Sanat, yaratılanı Yaratan’a nispet ettirebilmenin soyut bir
çabasıdır. İslâm’ın tefekkür ufkunda var olan şekliyle eserden müessire doğru
yelken açmaktır. Dolayısıyla bizi yaratana götüren etik unsurunun estetike
edilmiş halidir diyebiliriz. Tanımları açabiliriz. "Sanat inancın estetik
ifadesidir." "Sanat politikadır." "Sanat her şeyi müzik ve şiirle algılamaktır."
vb. Bu ifadeler sanatın özel ifadeleri. Genel olarak sanat, hayatı
anlamlandırmaya çalışan zekânın -zekâya sır, nefis, kalp, ruh, duyu ve organları
da ilave edebiliriz- onu en ilgi çekici, en güzel ifadelerle anlamlandırma
çabasıdır. Hayatı bütünüyle anlamlandırmakla kişi hem evrensel bir hakimiyet
(Peygamberimiz (sav) gibi) hem evrensel bir dâhi (Şeyh Geylani, İbni Sina gibi)
hem evrensel bir kalp coğrafyasına (Bediüzzaman gibi) sahip olması gerekir.
Hayat, sanatı bir yaşama biçimi olarak algılandığında bir tarih bir evren değil
bütünüyle bir emel bir öngörü bir sezi gerektirir.

Cemil Meriç "büyük dehalar üç olayda kendilerini gösterir: Din,
aşk, şiir." der. Demek ki insanın kendini ve dışındakileri anlamlandırmaya
başlaması ve Bediüzzaman’ın ifadesiyle kâinata meydan okumaya başlaması bu üç
olay dışında gerçekleşmiyor. Gene Bediüzzaman’ın felsefe, akıl, din üçgeninde
verdiği bir cevapta insanı hedefe götüren üç hadise olduğu, felsefenin yerin
altını kazarak, aklın yeryüzünde yürüyerek, dinin ise gökyüzünde uçarak yol
aldığı ifadeleri de Cemil Meriç’in söz konusu görüşleriyle örtüşüyor. Bu
çerçevede Meriç’in şiirini, Bediüzzaman’ın da akıl unsurunu ele alarak sanatı
daha iyi tanımlayabiliriz.

Başlangıçta dediğimiz gibi sanat, insanın kendini ve evreni
anlamlandırabilme endişesini taşır. Rainer Maria Rilke, başarısızlık sonunda
söylediği "hayatın her duruma hakkı vardır" düşüncesinde olduğu gibi sanat,
sadece iyiyi, güzeli, mükemmeli ifade etmez. Bunun dışında kötüyü, çirkini,
bîkemâli de asıl şekline yani, iyiye, güzele, mükemmele çevirme vizyonunu
benimser. Bu anlamda bakıldığında sanat insan hayatını sistemleştirmeyi
benimser. Ve insan hayatını bu üç unsur içinde bir şekil, bir sisteme
sokabildiği nispette sanattır. Sanatın alanı, insanın elde etmek istedikleri
kadar geniştir. İçinde madde ve otantik olan her şey, davranışlardan sınırsız
isteklerin at koşturduğu iç dünyaya kadar yaşanılan ve yaşanılması mümkün olan
her şey bir sanat eserinin kaynağı olabilir. Bu açıdan sanat bir yaşam biçimi
olarak da algılanabilir. Rilke, "sanat yalnızca bir yaşamaktır" ifadesinde
"Sokrat yazan değil yaşayan bir adam"dı ifadesi ile birlikte düşünüldüğünde
sanatın insanın benliğinde, dünyasında ne kadar yer kapladığı anlaşılabilir.
Sanatkâr her şeye aşkla bakan insandır. Sanat eseri de bu aşktan doğar. Fakat
sanatkâr yaşanmışı ifade ederken yaşanan şekliyle değil, yaşanması gereken
şekliyle ya da onun arkaplanda kalan bölümleriyle ortaya kor eserini. Tabir-i
diğer ile yaşanılanı içselleştirir. Ruhunda ona yeni bir şekil, sistem ve
estetik vererek onu etik ya da poetik hale getirir. Salt yaşanan sanatın kaynağı
olabilmesi için içselleştirmeye gidilmelidir. Bazıları için yaşanılan dünya,
hayat, uyanıkken görülen bir rüyadır sadece. Gözleri vardır görmez, kulakları
vardır işitmez. Bu noktadan bakıldığında sanat tevhide açılan kapıdır
diyebiliriz. Malum İslâm akaidinde tevhid ilk sırayı işgal eder. Tevhide giden
yol, tefekkürden geçer. Risale-i Nur’da bahsedilen acz, fakr, şefkat ve tefekkür
mesleğinde özellikle tefekkürün üzerinde durulur. Irwin Edman sanatı ifade
ederken, ekin ekip kaldırmanın dahi sanatın kaynağı olabileceğini söyler.
Bediüzzaman’ın ekin tarlalarından geçerken beş on dakika nefeslenip ekinleri
tefekkür etmesinden; Edman’ın sanatı ile Nursi’nin tefekkürünün temel
endişesinin yaratılanı Yaradana nispet ettirmek olduğunu ve bunun nasıl birbiri
içine geçtiğini görüyoruz. Bu bağlamda sanat ile tefekkürün, sanat ve tefekkürü
hakiki anlamda yapanlar için birbirinin içerisine girmiş daireler olduğunu ifade
edebiliriz. Sanatın temelinde bilineni tekrarlamak değil, keşfetmek,
sistemleştirmek ve estetiğe oturtmak vardır. Tefekkürün temelinde yaratılan
estetiği keşfetme ve Yaratan’ın düşünülmesi vardır ki, bu da sanattaki aynı
anlamı ifade eder.

Sadık Yalsızuçanlar’ın, Rüya Sineması ile ilgili bir tartışmada
söylediği şu cümle çok ilginç: "Aynı kaynaktan beslenenlerin aynı şeyleri
söylemesi normaldir." Sanatın kaynağı tabiat, tefekkürün kaynağı da tabiat.
Hatta Kur’an-ı Kerim, mealen "gözleri vardır görmezler, kulakları vardır
işitmezler…" ayetlerinde kâinatta tefekküre medar şeyleri tefekkür etmeyenlere
ihtar eder. Sanat da insanlara kâinatta gelişen hadiselerin arkaplanında gelişen
hadiseleri ön plana çıkararak tâbilerinin mutluluğunu ahdeder. Batı edebiyatında
tecrübe denilen obje yukarıda bahsettiğimiz gibi yaşanılanlar demektir. Ve tüm
Batı, sanatını bilinen, yaşanılan ve hayatın farkına varılan boyutu üzerine
kurar. Ve yaşanılanın yaşanılmayan tarafını, bilinenin bilinmeyen yönünü ortaya
çıkarmaya çalışır. Risale-i Nur terminolojisinde özellikle üzerinde durulan
ülfet perdesi, tecrübe terimini karşılar.

İşârâtü’l İ’caz’ın başında Kur’an’ın anasır-ı esası tespit
edildikten sonra fenn-i hikmetle hilkat hükümeti arasındaki muhabereden
bahsedilir. Hikmet, yaratılanların yaratılışını, nereden gelip nereye gittiğini,
bu dünyada ne işinin olduğunu sorgular. Hikmet yani sanat, bu bakımdan bir soru
sorma makamı, hilkat hükümeti de sorulara cevap verilen tabiattır. Bu sorulara
en vâzıh cevabı da kaynağını vahiyden alan Peygamberimiz verir. O, cevabında
buyuruyor ki; "Ey hikmet, bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelînin kudretiyle
yokluk karanlıklarından varlık âlemine çıkarılan mahluklardır…"

Sanat sadece sanatçılarda varolan sükût ile sükûndan ibaret
değildir. Aslında o sükûn altında çok dehşetli ve yoğun bir ihtiras unsuru
vardır. Seyyid Nesimi’nin dediği "iki cihan kalbime girdi, bir cihana sığamadım"
mısralarında iki cihana sükûn, bir cihana ihtiras ve hayatiyet mücadelesi
vardır.

Sanat, şu yada bu şekilde, her halükârda hayatı az çok yorumlar.
Sanat denilince aklımıza nedense hep belirli kavramlar gelir: şiir, heykel,
sinema, resim, müzik vs. Halbuki "güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen
hayatından lezzet alır" şeklinde Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi, bize haz
veren yani güzel olan, estetik değere sahip her şey sanat içinde ifadesini
bulabilir. İnsan karanlıklı, ademe müptela bir âlemden, dünyaya gönderilmiş
tedirgin bir yolcudur. İnsan ruhu, kendini doğduğu andan itibaren mânâ âleminde
bir güce nispet etmek isteğiyle dopdoludur. Bunun için mânâyı (gücü) ifade etmek
için, maddeye dayanmak zorundadır. Maddeden mânâya giden yolu bulmak
mecburiyetindedir. Bu bazda her türlü arayış ve yorumlama çabası onu sanatın
kıyılarına bırakabilir, sanat içinde ifadesini bulabilir.

Aciz, fakir, sonsuz ihtiyaçlara müptela insan ruhu, aslında
sanatın asıl adresidir. Tabiat, ruha göre şekil alır. "Şiir (dahi) muhatabın
halet-i ruhiyesine göre şekil alır" diyor M. Atilla Maraş. Arif Ay ise sanatın
ruhun göstergesi olduğunu ifade eder "Gece Yazıları"nda. İsmet Özel, söz insanın
neresinden çıkarsa muhatabının orasına gideceğini söyler. Bu sözler, bize
sanatın asıl unsurunun ruh olduğu imajını veriyor. Dolayısıyla sanatın tesiri
ruhla ne kadar irtibatlı olduğuna bağlı. Bediüzzaman’ın ifadelerinde mealen bu
gerçek şu şekilde ifade olunuyor: "Sözü ruh üfler gibi konuşturmak". "Trajedinin
Doğuşu" isimli kitabında Nietzsche, sanatın ruhtan mütevellid iki önemli unsuru
olarak: "apollion" yani sükûn unsuru ve "dionysion" yani ihtiras ve hayatiyet
unsuru olarak ele alır.

Plastik Sanatlar

Nesneleri olduğu gibi değil, ihtiyacımızın olduğu şekilde ve
miktarda algılarız. Yani nesneleri plastik olarak, renk, biçim, şekil, hacim
gibi özellikleriyle görürüz. Göz, insan gözü olup maddî olduğu halde, tıpkı
ruhun şiirden haz duyması gibi göreceği nesneleri o haz ile görebilir. Plastik
sanatta hazza doğru gitmek, gözü adi bir kavvat derekesinden çıkarıp, "güzel
gören güzel düşünür; güzel düşünen hayatından lezzet alır" prensibiyle gözü
doğuştaki saflığına ulaştırmak ve eski saflığını ona iade etmekle olabilecektir.
Başta bahsettiğimiz ülfet perdesi gözün önünden kaldırılamadığı müddetçe,
gerçek, tam anlamıyla gözümüz önünde in’ikas etmeyecektir. Gözün asıl işlevi,
maddenin arka plânında salt bir nazardan kurtularak maddenin iç yapısına yani
mânâ-yı harfine bakan tarafını ortaya çıkarmaktır. Plastik sanat deyince ilk
akla gelen şüphesiz resimdir. Resimde kullanılan araç ne olursa olsun önemli
olan resmin bize verdiği ayrıntı ve çağrışımlardır. Önemli olan neye, ne şekilde
bakmamız gerektiğidir. Meselâ; bazı renklerin, biçimlerin, durumların zihnimizde
önceden bıraktığı izlenim ve çağrışımlar vardır. Ya da bazı fizyolojik
özelliklerin (için dışa yansımış şekliyle fizyoloji) karşısında ve insan
üzerinde uyandırdığı izlenimler. Bu çağrışım ve izlenimler kâinattan alıntılanan
resimlerde yerini bulmuyorsa sanat adına bundan bir şey bekleyemeyiz. Resimde
aslolan tabiatı taklit ile keşfidir.

Müzik

Sesler, kulağımıza 20-20.000 arasındaki frekanslarla konuk
olurken bir yönüyle anlam yani algı; diğer yönüyle de ritimden haber verir. Kimi
ses vardır taş gibi, kimisi rüzgâr gibi, kimide yağmur gibidir. Yağmur gibi
ritmini hissedebildiğinizdir müzik. Bediüzzaman, kâinatın her bir nev’inin
yaratıcısını tesbih ettiğini belirtir ve bunu musika-i İlahî olarak niteler.
Aslında bütün sanatlar duyusal olduğu halde zihnimizde efsane (klasik) olarak
kalabilecek en iyi imkânlara sahiptir müzik. Hiç şüphesiz müzik bir tebliğ
vasıtası değil telkin vasıtasıdır. Bir şiiri ezberlerken çok zorlanırız, ama o
şiir müzik eşliğinde sunulursa o şiiri daha çok anlamlandırabilir ve ezbere
alabiliriz. Bu yönüyle müzik, bütün sanatlara çimento görevini görür. Geçmiş
asırlarda İslâm toplumlarının ruhî hastalıkların tedavisinde kullandıkları
müziği Shakespeare kendisi için daha iyi kavrama aracı olarak kullandı.
Yukarıda söylediği gibi yaratılan her şey bir yönüyle Rabbini ifade eder. Şeyh
Sadi-i Şirazi’nin şu sözleri Bediüzzaman’ın bahsettiği musika-i İlahî teorisiyle
ne kadar örtüşüyor: "Kalbi hüşyâr olan zât atın yürümesinden dahi etkilenir."

Müziğin evrenselliğine inanıyorum. Nasıl ki Allah birse, müziğin
dili de birdir. Daha önce görüştüğüm Budizm dinine mensup bir sinemacı dostum,
Müslümanların camisine girdiğinde sıkıldığını, kilise ya da havraya girdiğinde
oradaki müzikten huzur bulduğunu söylemişti. Ben de müziğin evrenselliğini ifade
ettim ve Mevlevîlerin ney’inin kilisenin müziğinden hiç de geri kalmayacağını
iddia ettim. Sadık Yalsızuçanlar, Yusuf İslâm ile yaptığı bir görüşmede Rainer
Rilke gibi şairlerin şiirlerini niçin müziğinde kullanmadığını sorduğunda Yusuf
İslâm, kendisini sadece Kur’an okulunun ilgilendirdiğini söylüyor. Halbuki Rilke
gibi, Eliot gibi şairler, Bediüzzaman’ın bahsettiği musika-i İlahî’yi, tabiatın
konuşturulması adı altında şüre döktüler.

Sanat ve din

İnsan, Dördüncü Mesele’de ifade edildiği gibi doğduğu andan
itibaren dairelerle çevrilmiştir. İnsan, kâinatın fihristesi, kâinat insanın
makromize edilmiş şeklidir. Her bir sanat, esma-i İlahiye’nin birine bakar.
Esma-i İlâhiye’nin, hassaten Samed isminin ayinesi "kalp"tir. Kalbin aynası ise
insan zekâsının tabiatı işlemesi ile hasıl olan sanattır. Allah’ın isim ve
sıfatlarını bedeninde eksiksiz olarak aksettirebilen tabiata, dolayısıyla sanata
hakim olabilecektir.

Batı dünyası, geniş anlayışla gayr-i müslimler, sanatta tabiat
bilimlerini önplana çıkarırken; doğu dünyası, sosyal bilimleri öngörmüştür.
İslâm, sosyal bilimleri yani faydası olanı estetikle süslemiştir. Batıda sadece
estetik, doğuda ise hem etik hem de estetik kaynaşmış durumdadır.

"Benim kitabım hayattır ve Kur’an’dır" derken Bediüzzaman, bir
mü’minin sanat anlayışını biraz sonra gelecek şu cümlelerle belirtiyor; "İman
bir hüsn-ü mücerreddir ve münezzehtir". Aslında sanatın, özellikle de belâgatın
yani edebiyatın en önemli unsuru mücerredlik; maddeyi mânâdan tecrid etmek ve
maddeyi mânâ için kullanmaktır.

Coğrafì keşifler, Rönesans, Reform, Sanayi Devrimi derken maddî
alanda insan ilerliyor fakat manevîyâtta büyük bir buhrana giriyordu. Bu manevî
şok, başlangıçta belirti vermedi; fakat gün geçtikçe yerini soyuta bırakmaya
başladı. İnsan, insaniyet dediğimiz tarafıyla, Allah’ın isim ve sıfatlarının
aynası olan kendi varlığının ve kâinatın varlığının farkına varabilir. Ontoloji,
zamanımızda sanatın oturtulabildiği en temel öge. İnsanlık çok hızlı sosyal
değişim yaşıyor çağımızda. Devletler milletler muharebesi, yerini tabakalar
muharebesine terketti. Manevî temelleri sarsılan batı toplumları yukarıda da
söylendiği gibi kendini mânâ aleminde soyut bir şeye nispet ettirebilmenin
endişesini taşıyor. Bu endişe, yeryüzünde yoğun bir ikame anlayışını getirdi.
Başlangıçta yeryüzünde din hakimdi, daha sonraları yerini milliyetçiliğe
bıraktı. Artık yeni din milliyetçilikti. Şimdilerde ise milliyetçilik, yerini
varlık bilimini sorgulayan sanata bırakıyor. Aslında, sanat da, din de,
milliyetçilikte hep vardı. Ama sanat, ahirzamanın (modern zamanlar mı
demeliydik) yükselen değeri.

Manevî bir buhran geçiren batının şaşkınlığını, doğu da yani
Müslümanlar da yaşıyor. Sanat diye transfer edilen her türlü değerin karşısında
cephesini tam tespit edemiyor. Halbuki İslâm’da sanat, manevî unsurlar olan
akıl, sır, ruh, kalp ve benzeri latifelerden çıplak olarak çıkan hakikatlere
hüsn-ü mücerred diyebileceğimiz güzel elbiseler giydirme çabası idi. Tabir
yerinde ise, İslâm’da sanat denilince akla gelen, evrende var olan güzelliği
arttırmak, çirkini güzelleştirmek için makyaj yapmak, onlara İslâm akidelerinin
el verdiği yorumlamaları yapmaktı.

"Sanattan söz eden şiirden söz eder, şiire yönelmeyen sanat
yoktur" diyor Delacirion. Bütün sanatların hepsi bir noktada toplanıyor. Sanatın
asıl anlamını ahenk, estetik, dolayısıyla şiir oluşturuyor. Resimde şiir,
müzikte şiir, sinemada şiir, hikâyede şiir. Evet kâinat bir kemal noktasına
gidiyor, o da her şeyde şiirselliği yakalamak.

Tek başına sanat olarak: edebiyat

Kâinat bir kemal noktasına gidiyor, her şeyde şiirsellik
arıyoruz. Şiir, "Modern çağın gizli dinidir" diyor Eliot Weinberger, ve ekliyor
"Tanrı beni haberci olarak gönderdi ve ben başkalaşıp döndüm şiire". Hatta
Platon şair gibi kötü ruhlu insanların dilinden bu şiirlerin çıkamayacağına
inanır ve bizi de bu şiirleri yazanın Allah olduğuna inandırmaya çalışır. Çağdaş
dünya, sorularıyla boğuluyor. Fransa’da yayınlanan Lepol Dergisi, iki bin
yılının en büyük probleminin insanın kendisini tanıması olacağını iddia ediyor.
Herkes bir arayış, bir panik içinde. Böyle bir durumda Bediüzzaman’ın ifadesiyle
"hadd-ı evsatı gösterecek, ifrat ve tefriti kıracak, yalnız felsefe-i şeriatla
belâgat ve mantık ve hikmettir." Bugün sanat adı altında "mehasin-i medeniyet
denilen emirler şeriatın başka şekle çevrilmiş birer meselesidir." Avrupa’nın
bugün gelişmesinin en büyük sebebi şüphesiz Muhakemât’ta ifade edildiği gibi
arzu-yu sanattır.

Allah, peygamberimiz için "Biz, O’na şiir öğretmedik" diyor.
Peygamberimiz ise "beyanda sihir vardır", "şiirin bir kısmı şüphesiz ki
hikmettir" der. Cenab-ı Hak yine Peygambere der ki: "Biz sana kitabı ve hikmeti
verdik". Bediüzzaman’ın "bana şiir verilmedi" cümlesinden de bunun bir vergi işi
olduğunu anlıyoruz. Peygamberimiz şair Hasan Sabit için buyurduğu "Cibril
seninledir" ifadesiyle Platon ve Eliot’tan farklı olarak şiirin kaynağını
işaretler.

Şiir, aslında bir tesellidir. Şiirseli yakalamış her sanat eseri
de bir tesellidir. Cenab-ı Hak Peygamberimizi âyetinde teselli ediyor: "Kalbini
sağlamlaştırmak için sana daha önce gelip geçen peygamberlerin hayatlarından
hikâyeler anlattım". Hele Molla Cami’nin ifadeleri: "Gönlün tabiatın
kımıldanmalarından sarsılırsa gönül sahibi erenlere ait hikâyeleri okuyarak onu
yerinde tutmaya çalış."

Mustafa Özçelik’in dediği gibi "sanata yani şiire gerektiğinden
fazla fonksiyon yüklemek doğru değildir." Kur’an üslup olarak asırlardır
tartışılıyor. Puşkin "mensur"dur diyor. Nazım diyenler de var. Bir cihetten
bakıldığında yani ayetler alt alta gelmediğinden elbetteki nesir. Fakat, bütün
mükemmel sanat eserlerinde bulunan şiirsellik Kur’an’da en mükemmel şekliyle
vardır. Belâgat olarak güç anlaşılırlık Kur’an’ın bir eksikliği değil
"mânâsındaki derin, dakik veyahut kıymettar, veyahut gayr-i me’luf olduğundan
güya fehme karşı nazlanmak ve şevki artırmak için kendini göstermemek ve kıymet
ve ehemmiyet vermek ister".

Risale-i Nur’da genelde sanatın, özelde de şiirin sınırları net
bir şekilde çizilmiştir. Buna göre İslâm hiçbir zaman estetiği etik’e tercih
etmez. Güzel ne kadar güzel de olsa asıl olan faydadır. Çünkü, fayda zaten
güzeldir. Sözlere süsleyici kelimeler, işaretler vermek o sözü gerçek mânâsından
uzaklaştırmamak şartıyla kabul edilir. Lafızperestlik olarak ifade edilen süslü
kelime kullanma, amacını aştığında hastalık suretini alacaktır. Zamanımızda ki
şiire baktığımızda zaman zaman böyle hastalıklı söyleyişlere rastlanabiliyor. Bu
hastalıktan kurtulmak için "lafza zinet verilmeli, fakat tabiat-ı mânâ istemek
şartıyla… ve suret-i mânâya haşmet vermeli fakat mealin iznini almak
şartıyla… ve üsluba parlaklık vermeli, fakat maksudun istidadı müsait olmak
şartıyla… ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlubun münasebetini göze almak ve
rızasını tahsil etmek şartıyla… ve hayale cevelan ve şaşaa vermeli, fakat
hakikati incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikate misal olmak ve hakikatten
istimdat etmek şartıyla gerektir."

Nursi’ye göre "şiirin hikmeti, hariciyâtın nevamisi ve
mekayisini temessül etmektir." Yani şiir, dışımızdaki hadiselerin kural ve
karşılaştırmalarını yapmak, bunu yazı ile estetik bir şekilde temessül
ettirmektir. Bu ciddi bir üslup gerektirir. Üslup ise, üslub-u mücerred denilen
şekliyle süslü bir dil ve üslub-u âlî denilen şekliyle yoğun bir dildir.

İslâm şiirinde kötüye gidiş, üslub-u müzeyyenede yapılan
istismarlar neticesi lafzın mânâya tercihiyle gerçekleşti. Bugünkü terimlerle
estetik olan poetikaya tercih edildi. Halbuki İslâm kemal-i intizamı, yani
estetiği hiç reddetmemiş bilakis poetikaya kuvvet verilmesini istemiştir.
İslâm’ın estetik anlayışı, Peygamberimizin şair sahabe Abdullah İbn-i Revaha’ya
söylediği gibi şüphesiz boş ve batıl sözü kabul etmez. Anlatım duru, saf ve
mücerred olmalıdır. Sezai Karakoç’un değişiyle "bir kültür ansiklopedisi" olan
Risale-i Nur’da belâgat ve sanat çok geniş şekliyle ele alınmış fakat
keşfedilmeyi, üzerindeki ülfet perdesinin yırtılmasını beklemektedir. Geleceğin
gayretli sanatkârlarının, bunların şerh ve izahlarını pratiğe dökeceğini
umuyoruz.