Yaşamda
gerçekleşen bir takım vakıaları ve tabiatta ki faaliyetleri, sanat eserine
aksettirme çabası, insanı, diğer varlıklardan ayıran bir başka özelliktir.

Bu
aksettirme çabası, bir tür zorunluluk olarak da görülebilir. Çünkü; bu, insan
tavrının, vazgeçilmez bir tabiatı gibi bidayetten günümüze kadar
"ihtiyaçlılığını" hissettirmiş ve formunu korumuş bir sebep-sonuç ilişkisidir.
Bu açıdan düşünüldüğünde, insanlar, yüklenmiş oldukları emanetin şuuruyla,
"Düşünme" fiilini gerçekleştirmiş, bu fiili, bir şekilde ifade etme ihtiyacı
duymuşlardır. İlk çağlarda ise bu ifadeler, "resim, heykel, yazı…" gibi
tarzlarda kendini göstermiştir.

İlk devirlerde olduğu gibi günümüzde de bu
ifade tarzlarının sanat eseri olarak değer kazanması, farklı şekillerde
olmaktadır. Çünkü; sanat, dış dünyadaki gerçeklikleri matematiksel bir boyutta
ele alıp işleyemez. Gerçekte de, matematiksel boyut kesinlik ve değişmezlik
arz eder, oysa sanat eserine böyle bir yakıştırma izafe etmek; onu, monoton ve
trajik bir duruma düşürür. Asıl olan, tabiatta var olan unsurların tezat teşkil
etmeyecek şekilde kullanılmasıdır. Bu tür bir kullanım, "asıl gerçeğe" yani
sanat eserinin arkasındaki "Sani"ye ulaştırmada vasıta olacaktır.

Her sanat
eserinin bir estetiğe dayanması, onun, değer kazanmasında bir tür referansıdır.
İlk çağların "Tanrı-Tanrıça resim ve heykelleri", mitoloji ve halk hikayeleri…
gibi sosyal değerlerin bir yansıması olarak düşünülebilir. Zamanla semavî
dinlerin hakimiyetiyle "put"laşan bu eserler, yerini değişik mahiyet ve
şekildeki sanat eserlerine bırakmıştır.

"Tasvir Yasası" olarak göze çarpan bu
tavır alış, sadece İslamiyet’te değil, diğer din ve felsefi sistemlerde de
kendini göstermiştir. Bu bağlamda, Kur’an’ı Kerim’de tasvir yasağı sarih bir
biçimde konmamıştır. Ancak, edille-i şer’iyyenin ikincisi olan "Hadis-i
Şerif’lerde bu yasağa rastlamak mümkündür. Yine Hıristiyan’lıkta, "Resim ve
Heykel"in yasaklandığı bir vakıadır. Protestanlığın öncüsü sayılan Martin
Luther’in de kiliselere "Resim ve Heykel" yasağı koyduğu bir gerçektir. Her ne
kadar zamanımızda bu yasaklamalar görünmesede, putperestlik kaygısı
sürmektedir.

Tüm bu yasaklamalar, Müslüman sanatçıları başka seçenekler aramaya
zorlamış, bir nevi itici güç olmuştur.

Soyut sanat ifadeleri

Sanat anlayışının
"soyut" biçimlere zorunlu intikali ile sanata karşı izlenilen ilk tavrın,
"edebiyat" olduğunu söylemek sanırım abartılı olmaz. Kitabet ilmi, hemen her
devirde kullanılan evrensel bir materyaldir. İlk suhufun Hz. Adem’e (as) indiği
düşünülürse, kitabet ilminin evveliyatı anlaşılmış olur. Nitekim edebiyat,
"nonfigüratif’lik kaygısından uzak olması münasebetiyle oldukça önemli bir
mevkiye sahip olmuş, şiir, kıssa, vecize… gibi formlarla yorumlana
gelmiştir.

Edebiyatın tarih sahnesinde "Sanat sanat içindir", "Sanat toplum
içindir" gibi farklılığa sebep olması da onun, monotonlaşamayacağını
gösterir. Başta da yazdığımız gibi sanat eserleri, matematiksel boyutlara
getirilerek monotonlaştırılamaz.

Peygamber efendimizin, bazı kavramları
açıklarken şiirden yararlandığı rivayet ediliyor. Sahabelerden de şair ve
kassaslara rastlamak mümkündür. Ayrıca; Mevlana, Yunus Emre gibi zatların
belagatçılığı da düşünülürse, "islamî sanat anlayışı"ndan bahsetmek mümkün olur.
İşte bu doğrultularda, yakalanması gereken estetiğin "Risale-i Nur estetiği"
olduğu kabul edilmelidir. "Belagatın ruhuna taalluk eden meseleler"in
çözümlendiği Nur’lara, bir sanat eserinin uygunluğu, o sanat eseri için bir
zişan madalyası gibidir!

Şüreç, tebliğe ait olan subjelerin, gerçekliklerinin
büsbütün arındırılması ve hiçbir fenomeni dile getirmeyen bir ifadeye doğru
ilerlemesi şeklinde kendini göstermektedir. İslamî bir anlatımda kullanılan
sanat, Kur’an estetiğine dikkat etmek mecburiyetindedir. Zira temsil edilen
ifadelerin mahiyeti son derece hassas olabilmektedir. Bu ise zaman zaman pek
çok müşkilatı beraberinde getirmiştir. "Kur’an’ın bir i’caz-ı manevisi olan
Risale-i Nur" estetiği iyi tespit edilirse bu tür zorlukları aşmak hiç de zor
olmayacaktır.

Risale-i Nur estetiği

Risale-i Nur’lar bir Kur’an estetiğidir.
"Risale-i Nur, Kur’an’ı Azimüşşanla bağlanmış bir hakiki tefsirdir."1 Bu bağlamda verdiği güven ve cesaretle, tüm menfiliklere, zulme, fikri zorlamalara
meydan okuyabilecek kapasiteyi haiz bir anlam bütünlüğüne sahiptir.
Belâgatındaki parlaklık ve üslubundaki üstün tavır, "muktezay-ı hale mutabık"
olup, insanlara akılları seviyesinde hitabı esas almıştır. Bu hitab, tebliğde de
çok önemlidir. Ancak bu prensiplerin daha çok sanat eserleri için olduğunu
düşünmekteyiz.

Fakat bu ölçü, "sanat, hayatı olduğu gibi aksettirmektir"
şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu tür bir anlayış, sanatı ve sanatçıyı basite
indirgemek olur. Buna mukabil "sanat sevicilerinin" bu indirgemeyi bertaraf
etme çabası, sanatı, tar ü mar etme tehlikesini ortaya çıkaracaktır. Bu ikilem
içerisindeki bir sanatçı, ölçü olarak, feyzini Kur’an-ı Kerim’den alan, Risale-i
Nur’ları kabul etmelidir. Bu, fahiş hataları ve ön yargılı davranışları önlemede
en etkili bir yoldur. Unutulmamalıdır ki ferdin olaylara, tavırlara ve
problemlere biçim sürecinin gerçekleşmesi, ancak sanat kuramıyla mümkündür.
Bu, bir tür itibar kazanmadır. Lakin bu sürecin gerçekleşmesi, doğal gerçekliği
aşmamalı ve "manayı feda ettirecek" derecede kapalı olmalıdır. Bu, bir bakıma
demogojik ifadelerin edebiyata olan edepsizliğidir! Sanat, "gerçeklilik"
kanununu beraberinde getireceği için sanatçı, sebep-sonuç münasebeti içerisinde
muhtelif çeşitliliği ve sonsuz imkânları "Tek"e indirebilmelidir. Bu,
"sonsuzluğa son vermek" ilkesine de itiraz etmek mantıksızlıktır.

Bir başka
soyut sanat: musiki

Musiki de tasvir yasağının pratik bir sonucudur. Edebiyat,
zihnî temellere dayanır. Yani edebiyatta ağır basan taraf "entellektüel"liktir.
Ancak musiki, psikolojik bir disiplin olarak karşımıza çıkmaktadır.

İnsanın
sanatla "senli-benli" olma ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacın mutmain olduğu en
cazibedar sanat gerçeği musikidir. Çünkü musiki, muhayyileyi sınırlamadığı gibi
soyuta geçiş imkânlarını da kısıtlamaz. Fakat bu imkânın da zamanla çerçevesinin
çizilmesi icap etmiştir. Ulvî hislerden uzak, "yetimane hüzünler" sergileyen ve
"şehevî arzular"ı galeyana getiren musikinin cevaziyetini tartışmak herhalde
mantıksızlık olmalıdır. Çünkü, gaye-i müzik, maddi aşklar ve cismani lezzetler
değil, ilahi aşka ulaşabilme çabasıdır. Ne yazık ki, musiki objesi müteahhirin
İslam alimleri tarafından tam olarak tanımlanamamış, hükmü konusunda hararetli
tartışmalar başlatılmıştır. "Eğer hüzn-i yetimi veya şevk-i nefsani verse, alet
haramdır. Demek, hüzn-i Kur’an’ı veya şevk-i tenzili veren alet, zarar vermez.
Değişir eşhasa göre herkes birbirine benzemez."2 diyerek meseleye noktayı
koyan Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bu konuda izlenilecek yolu en açık
biçimde ortaya koymuştur. Ayrıca Bediüzzaman "huy izafiliği"ne de dikkat
çekmiştir. Burada illet-hikmet meselesi hatırlanıp, ona göre hareket etmek
gerekecektir.

Bu tür sanatlarda, açık da olsa, gizli de olsa ilahî aşkın
tezahürü beklenir. Bu, sanat-aşk bütünleşmesidir.

Soyut sanatın da bir takım
problemleri vardır. Bu oldukça doğal bir neticedir. Çünkü, soyutlamalarda
objektivite sağlamak oldukça zordur. Burada, bir sanat eserinin bir çok
kompleks yapısından bahsetmek de mümkündür. Bu kompleks yapı, sanatçının iç
yapısında da oldukça önemli bir yer tutar. Aslında bütün mesele, duyularımızla
kavradığımız nesnelerin, dış dünyadaki keyfiliğini aşarak, arkasındaki mutlak
vahdete ulaşma çabasından kaynaklanmaktadır. Tabiattaki karmaşıklık rölativist
bir yapıdadır. Bütün mesele masnuatın arkasındaki "Sani"nin keşfedilmesiyle
aydınlığa kavuşacaktır. Yani sanatçı, dış dünyadaki geçici güzelliklerle oyalanmayı terk edemezse bu karmaşıklığı ve kompleks yapıyı asla çözemeyecektir. Bu
da inanç açısından son derece tehlikelidir. Bu tür bir sanat yapıtının da
başarılı olmasını beklemek ütopik bir takım düşüncelere esir olmak demektir…

Ayet ve hadis literatüründe sanata bakış

Biz burada tüm ayet ve hadisleri
zikretmeyeceğiz. Sadece bir kaç örnekle konuyu özetlemek ve konu hakkında
genel bir fikir dağarcığı oluşturmayı amaç edindik.

Şüphesiz İslamiyet,
Müslüman’ın estetik ve zarif olmasını ister. Müslüman kabasaba olmamalıdır.
Elinden geldiğince muhatabına göz zevki vermeli, yine bunu Allah rızası için
yapmalıdır. Riyadan uzak durmaya dikkat etmelidir.

"Onlar kendi üzerlerindeki
ilahi sanat mucizelerini hiç düşünmezler mi?"3 gibi ayetlerde, örnek alınması
gereken sanat eserlerinin zarafetine, düzenine, intizamına dikkat çekme vardır.
F.K.R. ve D.B.R. kökünden türeyen ve Kur’an-ı Kerim’de yaklaşık otuz yerde geçen
"ilahi sanatları tefekkür"ü tavsiye edici ayet sanırım konunun önemini ortaya
koymaktadır!

Yine, Peygamber efendimizin, "dağınık gördüğü bir mezarın topağını
eliyle düzeltmesi" İslamiyet’in "görüş" zarafetine gösterdiği hassasiyetin
boyutları açısından önemlidir.

Marifet Allah’ı aramaksa sanat, o marifet
ordusunun bir sancağı konumunda olmalıdır. "Esma-i Hüsna’daki her bir ismin,
varlıklarda mutlak surette tezahür ettiği"4 göz önünde bulundurulursa, "sanat
eserlerinin en mühim gayesinin yaratıcısına bakması gerektiği "5 anlaşılır.

Dünya’nın dönüşündeki düzende "Mukaddir" ve "Munazzım" isminin, her bir bitkide
de "Latif’ ve "Cemil" isminin cilvesini görmek bir ayrıcalıktır.

Her ne kadar
Sani ile masnu arasında perdeler de bulunsa, "Allah, sanatının mucizeleriyle
kendini tanıttırmak ister."6 Sanat, ilahi aşkın elçisi olan bir semboldür. Bu
elçi, mahiyeti ve bulunduğu konum itibariyle son derece vakar olmalıdır.

Sonuç
olarak, İslamiyet’te, resim, heykel gibi somut sanat ifadeleri yasaklanmakta,
soyut sanat ise sınırları çizilmek suretiyle serbest bırakılmaktadır. Sanatçı,
kendi hislerini, duygularını bir şekilde parantez içine almalı, İslam’ın arzu
ettiği mutabakatı sağlamalıdır.

Dipnotlar

1.Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu
Lahikası, s.186.

2.Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s.678.

3.Kur’an-ı Kerim, Rum Suresi/8.

4.Sözler, s.573.

5.Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s.278.

6.Sözler, s.297.