" ibaresi üzerinde durulmalıdır. "Tanrı’yı öldüren", vahyi
tanımayan, hiçlik karanlıklarında boğulan, kutsalı reddeden, ölümün haksızlık
olduğuna inanan, her şeyi ve yaşamayı saçma bulan, varlığın başıboş olduğuna
kanaat getiren bir nazardır bu.

Edebiyatta üç cevelan meydanı
olduğunu vurgulayan Bediüzzaman bunları "aşkla hüsün", "hamaset
ve şehamet" ve "tasvir-i hakikat" olarak açıklar. Fakat "yabani
edeb", hamaset noktasında hakperestlik yapmaz, hatta zalim kimselerin
gaddarlıklarını alkışlayarak kuvvetperestlik duygusu aşılar.

Güzellik ve aşk noktasında ise
bu edebiyat, hakiki aşkı bilmez ve şehvetli bir zevki nefislere zerk eder.

Gerçeği betimlemek isterken de
kâinata Allah’ın sanatı olarak bakmaz bu edebiyat; tabiatı tasvirle yetinir. Bu
yüzden salt tabiat aşkını telkin eder, kalpte maddeperestlik duygusunu
yerleştirir ve kendisini bundan kolayca kurtaramaz.

Dalâletin insanda oluşturduğu
ruh ıstıraplarına bu edepsizlenmiş edeb (müsekkin, hem münevvim) hakiki fayda
vermez. Bediüzzaman, sinema ve tiyatroyu da roman kategorisine sokar söylemi
itibariyle: "Tek bir ilacı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir
hayyı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat! Meyyit hayat veremez. Hem
tiyatro gibi tenâsühvârî, mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevî
romanlarıyla hiç de utanmaz." Burada roman, sinema ve tiyatronun
"ilaç" olarak sunulması ve batı âleminde (ve kısmen bizde) bilinçli
veya bilinçsiz bu şekilde algılanması sorununa parmak basan Bediüzzaman,
sanırım hikmetsiz bir sanatın karşısına çıkmanın yanı sıra sanatın dinin yerini
alma çabasına da bir eleştiri getirmektedir. Oysa Sezai Karakoç’un deyişiyle
"Din dindir; sanat sanattır; ikisinin ilişkisi olsa da."(Edebiyat
Yazıları I) Adı geçen sanatları ibadetin yerine ikame etmek mümkün müdür? İman
ve ibadet olmayınca, bunların yerine insanı eğlendirecek, meşgul edecek,
teellümlerden kurtaracak bir şeyler gerekmiştir ve bu "ilaç"
bulunmuştur. Oysa "Tanrı’dan izin alması gereklidir sanatçının. Bu da
alçakgönüllülükle olur. Tanrı’ya teslim olmayan, eşyayı teslim alamaz."(S.
Karakoç, Edebiyat Yazıları I) Sanatını böyle veren sanatçının yanı sıra, okur
veya seyirci de böyle bir atmosferde okumaya/izlemeye koyulmalıdır.

Bu edebiyat beşerin ağzına
"yalancı bir dil" koymuş, insanın yüzüne "fasık bir göz"
takmış, dünyaya "âşüfte fistanı" giydirmiştir. Şayet güneşi gösterse
onu "sarı saçlı güzel bir aktrisi" hatırlatarak tasvir eder. Böyle
bir anlayışın amacı, sefahetin kötü, zararlı olduğunu göstermek, bunun
insanlara yakışmadığını telkin etmektir. Ne ki sefahet öyle anlatılır ki
"ağız suyu akıtır, akıl hâkil kalamaz."

Cemil Meriç Sosyoloji Notları
ve Konferanslar’da Fransız edebiyatından söz ederken şöyle bir değini yapar:
"Manon Lescaut, bir aşk hikâyesidir. Tabiî bütün bunları yaparken yazarlar
aynı vesileye sığınmaktadırlar. Rezillikleri, iğrençlikleri, zaafları neşretmek
suretiyle insanlığı bunlardan iğrendirmek ve böylece ahlâka sevk etmek. 18. asrın
sonuna kadar Fransız hikâyesi aşağı yukarı bu düzeyde." Cemil Meriç’in
vurgu yaptığı hususun sonraki yüzyıllarda hem Batı edebiyatında, hem de Türk
edebiyatında yaygın olduğunu söyleyebiliriz. Yazarlarının niyetini
bilemeyebiliriz ama, Peyami Safa’nın Sözde Kızlar’ında, Matmazel Noraliya’nın
Koltuğu’nda, Castillo’nun Karar Gecesi’nde, Ömer Seyfeddin’in pek çok öyküsünde
vb. böyle tasvirlere rastlıyoruz. Oysa Bediüzzaman’ın Lemeat’ın bir başka
yerinde belirttiği gibi, batıl şeyleri güzel tasvir etmek, safi zihinleri
yaralamakta, bozmaktadır. Çünkü batılın anlatılması "iştihayı
kabartmakta", "hevesi tehyîc" etmektedir.

"Avrupazâde edeb"
insana ahbapsızlıktan, sahipsizlikten kaynaklanan gamlı bir hüzün vermekte,
kâinatı bir vahşet yeri olarak sunmaktadır nazarımıza. Mahzun bir kimseyi
yabancılar içinde sahipsiz olarak gösterir. Hem mahzundan yana bir tavır
sergiler, hem de tüm ümit kapılarını kapatır. Böylece ilhada kadar gider. Bu
"yabanî edeb"in verdiği şevkle nefis, heyecana düşer, heves yayılır.
Böyle bir edebiyat ruha ferah veremez.

Kur’an’daki edeb ise hevayı
karıştırmaz, insanı aldatmaz. Bu edeb insana "hakperestlik hissi, hüsn-ü
mücerred aşkı, cemalperestlik zevki, hakikatperestlik şevki" (Lemeat)
verir. Yani Müslüman sanatçı, sefahet sahneleri sergileyip iştihayı kabartmak,
ten hazlarını tehyic etmek yerine hakperestlik duygusu aşılar. Soyut güzelliği,
cemâlperestlik zevkini telkin eder. Kâinattaki görkemli güzelliğe Yaratıcı
hesabına bakar. Hakikate doğru çeker. Haksızlık karşısında susmamayı, tepki
göstermeyi aşılar, uyarır. Kâinata "tabiat cihetinde" bakmaz.

Sanem ve sûret konusunda da
Risale-i Nur’da geçen bahisler, hem resim sanatı, hem de putlaştırılan roman
(öykü, tiyatro, sinema) kahramanları hususunda bize ışık tutmaktadır:
"Sanemperestliği şiddetle Kur’an men ettiği gibi; sanemperestliğin bir
nevî taklidi olan sûretperestliği de men eder. Medeniyet ise, sûretleri kendi
mehasininden sayıp, Kur’an’a muaraza etmek istemiş. Halbuki gölgeli, gölgesiz
sûretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riya-i mütecessid veya bir heves-i
mütecessimdir ki; beşeri zulme ve riyaya ve hevaya, hevesi kamçılayıp teşvik
eder." (25.Söz) Buradaki "gölgeli sûret" ifadesinden heykel,
anıt, hatta resim anlaşılabilir belki. Ama "gölgesiz sûret" ne
demektir? Bir takım insanların veya insan duygularının roman, öykü, tiyatro,
hatta şiir gibi türlerde putlaştırılması hatırıma geliyor hemen. Söz gelimi dul
bir kadının veya bir genç kızın, bedensel isteklerine cevap aramalarındaki
"masumluk" Yazar, bu duyguları öylesine anlatır ki, okuyucu neredeyse
bu "masum" duyguların, bu "insanî" hissiyatın doyumu için
yapılan meşru olmayan davranışlara hak verir. Böylesine "ayartmaya"
çalışır okuru yazar. Veya hayattaki zorluklar karşısında intihara karar veren
ve bu niyetini gerçekleştiren birinin intiharını alkışlar. Böylece heva ve
heves kamçılanır. Fallaci’nin Bir İnsan’ı, Tolstoy’un Anna Karenina’sı,
Flaubert’in Bovary’si vb. böyle anlatılmamış mıdır? Alıntıladığımız metnin
sonraki cümlelerinde "sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan
sûretlerine hevesperverâne bakmak, derinden derine, hissiyâtı ulviyeyi
insaniyeyi sarsar, tahrip eder." diyen Bediüzzaman, bu tür eserlerin
tasvir ve telkinlerinin insan ruhunda yıkımlar yaptığını da ihsas ettirmektedir
bence. Harama bir nazar kalpteki kaç latifenin ölmesine sebep olmaktadır?

Bu konuyla irtibatlı olduğunu
sandığım tiplemelere de değinmek isterim. Risale-i Nur’daki temsilî hikâyelerde
ve mukayeselerde yapılan olumlu ve olumsuz nitelemeler bize bir fikir
verebilir. Olumsuz nitelemelere birkaç örnek: "İnsafsız ve dikkatsiz ve
imanı zayıf, felsefesi kavî, hodbin, münekkit adam" (24.Söz);
"hodbin, hodgâm, hodendiş, bedbin" (2.Söz); "bedbaht"
(3.Söz); "mağrur, nefsi firavunlaşmış, ayyaş" (6.Söz); "ahlâksız
ve serseri (8.Söz); "akılları bozulmuş, kalpleri sönmüş" (11.Söz);
"bîçare, müflis felsefî" (33.Söz); "maddiyat karanlığında, evham
zulümâtında, boğucu şübehât içinde çırpınan gafil" (33. Söz)

Olumlu nitelemelere de birkaç
örnek verelim: "Hudabin, hudaperest ve hakendiş, güzel ahlâklı" (2.Söz);
"bahtiyar" (3.Söz); "vazifeperver" (5.Söz); "aklı
başında olan" (6.Söz); "güzel huylu" (8.Söz); "emin"
(10. Söz).

Batı sanatına ve edebiyatına
karşı eleştirel bir söylem getiren Bediüzzaman, bu edebiyatı Batı uygarlığının
bir parçası, bir sonucu olarak görür. Buraya Sözler’den bir alıntı yapalım:
"Hem, nasıl medeniyeti hâzıra, hikmeti Kur’an’ın ilmî ve amelî İ’cazına
karşı mağlup oluyor; öyle de medeniyetin edebiyat ve belağatı da Kur’an’ın edep
ve belagatına karşı nisbeti, öksüz bir yetimin muzlim bir hüzün ile ümitsiz
ağlayışı; hem süfli bir vaziyette sarhoş bir ayyaşın velvele-i gınasının (şarkı
demektir) nisbeti ile ulvi bir aşığın muvakkat bir iftiraktan müştakane,
ümitkârane bir hüzün ile gınâsı (şarkısı); hem, zafer veya harbe ve ulvî
fedakârlıklara sevk etmek için teşvikkârane kasâid-i vataniyeye nisbeti
gibidir. Çünkü edep ve belâgat, tesiri üslûp itibariyle ya hüzün verir, ya neşe
verir. Hüzün ise iki kısımdır: Ya fakdü’lahbaptan gelir, yani ahbapsızlıktan,
sahipsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki, dâlaletâlûd, tabiatperest,
gafletpîşe olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün,
fırakü’lahbaptan gelir. Yani ahbap var; firakında müştakâne bir hüzün verir.
İşte şu hüzün, hidayetedâ, nurefşan Kur’an’ın verdiği hüzündür. Amma neşe ise,
o da iki kısımdır: Birincisi nefsi hevesata teşvik eder; o da tiyatrocu,
sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının şe’nidir. İkinci neşe nefsi susturup
ruhu, kalbi, aklı, sırrı, maaliyata, vatanı aslilerine, makarr-ı ebedilerine,
ahbab-ı uhrevîlerine yetişmek için lâtif ve edebli mâsumâne bir teşviktir ki; o
da Cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü’yet-i Cemalullaha beşeri sevk eden ve
şevke getiren Kur’an-ı Mu’cizü’l Beyan’ın verdiği neşedir.” (25. Söz)

Çok kuşatıcı bir düşünsel
derinlikle böyle bir tahlil ve karşılaştırma yapan Bediüzzaman, genel anlamda
Batı medeniyetini "tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyet" diye
vasıflandırmaktadır. Kanaatimce Üstad burada adı geçen sanat türlerine cephe
almamakta, bu tür eserler vererek çevreye "yetimane hüzün" saçan,
"tabiatperest" bir anlayışı telkin eden, insanı
"gafletpîşe" uçurumlara atan, nefsi "hevesat"a teşvik eden
sanatçıları sorgulamaktadır. İman boşluğunu sanatla doldurmaya çalışan böyle
bir anlayışın karşısına, İlahî ilkelerle çıkarak beşeri asıl vatana, uhrevî
dostlara, rü’yet-i Cemalullaha yönlendiren, insana bu konudaki ihtiyacını
hissettiren eserlerin anlamını ve işlevini vurgulamaktadır.

Cemil Meriç Bu Ülke’sinde
romandan söz ederken şunları söyler: "Divan Edebiyatında roman yok. Niçin
olsun? Batının ilk romanlarından biri ‘Topal Şeytan’. Kahraman, evlerin damını
açar, bizi yatak odalarına sokar. Roman, başlangıcından itibaren bir ifşadır.
Osmanlının ne yaraları vardır, ne yaralarını teşhir etmek hastalığı. Hikâyeler
ya bir cengâveri ebedileştirir, ya ‘hisse alınacak bir kıssa’dır."

Orhan Pamuk’un Sessiz Ev’indeki
Dr. Selahattin’in çığlıkları, Bediüzzaman’ın "öksüz bir yetimin muzlim bir
hüzün ile ümitsiz" ağlayışlarını hatırlatıyor bana: "Hiçlik! Hiçlik
denen bir şey var, ve bu zavallı savaş ölüleri, şimdi, bu hiçliğin dipdiri
kuyusuna düşüp gittiler… Allah ve cennet ve cehennem olmadığına göre, ölümden
sonra yalnızca hiçbir şey var: Hiçlik dediğimiz şey var yalnızca. Bomboş bir
hiçlik! Ölümden sonra hayat yoksa, ölenlerin hayatı bütünüyle geriye hiçbir şey
kalmamacasına, ölümle birlikte yok olur gider…. Ölümden sonra, bu kimsesiz
hiçliğe içinden bir daha çıkamayacağın bir karanlık denizinin dibine iner gibi
ineceksin: Geri dönüşü olmayan bir sessiz kimsesizlikte boğulacaksın….
Hiçliğin acımasız, buz gibi çamurunda yapayalnız yok olup gideceksin…"

Küfür, insan ruhuna manevî bir
cehennem hayatı yaşatır böylece: "Evet madem Allah var ve ilmi ihata eder;
elbette adem, idam, hiçlik, mahv, fena hakikat noktasında ehli imanın
dünyasında yoktur. Ve kafirlerin dünyaları ademle, firakla, hiçlikle, fanilikle
doludur. Nasıl ki iman ölüm vaktinde insanı idamı ebediden kurtarıyor; öyle de
herkesin hususî dünyasını dahi idamdan ve hiçlik karanlıklarından
kurtarır."(25.Söz)

Son söz yerine

Buraya kadar Risale-i Nur
eserlerini esas alarak sanatın hayatla ilişkisini en genel hatlarla belirlemeye
çalıştık. Bediüzzaman Said Nursi’nin mü’minler, Müslümanlar için ifade ettiği
ilkeleri, bakış açısını biz Müslüman sanatçı için de düşündük ve bu eserlere
estetik bir nazarla bakmaya çaba gösterdik. "Tek başına bir İslam kültürü
külliyatı" (Sezai Karakoç, İslam’ın Dirilişi) olan Risale-i Nur, bir
estetik kitabı değildir kuşkusuz. İslam ilkelerini yeni bir üslûpla sunmakta,
Kur’an’a ayinedarlık yapmaktadır. Belki bu yüzden "Risale-i Nur
estetiği" gibi bir ifade yanlış olabilir. Ancak Risale-i Nur’dan sanata ve
estetiğe dair düşünceler çıkarılabileceği gibi, yazılacak yeni sanat
eserlerine, yapılacak yeni filmlere buradan bir estetik yansıyabilir.

Sanat öncelikle bir yetenek,
bir duyarlılık işidir. Bu yetenek, bu güzel "kâbiliyet-i ruhiye"
(32.Söz), bu güzel zihin, bu güzel ilim güzel sanatların ortaya çıkmasını
sağlıyor. Tüm bunlar Allah tarafından bağışlanıyor. Sanatçıya da aramak ve
keşfetmek görevi düşüyor. Ruhun manevî güzelliği, güzel ve büyük bir
"insan" olan âlemle bakışınca "can üfleniyor" kelâma. Ve
sanatçı "nevi insanın en büyük, en ehemmiyetli, en layık ve umumî olan
beka duası"nın (10.Söz) bir başka anlamda kabulü için kıymetli bir sözünü
veya fiilini ebedileştirmek için kolları sıvıyor. Ayrı bir dilden aynı ruhlara
konuşuyor. "Şairâne bir fikir ve kalp sahibi" (25.Söz) olarak
bakıyor, yazıyor ve yapıyor. Tüm yeteneğinin Allah’ın bir lütfu olduğunun
bilinci içinde, Allah karşısındaki küçüklüğünün ayrımına vararak, müsekkin ve
münevvim değil de, bir uyarıcı olarak diz çöküyor rahlesine.