Arapça’da bir şeyi meydana
koymak, iş yapmak, amel etmek, oluşturmak anlarındaki sun’u kökünden gelen
san’at1 Türkçe’de insanların zeka ve tecrübe ile kazandıkları bilgi
ve maharet sayesinde yaptıkları iş manâsındadır.2 Bir zamanlar dil
üzerinde yapılan faaliyetler meyanında "art" kelimesiyle karşılanmaya
çalışılan ancak tutmayan san’at kelimesi esas olarak "bir duygunun,
tasarının veya güzelliğin anlatımında kullanılan yöntemlerin tamamı veya bu
anlatım sonucunda ortaya çıkan üstün beceri" demek olmakla beraber
"belli bir uygarlığın veya topluluğun anlayış ve beğeni ölçülerine uygun
olarak oluşturulmuş anlatım" karşılığında da kullanılmaktadır. Ayrıca
"bir şeyi yapmada gösterilen ustalık" ve "bir meslekte uyulması
gereken kuralların tümü" manasına da gelmektedir.3 Şüphesiz sanatın en
meşhur tanımı "güzel ve bediî şeyler yapmaktır". Başka bir ifadeyle
san’at "tabiat karşısında duyulan heyecanı ve tahassüsü ruha hitap eden
şekiller, renkler ve seslerle tecelli ettirmek ve ifade etmek işidir".4
San’atla ilgili tarifler
incelendiğinde ortak paydayı "maharet ve beceri ürünü olan iş veya
eser"in teşkil ettiği görülmektedir. Şu halde san’at, sıradan bir iş veya
eserden farklı olarak muhatapları etkileyen, yetenek ürünü her tür faaliyettir.
İster resim, heykel gibi görsel ister müzik, şiir gibi işitsel türden olsun
kendisini sıradanlarından ayıran, dolayısıyla güzellik taşıyan ve insanların
his dünyalarında olumlu yansımalara yol açan her şey san’at vasfını hâizdir. Ne
var ki çoğu kere san’at sadece insan ürünü için kullanılmış, güzellik vasfı
taşıyan tabiatın kendisi ya da tabiattaki olaylar hakkında kullanılmamıştır.
Oysa tabiat ve tabiattaki olaylar için de san’at kelimesini kullanmak
tanımlardaki ortak noktaya tamamen uygun düşmektedir.
İnsanla beraber var olan
ve geçmişi insanlık tarihinin başlangıcına kadar giden san’at, ilk dönemlerden
itibaren felsefenin konusu olmuş, milattan önce yaşamış düşünür ve filozoflar
bile sanatın menşei, mahiyeti ve amacı konularında muhtelif fikirler ileri
sürmüşlerdir.5 Bu gün her dalı müstakil bir ilim haline gelen sanatla ilgili
bütün eğitim kademelerinde dersler okutulduğu gibi orta öğretim ve üniversite
düzeyinde müstakil kurumlar oluşturulmuştur. Ayrıca genel olarak güzel
sanatlara veya bunların türlerine dair ansiklopediler, akademik çalışmalar,
kitaplar ve dergiler neşredilmiş ve neşredilmeye devam edilmektedir.
Bu yazıda tarihî, itikâdî,
felsefi, hukukî, ahlakî vd. olmak üzere gibi boyutları bulunan sanatın itikâdî
boyutuyla ilgili birkaç noktaya işaret edilecektir. Zira dinin temelini teşkil
eden itikâdın san’at gibi hayatın çok önemli bir gerçeğinden ilişkisiz olduğunu
düşünmek mümkün değildir.
İstisnasız her insan doğal
yapısı itibarıyla bediî, güzel, sanat’lı şeylere karşı ilgi duyar. Kendisi
gerçekleştiremese bile başkalarınca yapılan san’at eserlerini tetkik edip
san’atkârını takdir eder. İster marangozluk, duvarcılık, dülgerlik, dokumacılık
gibi mihanikî ister şiir, musiki, mimarî, oyu ve resim gibi güzel san’atlar
alanında olsun6 duygusunu geliştirmesi oranında san’at özelliği
taşıyan her eser karşısında eserle san’atkârı arasında irtibat kurar ve
san’atkârın inceliğini, becerisini, yeteneğini görür. Öte yandan bilhassa
plastik san’atlar bir takım varlık ya da olayları başarılı biçimde yansıtmaya
çalışmak yahut taklit etmekten başka bir şey değildir. Nitekim milattan önce
427-385 yılları arasında yaşamış Platon bile san’atın taklit, hatta taklidin
taklidi olduğunu söylemiştir.7 Sözgelimi ünlü İspanyol ressamı Picasso’nun
keçi, oturan kadın ya da yemek yiyen üç kişi tabloları8 gerçekte keçi, kadın ve
yemek yiyenlerin taklidinden başka bir şey değildir. Herkes o taklidi
yapamadığı için Picasso’nun becerisi teslim edilmiş, tablolarına paha biçilememiştir.
Şu halde başta ressamlar olmak üzere san’at erbabına ilham kaynağı olan tabiat
gerek bir bütün olarak gerekse her bir yönü itibarıyla muhteşem bir san’at
abidesidir. san’atla san’atkâr arasında zorunlu bir irtibat olduğu aşikârdır.
Zira hiç bir san’at ürünü kendiliğinden ya da rastlantılarla oluşamaz. Bu
muhteşem san’at abidesinin de kendiliğinden ya da tesadüflerle meydana gelmiş
olması imkân dahilinde değildir. O halde bu harika san’atın bir san’atkârı
olmalıdır. İşte san’atın itikâdî açıdan temel boyutu bu san’at abidesiyle
san’atkârı arasındaki ilişkiyi görmek ve san’atkârının özelliklerini müşahede
ve kabul etmektir. Kelam literatüründe yaratıcı (Hâlık) yerine Sani teriminin
kullanılması da herhalde aynı amaca yöneliktir.
Bir san’at eseri olarak
âlemle san’atkârı arasındaki irtibat dikkate alındığında tabiattaki bütün
güzelliklerin Yaratıcının özelliklerini açık bir surette yansıttığı görülür.
Tabiattaki güzellik güzelleştiriciyi, renklilik renklendiriciyi, ahenklilik
uyum sağlayıcıyı göstermektedir. İster tabiattan yola çıkarak buradaki
güzelliklerden san’atkârın özelliklerine intikal edilsin, ister doğrudan Kur’an
ayetlerinden yola çıkarak Allah’ın özelliklerinin tabiattaki yansımaları
görülsün neticede aynı hakikat ortaya çıkacaktır. Burada tabiattaki olayları
delil olarak kullanan Kur’an’dan hareket ederek Yaratıcının san’atkârlığına
işaret eden ayetlerden bazı örnekler verilecektir.
Kur’an-ı Kerim’de
Yaratıcının varlıkları san’atkârâne yarattığını ve süsleyip güzelleştirdiğini
belirten ayetler kısaca üç grup altında verilebilir.
a) Genel olarak bütün
mahlukatın güzel yaratıldığını belirten ayetler. Şu ayet bunun örneklerinden
birini oluşturur: "Yarattığı her şeyi güzel yaratan, insanı başlangıçta
çamurdan halkeden, sonra onun soyunu bayağı bir suyun özünden yapan, daha sonra
da onu şekillendirip ruhundan ona üfleyen, size kulaklar, gözler, kalpler
(duygular) veren Allah…”9 Bu ayette Allah’ın, yarattığı her şeyi güzel
yarattığı, hilkatte çirkinliğin söz konusu olmadığı belirtilmiştir."10
Başka bir ayette ilahî renklendirmeye işaret edilmiş ve âlemdeki bütün
renkliliklerin esasen bundan kaynaklandığı belirtilmiştir."11
b) Gökyüzünün
süslendirildiğini belirten ayetler. Bu konuda 10’a yakın ayet vardır.12 Bir
ayette Allah’ın bütün evrenin Rabbi yani yaratıcı ve geliştiricisi olduğu
bildirildikten sonra "Şüphesiz biz dünya semasını yıldızlarla
süsledik"13 denilir. Başka bir ayette ise vurgulu bir biçimde
"Andolsun gökte burçlar meydana getirdik, ve onları bakanlar için tezyin
ettik"14 denilerek göklerdeki ilahî süslemenin incelenmesine ve ancak
inceleyip düşünenlerin bunu idrak edebileceğine işaret edilmektedir. Diğer bir
ayette ise soru cümlesiyle "Onlar üstlerindeki göğü nasıl yaptığımıza ve
nasıl süslediğimize bakmazlar mı? Orada bir aksaklık yoktur"15
denilmektedir. Başka bir ayette ise yine göğün süslendirilmiş olmasına
bakılması emredilmekte, orada bir eksiklik ve düzensizliğin bulunamayacağı
çünkü Allah tarafından korunduğu belirtilmektedir: "Dünya semasını
ışıklarla biz donattık ve onu bozulmaktan koruduk".16
c) İnsana güzel suret
verildiğini ifade eden ayetler. Bu hususta da birçok ayet bulunmaktadır.
Bunların birinde göklerde ve yerde olanların Allah’ı tesbih ettiği,
hükümranlığın ve hamdin yalnız O’na mahsus olduğu, buna rağmen bazı kimselerin
mü’min bazı kimselerin kâfir olduğu belirtildikten sonra "O gökleri ve
yeri hakkıyla yaratandır. Size şekil vermiş ve şeklinizi güzel
yapmıştır"17 buyurularak simalarımızdaki güzelliğin Allah’ın güzel suret
vermesinden kaynaklandığı vurgulanmaktadır. Başka bir âyette ise şöyle
denmektedir: "Sizin için yeri durak, göğü bina eden, size şekil verip de
şeklinizi güzel yapan, sizi temiz şeylerle rızıklandıran Allah’tır. İşte
Rabbiniz olan Allah budur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir!"18 Tîn
suresinde ise insanın sadece dış görünüş bakımından değil bütün yönüyle en
güzel biçimde yaratıldığı19 belirtilmektedir.
İster varlıklarda gözüken
zinetlendirme, güzelleştirme, renklendirme ve san’atkârane yapılıştan ister
ayetlerin verdiği mesajdan hareket edilsin evrendeki güzelliklerin,
renklendirmelerin, san’at eserlerinin yüce Yaratıcının eseri olduğu açık bir
biçimde belirtilmiş olmaktadır. Nitekim O’nu insanlara anlatmakla
görevlendirilen Hz. Peygamber de "Allah güzeldir, güzelliği sever"20
ve "Allah’ım! Sen yaratılışımı güzel yaptın, ahlakımı da
güzelleştir"21 ifadesiyle hem Allah’ın cemaline dikkat çekmiş hem
yaratılıştaki güzelliğin ilahî olduğunu belirtmiş hem de Ondan ahlak güzelliği
talep etmiştir.
San’atın itikadî boyutuyla
ilgili ikinci nokta, insanın san’at eseri karşısında takdir hissi duyması,
estetik tepki diye anılan beğenisini ifade etmesi gerçeğine paralel olarak
ilahî san’at karşısında da san’atkârı tesbih ve hamd etmesi hususudur. Normal
olarak insan, hangi türe ait olursa olsun bir san’at eseri karşısında takdir ve
beğeni duyar ve bunu bir biçimde yansıtmaya çalışır. Söz gelimi güzel bir
konser dinleyen kişi alkış ve benzeri davranışlarla takdir ve beğenisini
yansıtır. Aynı şekilde fevkalade bir tablo ile karşılaşan kişi duyduğu hayranlığı,
türlü şekillerde dile getirir. Mavi bir atlas olan gökyüzünün altında yeşil bir
halı gibi serilmiş yeryüzünde soluklanan insanın, kanatları renk cümbüşünü
andıran tavus kuşundan ve güneşin batışıyla oluşan tablodan bin bir renk ve
şekle bürünen çiçeklere kadar sayısız san’at harikası karşısında hayretini
ifade etmesi, beğenisini dile getirmesi son derece doğaldır. İnsanın dünyaya
gönderilmesinin gerekçesi olan ibadetin22 özünü teşkil eden tesbih ve hamd bunu
ifade etmektedir. Allah’ı bütün noksanlıklardan tenzih etmek demek olan tesbih23
ve Onu övmek, sena etmek manasına gelen hamd24 ilahî san’at karşısında hayret
ve takdir hissinin dile getirilmesinden başka bir şey değildir. Nitekim
Kur’an’ın ilk suresi olan Fatiha’nın birinci ayetinde "hamd"in
âlemlerin rabbi olan Allah’a mahsus olduğu belirtilmiştir. Söz konusu ayetin
verdiği mesaj çerçevesinde kul duygularını geliştirmesi oranında bütün âlemleri
yekpare bir tablo olarak düşünecek ve bu tabloda tenkide müsait bir eksikliğin
bulunmadığını görecek, dahası bütün övgülerin ancak bu tabloyu oluşturana ait
olduğunu teslim edecektir. Keza bir bebeğe baktığı zaman onun mükemmel
yaratılışını dikkate alacak ve "maşallah" diyerek san’atkârı
yüceltecektir. Hiç şüphe yok ki yapısında mevcut olduğu halde hislerini geliştirmeyen
ve güzeli, mükemmeli görmeyen, göremeyen kimselerin estetik zevk duyması ve
bunu dile getirmesi sözkonusu değildir.
San’atın itikâdî boyutuyla
ilgili işaret etmek istediğimiz üçüncü nokta ise san’ata katılmak ve güzelliği
yaşamaktır. Zira insan yine tabiatı gereği güzeli, güzelliği teslim etmekle
beraber ona ulaşmayı ve sahiplenmeyi de ister. Aslında san’atı ve san’atkârı
tadir etmenin arkasında biraz da güzelliğe olan doyumsuz arzu ve tükenmez özlem
vardır. Bu arzu ve özlemin son noktası güzellikle özdeşleşmektir. Ancak bunun
sonsuz bir süreç olduğu belirtilmelidir. Ama en önemsiz gibi görünen işlerden
en kıymetlisine kadar her şeyi bir düzen ve güzellik esprisi içinde
gerçekleştirmeye çalışmak o sürecin işlediğinin en açık delilidir. Her tutumunu
çirkinlikten uzak ve güzelliğe yaraşır biçimde geçiren Hz. Peygamberin hayatı
bu konudaki örneklerle doludur. Basit gibi görülen şu iki hadiseye bakalım. Bir
gün cenaze defni sırasında mezarda kazım hatası sonucu hafif bir eğrilik gördü.
Vakit geçirmeden bunun düzeltilmesini emretti. "Bunun ölüye herhangi bir
zararı var mıdır?" diye sorulması üzerine, "gerçekte böyle şeyler
ölüye ne zarar verir, ne de bir fayda sağlar, fakat bu düzeltme yaşayanların
gözlerine hoş gelmesi içindir" dedi.25 Bir başka gün mescitte iken, saçı
sakalı birbirine karışmış biri geldi. Resulullah, nezaketle ondan, üstüne
başına çeki düzen vermesini istedi. O zat derhal bu emri yerine getirdi. Bunun
üzerine şöyle dedi: "Bu, karma karışık saçlarla gelmekten daha güzel değil
mi?"26
Sonuç olarak denebilir ki
insan, yaratılışının gereği her türlü san’at hareketine ilgi duymaktadır.
San’atla san’atkâr arasındaki zorunlu ilişki san’ata san’atkârı adına bakmayı,
başka bir ifadeyle eserdeki özelliklerin, güzelliklerin san’atkârın özellik ve
yeteneklerini gösterdiğini kabul etmeyi gerektirmektedir. Diğer taraftan insan
yine doğasına uygun olarak san’at karşısında duygulanmakta ve takdirini, farklı
biçimlerde dile getirmektedir. Dahası insan san’atla, güzellikle iç içe olmayı
adeta onunla özdeleşmeyi istemektedir. İnsan psikolojisindeki bu özellikler,
bütün san’atkârlara ilham kaynağı olan tabiat karşısında da kendisini
göstermektedir. Yeryüzündeki canlı cansız varlıklardan gökyüzünü şehrayin gibi
donatan yıldızlara kadar bütün yaratılmışların muhteşem bir san’at şaheseri
olduğunda şüphe yoktur. Bu durumda insanın bu san’at abidesi ya da abideleri
karşısında san’atkârı tanıması ve san’attaki özelliklere, güzelliklere bakarak
O’nun niteliklerini anlaması, hayret, takdir ve beğenisini tesbih ve hamd ile
dile getirmesi, nihayet o güzellikleri hayatına taşıması ve bütün tutum ve
davranışlarını bu güzelliklere paralel olarak geçirmeye çalışması
gerekmektedir. Başta Hz. Peygamber olmak üzere bütün peygamberlerin ve salih
insanların tutumu da budur.
Dipnotlar
1. Bkz. İbn Manzur, Lisanü’l Arab, SNA’md.
2. Celal Esad Arseven, “Sanat”, Sanat Ansiklopedisi(İstanbul 1975), IV,
1753.
3. Hasan Eren ve dğr., Türkçe Sözlük (Ankara 1988), II,1253.
4. Celal Arseven, a.g.e., IV,17545.
5. Filozofların sanatla ilgili görüşleri için bkz. Ahmet Aslan,
Felsefeye Giriş (Ankara 1994), s.140 vd.
6. Celal Arseven, a.g.e., IV, 1756.
7. Alfred Weber, Felsefe Tarihi (trc.H.Vehbi Eralp, İstanbul 1991),
s.4954;Ahmet Aslan a.g.e., s.141.
8. Meydan Larousse, “Picasso”, X,116.
9. es-Secde, 32/79.
10. ”her şeyde hatta en çirkin görünen şeylerde hakiki bir hüsün ciheti
vardır. Evet, kainattaki her şey, her hadise ya bizzat güzeldir, ona hüsün
bizzat denilir. Veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki ona hüsnü bilgayr
denilir. Bir kısım hadiseler var ki zahiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahiri
perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var.” Said Nursi, Sözler (Germany
1993), s.210.
11. bkz. el-Bakara, 2/138.
12. bkz. Fuad Abdülbaki, el-Mu’cemü’l-müfehres, ZYN md.
13. es-Saffat, 37/47.
14. el-Hicr, 15/17.
15. Kâf, 50/6.
16. Fussilet, 41/12.
17. et-Teğâbün, 64/13.
18. el-Mü’min, 40/64.
19. et-Tîn, 95/4.
20. Müslim, “İman”, 147; İbn Mace, “Dua”, 10.
21. Ahmed b. Hanbel, Müsned. I, 3, 4; IV, 68, 155.
22. ez-Zâriyât, 51/56.
23. Cürcânî, et-Ta’rifât (İstanbul 1327), s.39.
24. Cürcânî, a.g.e., s.64.
25. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi (trc.
Salih Tuğ, İstanbul 1980), II, 804805.
26. Muhammed Hamidullah, a.g.e., II, 805.