Başlarken

Sultan Abdülmecid zamanında ilan edilen “Tanzimat Fermanı”
(1839) ile sıkıntılı günler yaşayan Osmanlı Devleti, siyasi, içtimâi, edebi
sahada yeni bir dönem girmişti. Tanpınar’ın ifadesiyle “Tanzimat’la birlikte
imparatorluk asırlarca yaşadığı bir medeniyet dairesinden çıkarak mücadele
halinde bulunduğu başka bir medeniyet dairesine girdiğini ilan ediyor, onun
değerlerini açıkça kabul ediyordu.”1 Asırlarca Avrupa’yı gölgesinde
bırakmış bir cihan devletinin içine düştüğü kötü durumdan kurtulabilmek
maksadıyla Avrupalılaşma hareketini başlatması, toplumumuzda köklü
değişiklikleri de beraberinde getirdi. Bundan sonra Avrupavari yaşantı,
Avrupalılaşma fikrine zıt olarak kültürümüzün her noktasında kendini göstermeye
başladı.

Bediüzzaman’ın “Dünya büyük bir mânevi buhran geçiriyor. Manevi
temelleri sarsılan Garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun
felâketi gittikçe yeryüzüne yayılıyor”2 diyerek tesbit ettiği
dinsizlik ve imansızlık vebası, ülkemize, kapılarını ardına kadar Batı’ya açma
hareketi olan Tanzimat’la birlikte giriyordu. Ondan sonradır ki, Risâle-i Nur
müellifinin ifadeleriyle, terbiye-i islâmiye zedelendi, milletin kalp hastalığı
olan zaaf-ı diyanet başgösterdi, ehl-i İslâm sımsıkı temessül ettiği dinden
elini gevşetti, cihangir bir devletin üzerine felâketler peşisıra yağıverdi.
Ülkeyi tarumar eden felâketler esnasında herkes birbirine soruyordu. “Bu kötü
gidişata nasıl dur diyebilir, eski satvetli günlerimize tekrar nasıl
dönebiliriz?” M. Akif’in “Meşrutiyet bize gayet acı bir hakikat öğretti ki, o da
vatanımızda her manasıyla büyük adamın yok denecek kadar ender bulunmasıdır,”3
dediği bir ortamda her kafadan bir ses yükseldi.

Fikirlerin allak bullak olduğu, kimin ne söylediğinin pek
anlaşılamadığı bu ortamda, meşrutiyet döneminde yetişmiş ender adamlardan biri,
helaketler ve felâketler asrının adamı, gayet net ve hakikatlı konuşuyordu.
Zamanın bediisi, milletin ihyasının en çok dinin ihyası ile mümkün
olabileceğinden söz ediyordu ve bir dizi kurtuluş reçetesi sunuyordu. O zaman iş
yapması gerekenler sadece dinlediler. Tıpkı Lozan’da verdikleri “Din
öldürülecektir”4 kararını uygulayabilmek için her yolu mübah gören
Makyevel düşünceli 1923 idarecileri gibi… Ancak ikinciler sadece dinlemekle
kalmadılar, Asrın Bedisini sürgünden sürgüne yollayarak, ona eza ve cefa
çektirirken, milleti ihya edecek dini de türlü şenaatlerle tahrip ettiler,
uyuşturulan beyinler tarafından üflemekle sönmeyecek olan İslâmiyet güneşini
anlaşılmaz hale getirdi-ler.

Ruhların tahakküm altına alındığı, gönlün kalın zincirlerle
kaplandığı, dinsizlik fırtınalarının milyonlarca gönül evini harap ettiği,
değerlerin birbirine girdiği, renklerin karıştığı, insanların mutluluğu, asr-ı
saadetin o parlak devirlerini hakikaten aradığı, on dört asır evvel teessüs
etmiş şeriat-ı garranın on dört asır sonra insanlara nasıl anlatılacağının,
faydalı bir ilacın insanlara nasıl sunulacağını bilinemediği şu zamanda, ruhları
tahakkümden kurtaracak, gönlün etrafını çevreleyen zincirleri parçalayacak,
insanlığı saadet iklimlerine doğru götürecek bir vasıtaya hepimizin ihtiyacı
var.

İnsanlık bugün saadeti, mutluluğu arı-yor. Sebeb-i saadet ise
yalnızca İslami-yet’tir.

Bugün bu gerçek, tüm İslâm alemince kabul edilmiş, hatta bazı
ehl-i insaf ecnebi-lerce bile te’yid edilmiş iken, insanlığın çoğunun saadet
güneşi olan İslâmiyetten faydalanamaması düşündürücüdür. Bunun tek sebebi,
birçok meselede olduğu gibi, insanların İslâmiyet’i yanlış anlama, onu yanlış
hayata geçirme vardır. Bediüzza-man’ın deyimiyle “doğru İslâmiyet ve İslâmiyet’e
lâyık doğrular” gösterilememektedir. Dinsizliğin, imansızlığın daha çok fenden
geldiği bu ilim ve fen asrında, doğru İslâmiyet’i İslâmiyet’e lâyık doğruları
gösterecek, İslami tebliğ metodolojisinin ortaya konulması kaçınılmazdır.

Bana göre, teknolojinin had safhaya ulaştığı, ilim dünyasının
her geçen gün ye-niliklere imza attığı, kitle iletişim vasıtala-rıyla dünyanın
küçüldüğü bir zamanda, in-sanlığın faydasına kullanılan herşey İslâm’ı insanlara
anlatmada birer vasıta olabilir.

Ben bu yazımda, insanlığın varolduğu tarihten bu yana önemini
yitirmeyen edebiyatın tebliğle ilişkisini ortaya koymaya çalışacağım. Bunun için
ilk önce, kavram tartışmalarının sıkça yaşandığı günümüzde, edebiyat ve tebliğ
kavramlarının neyi ifade ettiğinin üzerinde duracağım. Daha sonra tebliğ ve
edebiyatın gayelerini anlatıp, İslam tarihinde, tebliğde edebiyatın rolünü
ortaya koymaya çalışacağım. Son olarak da edebi türlerin tebliğle ilişkisini
incelemeye çalışacağım.

Edebiyat ve Tebliğ Nedir?

Günümüz fikir dünyasını allak bullak eden en büyük sıkıntılardan
birisi de hiç şüphesiz kavram karmaşasıdır. Medeniyet-ten hürriyete,
demokrasiden cumhuriyete, lâiklikten şeriata kadar birçok kavram bugün yerli
yerine oturtulamamış, bu kavramların düzgün bir tarifi yapılamamış. Yapılsa bile
yanlış anlaşılmış veya hayata yanlış bir şekilde geçirilmiştir. Tanzimat’a kadar
sadece “şiir ve inşâ” kelimeleriyle ifade edilen “edebiyat” kavramı ile
tamamıyle İslâmi perspektif içinde değerlendirilmesi gereken “tebliğ” kavramı da
bu karmaşadan nasibini almış kavramlardır.

Öyle ya! Fikir hayatımızı derinden et-kilemiş ve edebiyatı çok
ciddi bir mesele olarak nitelemiş—mesela “edebiyatsız bir millet dilsiz insan
kabilindendir”5 diyen Namık Kemal gibi—edebiyat üstatlarının aksine,
Türk Dil Kurumu gibi ciddi bir kurum tarafından hazırlanan sözlükte, edebiyat
mecazi anlamda “içten olmayan, gereksiz, boş sözler”6 olarak
tanımlanıyorsa, toplumun büyük bir kesimi tarafından edebiyat; “gereksiz fuzûli
bir iş” olarak algılanıyorsa, fikri, siyasi, içtimâi, kültür ve sanat hayatımız
ciddi poblemlerle karşı karşıya demektir. Onun içindir ki sinesinden Fuzûli’den
Bâki’ye, Şeyh Galip’ten Nabi’ye, Nedim’den Vehbi’ye, Muallim Naci’den N.Kemal’e,
M.Akif’e kadar birkaç asırda onlarca sanat, edebiyat ve fikir dehası çıkaran bu
verimli topraklar, son asırda ancak bir Necip Fazıl yetiştirecek kadar
kısırlaştı. Bunda hiç şüphesiz başlangıçta bahsettiğim tek parti idarecilerinin
bizi biz yapan değerlere karşı takındıkları olumsuz tavırların rolü büyüktür.

Ya tebliğ? Tebliğ kavramı için de farklı şeyler söylememiş. Hz.
Peygamber (a.s.m) tarafından buyurulan birçok Hadis-i Şerif’te müminler tebliğle
vazifelendirilirken7 bu vazife bugün, eli âsâlı mehdi olduğunu iddia
edenlerden, ilim için herşey mübah diyerek şeâir-i İslâmiyenin tağyirine
yeltenenlere, sabah namazına kalkamayıp meydanlarda düzen değiştireceklerini
iddia eden sloganistlerden, geçmişte düşmanı oldukları kavramların bugün
havarisi kesilen Siyasal İslam taraftarlarına kadar birçok kesim tarafından
yerine getirildiği iddia edilmektedir.

Hayat, hiç şüphesiz, “ölçüler” manzûmesidir. Hayat bu ölçülerle
yaşanır. Ellerinde doğru ölçü bulunanlar yükselecek, diğerleri alçalacak, her
türlü alçaklığa giriftar olacaktır. Ellerindeki doğru ölçüleri yanlış
kullananlarda öyle.

Edebiyat ve tebliğ kavramlarına bakış, onları ele alış ve hayata
geçiriş şeklide belli ölçüler içinde olmalıdır. Bu sebeple, bu kavramların doğru
şekilde hayata geçi-rilebilmeleri, doğru bir şekilde tanımlanmalarına bağlıdır.
Yoksa ölçüler doğru olmazsa, düzen mutlaka bozulacaktır.

Genel bir ifade ile “duygu, düşünce, hayal ve izlenimlerin sözlü
veya yazılı olarak güzel ve etkili bir biçimde anlatılması sanatı”8
diye tanımlanan edebiyat aslında çok daha geniş anlamları kapsamaktadır. M.Nihat
Özön’ün hazırladığı “Osmanlıca-Türkçe Sözlük” te ise edebiyat, “ilm-i edebin
bütün bölümlerini toplayan çoğul anlamlı bir kelime”9 olarak
nitelenir ki birçok edib bu noktada birleşmektedir. Bir yazısında Namık Kemal
tarafından edebiyatın kaynağının edep olduğu belirtilirken bu husus, İstiklâl
Marşı şairimiz M.Akif Ersoy tarafından “Bizim içtihadımızca, edepsizliğin
başladığı yerde edebiyat sona erer” sözleriyle dile getirilir.

Edeb.. Lâkin kime ve neye göre edeb..? Edebiyat tarihimizde
edebiyatta edepsizliği şiar edinmiş, eserleriyle milletimizin manevi hislerini
rencide etmiş, manevi değerleri yıkmayı kendisine hedef ittihaz etmiş birçok
şair ve yazardan hangisi edepsizliği kabul etti ki?

O halde “edeb” kelimesini ele alışımız da belli ölçüler içinde
olmalıdır. Bu ölçüyü Risâle-i Nur müellifinin “Edipler edepli olmalı, hem de
edeb-i İslâmiyye ile müteeddip olmalı”10 sözlerinde bulmaktayız. Said
Nursi, edebiyatçıların edepli olması gerektiğini ifade ederken, az önce
zikrettiğimiz, edebiyatın kaynağının edep olduğu görüşünü savunanlarla aynı
noktada birleşmekte, aynı zamanda edebiyatçılar için vazgeçilmemesi gereken bir
düsturu gözler önüne sermektedir. Bu da, şairlerin, yazarların,
gazetecilerin…vs. kalem ehlinin, en güzel edep şekli olan “İslâmi edep”le
edeplenmiş olmalarıdır. Buradan hareketle, şair ve yazarların, topluma yol
gösterecek, onları irşad edecek eserleri ortaya koyacak olanların – yazdıkları
ne olursa olsun – hareket noktalarının İslam ahlakı ve düşüncesi olması
gerektiği sonucuna varabiliriz. Mustafa Miyasoğlu’nun dediği gibi: “Edebiyatı
bir ahlak, ahlakıda bir iman meselesi olarak ele almak zorundayız”11
Şu meşhur mısrayı da hatırlamak gerekir sanırım. “Edip olur kişi, sermaye-i
hayası kadar.”

“Yetiştirme, ulaştırma, taşıma, götürme”12 anlamına
gelen tebliğin İslâmi terminolojide Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara
bildirme, İslâm hakikatlarini insanlara ulaştırma yolu olduğu olduğu bildirilir.
Yapılan tariflere göre ıstılâhi anlamda tebliğ “iyi telakki edilen her şeyi
bildirmek, iyi şeylerin iyiliğini, temizliğini ve hayırlı olduğunu diğer
memleket ve milletlere ulaştırmak, yetiştirmek, onları bunu kabul etmeye davet
etmektir”13

Tebliğ nasıl yapılır? Kur’an hakikatleri insanlara nasıl
ulaştırılabilir? sorusuna cevap verebilmek de elimizde belli ölçülerin
bulunmasıyla mümkündür. Hiç şüphesiz, tek başına başladığı günden Arafat’ta Veda
Haccı’nda bu davayı kabul etmiş – orada bulunan bulunmayan – milyonlarca mümine
“tebliğ ettim mi?” diye üç kere sorduğu zamana kadar geçen Hz. Peygamber (a.s.m)
in hayatı bizler için büyük ölçülere haizdir. Bu ibret ve ölçü dolu hayatı
incelemeyen, peygamberlerin varisleri durumunda olan alimleri ve her yüz senede
bir gönderilen müceddidleri dinlemeyen, özellikle asrımızda, her ne sebeple
olursa olsun, asrın müceddidine kulak asmayan, edebiyatçı, siyasetçi, sosyolog,
psikolog, din adamı, vesairlerin tebliğ meselesindeki ölçüsüzlükleri ve bu
ölçüsüzlüklerin sonuçları bugün önümüzdedir.

Edebiyat Tebliğ Vasıtası mıdır?

Edebiyat bir tebliğ vasıtası olabilir mi? Bu sorunun cevabı,
edebiyatın gayesini ortaya koyduktan sonra daha net verilebilir kanaatindeyim.

İnsanların “Hangi derdim söyliyeyim bilmem ki/Dağlarca derdim
var benim” dediği, günübirlik kaygıların, geçim derdinin insanları bunalttığı
bir ortamda bir kısım insanlar acaba niçin edebiyat ve sanatla uğraşırlar?
Ülkemizde her türlü promosyon ve zorlamalara rağmen, en çok satan gazetelerin
beşyüzbinden fazla satamadığı, en çok okunan kitapların beşbini geçmediği,
insanların kitaplara sırt çevirdiği bir ortamda, edebiyatçıların ve sanatçıların
topluma öncülük ettiklerini, topluma öncülük etme görevini üstlendiklerini
savunmak, edebiyat ve sanat adamlarının bir avuntusu mu yoksa bir gerçeğin
ifadesi mi?

Şu da bir gerçek ki; İslam düşüncesinin yönlendirdiği Türk Fikir
ve Edebiyat hayatı birçokları için bir irşad vasıtasıdır. Mehmet Kaplan’ın ifade
ettiği gibi, ilhamını dinden alan, kaynağı Kur’an olan yüzlerce eser14
günümüze kadar gelmiştir. Mevlânâ’nın Mesnevi’sinden Yunus’un şiirlerine,
Fuzuli’den Nabi’nin Hayriyye’sine, Şeyh Galip’ten Şeyhülislam Yahya’ya kadar
Divan edebiyatının ve tasavvuf edebiyatının kaynağı da hep dindir.

Pozitivist fikirlerin ülkemize girdiği Tanzimat’tan sonra da
durum pek değişmez. Şinasi’den itibaren Türk edebiyat ve fikir adamları
eserlerinde İslâmiyet’e yer vermeye ve onun bazı esaslarını çağın ihtiyaç ve
akımlarına göre yorumlamaya çalışmışlardır. Yeni Osmanlılar’ın meşrutiyeti
savunurken Kur’an’dan delil getirmeleri, vatan şairi Namık Kemal’in İslâmiyete
bağlılığı, M.Akif’in hiç şaşmayan İslâmi çizgisi, Cumhuriyet devrinde Necip
Fazıl, Sezai Karakoç ve adını zikretmediğim birçok edebiyat adamının
İslâmiyet’ten ilham alan edebi eserler meydana getirmeleri bizim edebiyatımızın
ilham kaynağının “din” olduğunun bir delilidir. Bir gerçek ki, bu insanlar
edebiyatı bir irşad vasıtası olarak değerlendirmişler ve çalışmalarını bu yönde
gerçekleştirerek edebiyat ve sanat adamlarının toplumun öncüsü olduğunu ispat
etmişlerdir.

Şüphesiz Namık Kemal, Mehmet Akif, Necip Fazıl gibi şahsiyetler
yazdıklarıyla hisleri coşturabilen, arkalarından kitleleri sürükleyerek sadece
fertlerin değil milletin dahi kurtulmasına vesile olabilen büyük ediplerdir.
Herkesin herkesi de okuması gerekmez. İrşad edicilerin eserleriyle irşad olan ve
toplumu peşinden sürükleyebilen ve yüzyılda ancak bir yetişen bir Mehmet Akif’in
yetişmesi yeterli değil midir?

Edebiyat ve Tebliğ Gayesi

Ünlü yazar Sartre “Edebiyat Nedir?” adlı eserinde “Niçin
yazıyoruz?” sorusuna şu cevabı verir. “Herkesin kendine göre bir nedeni var.
Şunun için sanat bir kaçıştır. Öbürü içinse bir fetih yolu”15

Edebiyat dünyası bu düşüncesinin izleriyle doludur. Kimileri
için edebiyat gerçekten bir kaçıştır. Realiteden, toplumdan, insandan, hatta
kendinden kaçış. Kimileri içinse edebiyat, birçok fetihlerin anahtarıdır.
Tahakküm altındaki ruhları çevreleyen demir zincirleri, yüz kapılı bir saraya
benzeyen insan kalbinin bütün kapılarını teker teker açacak bir anahtar, sosyal
hayatı düzenleyen prensipleri vaazedecek insanları yönlendirecek bir irşad
vasıtısı…

Bizim edebiyatımızda da her iki düşüncenin derin izleri ve bu
düşüncelerin bıraktığı olumlu-olumsuz sonuçları vardır. Aza önce belirttiğim
gibi, ilham kaynağı Kur’an olan ediplerimiz olduğu gibi, ilhamını dinsizlikten
olan, din dışı ideolojileri benimseyen ve bunları edebiyat silahıyla
savunanlarda vardır. Bu açıdan bizim edebiyatımız çok renkli ve çok seslidir.
Esasen edebiyatımız, dinin olduğu gibi birçok ideolojinin de nâşir-i efkârıdır.

Osmanlı’nın son dönemlerinde Osmanlı’nın kurtuluş reçetesi
olarak sunulan fikir akımlarının temsilcileride o günün fikir ve edebiyat
adamları olmuştur. Devletimizin zayıflama, dağılma, yıkılma ve Batı’ya karşı
muhtaç duruma düşmesi karşısında o günün aydınları çıkış yolu aramaya
başlamışlar, Cevdet Paşa, Ziya Paşa, Namık Kemal ile başlayan bu arayışların
neticesinde birçok fikirler ortaya atılmıştır. Bu arayışların neticesinde ortaya
atılan Osmanlıcılık, Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük adını verdiğimiz fikir
akımları Türk edebiyat tarihini derinden etkilemiştir. Recep Duymaz’ın ifade
ettiği gibi “Ahmet Mithat, N.Kemal, Ziya Gökalp, Yakup Kadri ve Peyami Safa’yı
bu düşünce akımlarından biri veya birkaçı ile irtibatlandırmadan incelemek ve
edebiyatımızın gelişme çizgisinde gerçek yerine oturtmak mümkün değildir.

Edebiyat yukarıda zikrettiğimiz çok ciddi fikirlerin hayat
bulabildiği yer olabildiği gibi “Ne gelenden haberim var; ne gidenden
haberim/Serseri kevne geleden beri sersem gezerim” düşüncesine sahip âvârelerin
hayal dünyası yada her türlü yıkıcı, öldürücü, insanları fıtratları dışındaki
bir yola sürükleyici ateist fikirlerin en büyük silahı da olabilir. Bu sonuncusu
üzerinde durmak istiyorum. Zira bunlar, Tanzimat’tan itibaren görüldüğü gibi,
kendilerini münevver (aydın) niteleyerek toplumu irşad ettiklerini, topluma yol
gösterdiklerini, milleti muasır milletler seviyesine ulaştıracak fikirlere sahip
olduklarını iddia etmişlerdir.

Maksadım, Fuzûli’nin “Men aklımdan isterim delâlet/Aklım bana
gösterir dalâlet” dediği gibi, edebiyatın hem delalet hem de dalâlet vasıtası
olabileceğini göstermektir. Faydalı bir silahın, zararlı insanların elinde
zararlı olabildiği gibi.

M.Akif Ersoy, Osmanlı’nın son dönemlerinde yetişmiş edebiyat ve
fikir adamı olarak meşrutiyet sonrası İstanbul’un “şebâb-ı münevver” olarak
nitelediği aydınların durumunu, onların dine bakış açılarını bizlere çok iyi
tasvir eder. Akif’in şiirleriyle Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad’da yayınlanan
makaleleri o günleri bu günlere aktaran birer vesika niteliğindedir.

“Malum ya, tütünlerimiz gibi edebi-yatımız da Fransız inhisarı
altındadır”17 diyen M.Akif, Tanzimat’la başlayan Batı
mukallitliğimizi, fikir adamlarımızın dine bakış tarzını ve edebiyat
anlayışlarını ortaya koyarken, edebiyatımızın genel durumu “İslamcı” bir şairin
edebiyat anlayışının nasıl olması gerektiği hakkında önemli fikirler ortaya
koyar.

Bilindiği gibi, Osmanlı’yı düştüğü bunalımlı durumdan
kurtarabilmek maksadıyla ortaya atılan fikirlerden birisi de “Batılılaşma”
fikridir. Bu fikir çerçevesinde Osmanlı’dan bir çok genç Batı’ya özellikle
Fransa’ya gönderildi. Bu gençler orada, bizden ileri bir seviyede bulunan Batı
medeniyetini öğrenecekler, onların bilim ve tekniğini ezberleyecekler,
Şinasi’nin bir yazısında bahsettiği “Asya’nın akl-ı pirânesi ile Avrupa’nın
bikr-i fikrini terviç”18 edecekler, memleketimizin kalkınması için
faydalı fikirlerle ülkemize geri dönecekler, o faydalı fikirlerle halkı irşad
edeceklerdir.

Sonuç beklenildiği gibi olmadı. İlim ve irfan diyarı olarak
kabul edilen Avrupa’ya giden gençler. Avrupa’nın ilim ve irfanı dışında
herşeyini; değerlerini, kültürlerini ülkemizi taşıdılar.

Bunalardan biri de Abdullah Cevdet’ti. Abdullah Cevdet de
Batıdan birçok hamüle-i fünûn (ilim yükü) ile dönecek diye yıllarca beklendi.
Akif’in bir makalesinde bahsettiği gibi Cevdet Efendi elindeki “Tarih-i
İslâmiyet” tercüme-i rekikiyle çıkageldi. Dozy’den çevirdiği, İslam ve
Peygamberimiz (s.a.v.) için baştan sona garazkarâne iftira ve isnadlarla dolu
hezeyanlar deryası bu eser, İstanbul’da neşredildiğinde yalnız Osmanlı’da değil,
bütün İslam aleminde kıyametlerin kopmasına sebep oldu. Elbette ki Osmanlı’nın
ve birçok ehl-i hamiyetin beklediği bu değildi. Abdullah Cevdet’in yaptığının
“Bir kör baltayı eline alıp Arnavud’u Türk’e , Türk’ü Arab’a , Arab’ı Laz’a,
Laz’ı Kürd’e , Kürd’ü Çerkes’e, Çerkes’i Gürcü’ye sımsıkı bağlayan, hem de
aradaki münazaatını bertaraf edecek surette bağlayan, İslam rabıtasını kırmaya
çalışmak”19 olduğunu söyleyen M. Akif “Zaten bu seviyedeki adamların
imanından birşey kazanmayan müslümanlık’ın ilhadından da fazla müteessir
olmayacağını”20 ifade eder.

Elbette ki mevzuumuz Abdullah Cevdet ve ilhadı değil. Ancak o
günlerde çıkan bir gazetede Ebuzziya Tevfik Efendi tarafından Abdullah Cevdet’in
“Tarih-i İslâmiyet” tercümesini müdafaa için yazılan bir yazıda “diyânet ve
fetanet sahibi büyük edib” olarak tevsif edilen Abdullah Cevdet ve onun gibi
birçok münevverin edebiyatı kendi ilhadlarının silahı olarak kullanmaları ve
bununla gençliğin kalbinden iman hissini çıkarıp atmaya çalışmaları ve bunu
dindarlık maskesi altında halkı irşad ettiklerini söyleyerek yapmaları dikkat
çekicidir.

Abdullah Cevdet bu konuda yalnız değildir. Sadece Servet-i Fünûn
döneminin değil, edebiyatımızın da en büyük şairlerinden biri olarak kabul
edilen, aruza olan hakimiyeti sebebiyle uyurken bile aruz vezniyle horladığı
söylenilen Tevfik Fikret’de bunlardan sadece biridir. Mehmet Kaplan, Servet-i
Fünûn neslini daha önceki nesillerden ayıran önemli taraflardan birinin
“Servet-i Fünûncuların aşırı Batı hayranlığı ve taklitçiliği ile dini ve milli
geleneklerden uzaklaşmış olmaları”21 olduğunu söyler.

Dinden uzaklaşmayı, hatta onu inkâr etmeyi en net biçimde, bu
dönemin en büyük temsilcisi olan Fikret’in eserlerinde görürüz. Fikret,
“Amentü”sünde dini inançları reddederken “Tarih-i Kadim” ve “Zeyl”inde bütün
dinlerin bir yalan olduğunu iddia eder. O gerçek varlık olarak yalnızca tabiatı
tanır.

Kenan Akyüz, “Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri” adlı
eserinde, Servet-i Fünûncuların Sultan II. Abdülhamid devrinin baskıcı ortamında
yetiştiklerinden, sıkıntılarını dışa vuramadıklarını ve herşeyi içlerine
attıklarını, bundan dolayı içine kapanık, buhranlı bir nesil olduklarını,
dolayısıyla içine kapanık bir edebiyat oluşturduklarından söz eder.”22
Akyüz’e göre “siyasi baskının fertlerde yarattığı bunalım, hasta duyguların
yeşerip gelişmesi ve çaresizlik karşısında herkesin hayal dünyasına yerleşip
teselliyi orada araması”23 hayalci edebiyatı doğurmuştur.

Tevfik Fikret’in, Akyüz’ün bahsettiği bunalımı, buhranlı,
sıkıntılı, hatta bahsetmediği dinsiz halini, yalnızca Abdülhamid devrinin siyasi
ortamına bağlamak yanlış olur düşüncesindeyim. Çünkü aynı sıkıntılar o günlerin
edebi şahsiyetlerinden sadece birkaçı olan Süleyman Nazif, Mithat Cemal ve
Mehmed Akif için de söz konusuydu. Bana göre en büyük sebep, yazımızın başında
zikrettiğimiz, Bediüzzaman’ın “Dünya büyük bir manevi buhran geçiriyor” diyerek
tesbit ettiği, Avrupa’da ortaya çıkan, pozitivist, materyalist akımların
memleketimizde de doğru anlatılamayan İslamiyet yüzünden hayat bulması ve bunun
neticesinde birçok fikir adamının bu taun felaketine düçâr olarak “şebâb-ı
münevver” durumundan “nesl-i sefih” durumuna düşmesidir.

Hz. Ali’nin (r.a) “din de kürkün aynı olmuş, ters çevirmiş
giymişiz”24 dediği, tebliğ edicilerin azaldığı bir ortamda elbette ki
Abdullah Cevdet, Tevfik Fikret gibileri irşad görevini üstlenecekti.

M.Akif’in Tevfik Fikret’in yazdığı “Târih-i Kadim” adlı
manzumesinden dolayı onunla manzum bir polemiğe gi-riştiği herkesçe malumdur.

Akif, “Tarih-i Kadim”e Safahat’ın II. Kitabı olan “Süleymaniye
Kürsüsünde” adlı manzumesinde cevap verirken, memleketin geri kalmasının en
önemli sebeplerinden biri olarak aydınların zihniyet bozukluğunu gösterir.
Devamında yazar ve şairleri de ele alarak, bunların eskiden olduğu gibi şimdi de
içki ve fuhuştan bahsederek halkı zehirlediklerini söyler. Böyle edebiyatçılara
“bayağı mahlukat” yakıştırmasını yapan Akif, gençliğin şiirlerinin bira ve
fahişeden bahsetmesinden şikayetçidir. M. Akif, bütün bunları Safahat’ında şöyle
dile getirir.

Üdebânız hele gâyetle bayağı mahlûkât…

Halkı irşad edecek öyle mi bunlar? Heyhât!

Kimi Garb’ın yalnız fuhşuna hasbi simsâr;

Kimi İran malı da, köhne alır, hurda satar!

Eski divanlarınız dopdolu oğlanla şarab;

Biradan, fahişeden başka nedir şi’r-i şebâb?

Serseri: Hiç birinin mesleği yok, meşrebi yok;

Şimdi Allah’a söver… sonra biraz bol para ver;

Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder.25

Bu mısralarla M.Akif, halkın da bildiği bir sıfat olan “zangoç”
(kilise hademesi) kelimesi ile “Tarih-i Kadim” manzumesi ile Allah inancını ve
din inancını alaya alan ama koyu bir inanç ve din kuruluşu olan Robert Koleji’de
Protestan rahip ve mis-yonerlerin yanında çalışan T. Fikret’i tenkit etmektedir.

T. Fikret’le M. Akif’in çekişmesi bununla kalmaz. Akif’in bu
sataşmasına Fikret; “Tarih-i Kadim’e Zeyl” ile cevap verir. Seksen mısralık bu
şiirini “Molla Sırat’a” diyerek M.Akif’e ithaf eden Fikret, Tarih-i Kadim’de
ilan ettiği küfrünü daha ağır bir şekilde bu şiirinde de tekrar eder.

M.Akif buna, Berlin Hatıraları’nda yer alan doksan sekiz mısra
ile cevap verir. Müthiş bir hiciv olan bu şiir, milletin ahlakını, dinini
bozmaya, mukadderatını yok etmeye çalışan fakat bunu başaramayan dinsiz
züppelerin konuşmalarıyla başlar. Bunlar “Allah inancı”nı yok etmedikçe başarılı
olamayacaklarını da anlamışlardır. Kendileri bunu başaramayınca, bunu yapacak
meşhur birini ararlar. Bu iş için Robert Kolej’indeki “dahi-i sanat”a
başvururlar. Akif bunları şöyle ifade eder.

Deyip de Zangoç’a baş vurdular. O mecnun da

Mukaddesatına halkın, ibada, ma’bûd’a

Savurdu pencereden havruz uğratırcasına,

Gelip gelip tıkanan levsi pis karihasına!

Boşandı yerlere küfrün bir öyle murdarı;

Ki bağlayıp ebediyyet ipiyle a’sârı

Süpürge yapsalar imkânı yok temizleyemez!

Bütün cihanı dolaş; Garb’ı Şark’ı her yeri gez…

Görür müsün bakalım böyle bir kuduz ilhad!

Ki ferşi çiğneyerek arş’a hırlasın? Heyhat!

Cinayetin bu şena’at kadar mülevvesini

Bizim çocuklar için, şimdi, ilmihal oldu,

Gömüp de hufre-i mâziye Hayy-i Ma’bud’u

Ne var ne yoksa mukaddes, onunla bitti demek!

Şebâba hak veririm… çünkü üç beyinsiz inek

Yazıp dağıttı o mel’un berat-ı isyanı:

Sabilerin yüreğinden kopardı imanı!26

Kısaca aktarmaya çalıştığım M. Akif, T.Fikret polemiği sıradan
bir çekişme değildir. Bundan bazı sonuçlar çıkarmak mümkündür. Bunlardan birisi;
edebiyatın kimilerinin elinde dalâlet, kimilerin elinde irşad vasıtası
olabileceğidir. Herşeyden önce her iki şahsiyetin de birer edebiyat adamı
olduklarını gözardı etmemek gerekir. Ancak bunlardan biri yazdığı “berat-ı
isyan” ile gençlerin imanını yok etmeye çalışırken, diğeri de yine aynı vasıta
ile o belayı defetmeye, iman hissini yüreklerde ikame etmeye çalışmaktadır.

Bize göre elbetteki bir edebiyat adamının görevi ilhad yazıları
yazıp, insanları dalâlet çukurlarına yuvarlamaya çalışmak olmamalıdır. Yine
Akif’in:

Ne kaldı? Bir edebiyyâtımız mı? Vâ-esefâ!

Bırak ki ettiği yoktur bir ihtiyaca vefa;

Ya rûh-i milleti afsunluyor, uyuşturu-yor;

Ya sinelerdeki hislerle çarpışıp duruyor.27

Sitem dolu mısralarında dile getirdiği gibi edebiyatın görevi,
hiç bir ihtiyaca cevap verememek, milletin ruhunu büyüleyip uyuşturmak,
fıtratına aykırı yollara sevketmek de olmamalıdır.

Öyleyse Nasıl Bir Edebiyat?

Tebliğ vasıtası olarak kullanılabilecek bir edebiyatın her
şeyden önce tebliğin gayesi ile uyuşması gerekir.

Kur’an hakikatlerini insanlara ulaştırma, bildirme işi olan
tebliğ insan içindir, dolayısıyla toplumu hedef alan bir harekettir.

M.Akif’e İranlıların en büyük şairi olarak kabul edilen Firdevsi
hakkında fikri sorulduğunda şu cevabı verir. “Meselâ Avrupalılarca, dünyaya
gelen şairlerin Homer’den sonra en büyüğü tanılan Firdevsi’yi ne yapayım? Altmış
bin beyitlik Şehnâme’si (Sâ’di’nin yazdığı) Bostan’ın yedi sekiz beytine varan
iki hikayesi kadar insaniyete hizmet edebilmiş midir?”28

Akif’in bu sözlerinden anlaşıldığı gibi, bize göre de edebiyatın
gayesi insana ve insanlığa hizmet olmalıdır.

İrşad ve tebliğ insan ve topluma yönelik olduğuna göre, ancak
insan ve topluma fayda sağlamayı gaye edinmiş bir edebiyat irşad vasıtası
olabilir. O halde “edebiyat toplum içindir” dışındaki nazariyeler edebiyatın
genel amacına hizmet etmemektedir.

Sartre “Edebiyat toplumsal bir görevdir”29 derken
edebiyat-toplum ilişkisini gözler önüne sermekte, yukarıda bahsettiğimiz gibi
edebiyatın bir fetih yolu olduğunu da ifade etmektedir.

Bediüzzaman da “Edebiyat fikri sosyal hayatı harekete götüren
çok ukde-i hayatiyelerden biridir”30 diyerek edebiyatın sosyal hayatı
hareketlendirdiğini ortaya koymakta, edebiyatla sosyal hayat ilişkisini gözler
önüne sermektedir.

Yine, M. Akif Ersoy’un kendisine sanat hakkındaki fikrini soran
talebelere verdiği cevap son derece önemlidir. Akif bu talebelere “Sanat sanat
içindir düsturu ölmüştür. Cemiyete, hayata yaramayan sanat yerin dibine batsın”31
diyerek, toplum için olan, insanın faydası için çalışan edebiyatı savunmuştur.

M. Akif’in 8 Mart 1912 tarihli Sebilürreşad’da yazdığı
“Edebiyat” başlıklı makale “Edebiyat toplum içindir, edebiyat toplumun faydası
için vardır” görüşünü benimsemiş olan ediplerin sanat anla-yışlarının
beyannâmesi gibidir. Bu yazının bir kısmı şöyledir.

“Şiir için, edebiyat için ‘süs’, ‘çerez’” diyenler var. Karnı
tok, sırtı pek milletlere göre bu söz belki doğrudur. Lakin bizim gibi aç,
çıplak milletlere, süsten, çerezden evvel giyecek, yiyecek lazım. Onun için ne
kadar süslü, ne kadar tatlı olursa olsun, libas hizmetini, gıda vazifesini
görmeyen edebiyat bize hiç bir şey söylemez.

Hele “sanat sanat içindir sanatta gaye yine sanattır. Edebiyatta
edebiyattan başka bir gaye aramak sanatı takyid etmektir” gibi yüksek
nazariyeler, bizim idrakimizin pek fevkindedir. Zaten bu türlü nazariyeler,
ahlaksızlığa felsefe şekli veren, edebiyat namına milletin namusuna, hayatına,
mevcudiyetine yürüyen bir takım hazelerin eser diye ortaya koydukları
bahnâmelere revaç verilmek için ileri sürülüyor.

Birde biz edebiyatın vatanı olduğuna iman edenlerdiniz. O
sebepten hiçbir milletin edebiyatını memleketimize mâl etmek istemeyiz.

Darılmasınlar, gücenmesinler ama sanatkârız diye ortaya atılan
bir çoklarını biz adi birer simsar bulduk. Adi kaydını da ilave ediyoruz; çünkü
eklerini belli etmeyecek kadar maharet gösteremiyorlar.

Sebilürreşad’da görülecek eserler kaba olacak, saba olacak;
lâkin yerli malı olacak, hiç bir tarafında başka memleket mahsülü olduğunu
gösterir damgası bulunmayacak. Bir de az çok bir fayda temin edecek. Şayet
ahlâki, içtimai hiç bir fayda temin etmezse, zararı bari olmayacaktır ki bir
nazara göre bu da fayda demektir.

Yazılarımız en namuslu aileler arasında okunabilmek üzere
yazılıyor. Zaten bizim içtihadımıza göre edepsizlik başladığı noktada edebiyat
biter.”32

M.Akif’in edebiyatçılar için, bugün bile geçerliliğini koruyan,
vazgeçilemeyecek düsturlar ihtiva eden bu makalesinden, ancak sosyal fayda
arayan, yani “toplum için edebiyat” düsturunu benimseyen bir edebiyat
anlayışının “irşad” vasıtası olarak kullanılabileceği sonucuna varabiliriz.

Bunu belirttikten sonra, genelde İslâm düşüncesinin
yönlendirdiği edebiyatımızda, tebliğ esasları çerçevesinde, irşad vasıtası
olarak kullanılan edebi örnekler var mıdır? Bunu görmeye çalışalım.

Tebliğ Esasları Çerçevesinde Edebiyat.

Edebiyat ve Simyacılık

Değersiz madenleri değerli madenlere çevirme çabası ve ilmi olan
simyacılıkla aslında edebiyatın bir çok benzeşen yönü olduğunu düşünüyorum.
Edebiyat da bir anlamda, kalpteki kötü duyguları güzel duygulara çevirme çabası
değil midir?

Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz adlı eserinde kalbi
şöyle tarif eder. “Kalbden maksat, sanevberi (çam kozalağı) gibi bir et parçası
değildir. Ancak bir latife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, makes-i
efkârı dimağdır”33 devamında kalbin maddi ve manevi iki görevinin
bulunduğunu, kalbin maddi görevinin, insan için “âb-ı hayat” hükmünde olan kanın
kalp tarafından vücuda pompalanması olduğunu söyleyen Bediüzzaman, kalbin manevi
görevinin ise kalbdeki “lâtife-i Rabbaniye” dediğimiz duyguyu, Allah’ın emir ve
yasaklarını Allah’ın istediği surette kullanma suretiyle, İslâm’ın gösterdiği
mükemmel insan hedefine ulaşmak olduğunu gözler önüne serer. Yoksa o duygular
doğru kullanılmadığı, “nur-u hayat” olan iman o kalbe girmediği takdirde,
insanın hareketli bir ölüden farkı kalmayacaktır.

Kısacası bana göre edebiyat da sim-yacılık gibi, şefkat,
merhamet, muhabbet gibi güzel duyguların yanında kin, nefret, haset vs. gibi
duygularla da bezenmiş kalbi, iman vasıtasıyla, doğru yönde kullanmayı çirkin
hasletleri güzel hasletlere çevirmeyi hedef almaktadır.

Tebliğde Bazı Esaslar

Bugün insanlığa mutluluğu vaadeden modern dünya—maalesef—bunu
sağlayamadığı gibi daha da mutsuz etti.

Güzelliğe, güzelliklere meftun, cemalperest bir fıtrata sahip
olan, Risale-i Nur müellifinin ifadeleriyle “ihtiyaçları âlemin her tarafına
yayılmış; arzuları ebede kadar uzanmış, bir çiçeği istediği gibi koca bir baharı
da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi ebedi cenneti de arzu eder”34
İnsan, dünyanın insan ruhunu boğan keşmekeşi, içinde fıtratına uymayan ama
kendisine mutluluk sözü veren ideolojilerin ve modernitenin vaad ettiği yalancı
cenneti aramaktan yorgun, çektiği her türlü eza ve cefâya rağmen onu
bulamamaktan bunalmış halde, bugün hakikaten annesinin kollarında biraz şefkat
arayan bir çocuk gibi bir damla mutluluğa muhtaç ve perişan…

Bu yüzden de bugün insanların ellerinde, güzellikten,
mutluluktan, sevgiden söz eden, hitabı kalbe yönelik, sevgiyi, kalbi ön plana
çıkaran edebi fazlalıklar görülmekte. Mutluluğu arayan insan bu yüzden, Nejat
Turhan’ın bir yazısında belirttiği gibi “Uğursuz bir sağanaktan, mesut bir
sağanağa kaçma çabası olan sanat”a35 yöneliyor. Dünyanın
dağdağasından, çilesinden bir nebze olsun kurtularak bir kitabın sayfalarında
dertlerini unutarak mutluluk gezintisine çıkmak istiyor.

Bu bağlamda, bir gülü herkesten daha güzel tarif edebilme sanatı
olan edebiyat, saadet-i dareyni vaadeden İslâmı insanlara anlatmada önemli rol
oynayacaktır.

Zaten edebiyat tarihimiz tetkik edildiğinde, birçok edibin
tebliğ esasları ışığında bunu gerçekleştirdiği görülecektir. Tebliğdeki bazı
esasları ortaya koyarak bunu göstermeye çalışalım.

Said Nursi’nin “Fena bir adama iyisin iyisin desen iyileşmesi ve
iyi adama fenasın fenasın” desen fenalaşması çok vuku bulur”36
diyerek ortaya koyduğu tebliğ düsturu özellikle divan şairleri tarafından sıkça
kullanılmış bir metottur.

Divan şiirinde mevcut ve sıkça kullanılan saray istiaresine
göre, padişah Allah’ın yeryüzündeki halifesidir ve Allah’ın adaletini yeryüzünde
tecelli ettirecek kişidir. Büyük bir güce sahip olan padişah veya yardımcıları
çeşitli yollarla kötülükten men edilmeye çalışılmış, divan şairleri bunu
“kaside”lerle, Bediüzzaman’ın az önce zikrettiğim tebliğ düsturunu kullanarak
sağlamışlardır.

Eskilerin insanı Şeyh Galip gibi:

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dide-i ekvân olan âdemsin sen

şeklinde tebcil etmelerinin ardındaki sebep yine budur.

Bediüzzaman’ın “şiir sanatının aracılığı olmasaydı, yüce
huyların tesisçileri yüksek ahlâkın nasıl tesis edileceğini bilemezlerdi
kaidesince şair ve âlimlerin niyetleri üme-rayı seyyiattan latif bir hile ile
vazgeçirmek”tir37 sözleriyle dile getirdiği bu gerçek divan
şairlerimizin çoğu tarafından ortaya konulmuş, bugün de geçerliliğini koruyan
bir metottur.

Yine Nâbi’nin, devrinin zevk ü sefahete düşen devlet adamlarına,
yapılan zulüm ve haksızlıklara karşı;

Bağ-ı dehrin hem hazânın hem baharın görmüşüz

Biz neşâtın da gammın da rüzigârın görmüşüz

(Dünya bahçesinin hem sonbaharını hem de ilkbaharını görmüşüz.
Biz ferahlık ve sevincin de, üzüntü ve tasanın da vakit ve zamanını görmüşüz)

Çok da mağrûr olma kim meyhâne-i ikbalde

Biz hezeran mest-i mağrurun, humarın çörmüşüz

(İkbal, baht açıklığı, meyhanesinde çokça gururlanma; çünkü biz
binlerce gurur sarhoşunun humarını içkinin neşesinden sonra gelen baş ağrısı,
sersemlik görenler-deniz.)

Top-i âh-i inkisâra paydâr olmaz yine

Kişver-i câhın nice şengin-hisârın görmüşüz.

(Biz mevki ve ikbal memleketinin taştan nice kalelerini görmüşüz
ki inkisar ahının (kırgınlık bedduası) topu karşısında yıkılıp gitmişlerdir.)

Bir gün eyler dest-beste pâygâhı cây-gâh

Bi-aded mağrür-i sadr-ı itibârın görmüşüz.

(Biz itibar sadrında nice gururla oturanları görmüşüz ki bir gün
kapı dibinde, elini bağlayıp duran bir uşak derekesine düşmüşlerdir.)38

şeklinde haykırması, yine Akif’in istibdat karşısında:

Sanıyorlar kafa kesmekle, beyin ezmekle,

Fikr-i hürriyyet ölür. Hey gidi şaşkın hazele!39

diye feryad, Hz. Peygamber’in (s.a.v) “Haksızlık karşısında
susan dilsiz şeytandır” veya “sizden her kim bir kötülük görürse eliyle
düzeltsin, gücü yetmezse kalbiyle düzeltsin ki bu, imânın en zayıfıdır.”40
hadis-i şeriflerinin edibler tarafından hayata geçirilmesinden başka bir şey
değildir.

Said Nursi’nin “Medenilere galebe çalmak ikna iledir, icbâr ile
değildir.”41 di-yerek ortaya koyduğu esasda ciddi fikirlerin mehaz
bulduğu ve tartışıldığı, ikna için gerekli olan fikir ve söz ustalığının adı
olan edebiyat dünyasının vazgeçmediği prensip-ler arasında değerlendirilebilir.

Yine Risale-i Nur müellifinin, İşaratü’l-İ’câz adlı eserinde
“irşadın tam ve nâfi’ olmasının birinci şartı, cemaatin istidadına göre olması
lâzımdır.”42 diyerek ortaya koyduğu irşad prensibi de edebiyatçıların
bazı hakikatleri temsil ve teşbihlerle muha-taplarının kabiliyetlerine göre
onlara anlatmaları bu prensibin gereğidir.

Divan edebiyatının, çoğu İlâhi aşka ulaşmayı hedefleyen ve bunu
hikayelerle anlatmaya çalışan “mesnevi”leri, yine bizim edebiyatımız dışında
kalan, İslâm ahlakını ve esaslarını öğretmeyi amaçlayan Sadi’nin “Gülistan ve
Bostan”ı da bu bağlamda değerlendirilebilir.

Tebliğ düsturları çerçevesinde, edebi-yatımızdaki bu tür
örnekleri çoğaltmak mümükündür. “Edebiyat bir deryadır, bizler onun içinde ancak
bir katreyiz” sözü ışığında, deryayı bu sayfalara taşımak mümkün olamadığı için
şimdilik bu kadarıyla iktifa edelim.

İslam Tarihinde Tebliğde Edebiyatın Rolü

İlk insan ve ilk peygamber Hz. Adem’den bu yana, kalem, tebliğin
belli başlı aracı durumundadır. Hz. Adem’e gönderilen “On sayfa suhuf” Allah
tarafından insanlığa ulaştırılan ilahi mesajın da ilkidir.

14 asır evvel, Arabistan’ın kumluk çöllerinden çıkan ayın on
dördü gibi bir öksüzün, kendi kızlarını diri diri toprağa gömecek kadar vahşi,
her türlü sapkınlığı gösterecek kadar azgın bir milleti Tevhid davasıyla yola
getirmesinde de kalemin rolü büyüktür. Şöyleki …

B. Said Nursi’nin 25. Söz’de izah ettiği gibi, Kur’an-ı Kerim
nâzil olmadan evvel, cahiliye döneminde, edebiyat son derece revaçta idi.
Belagat o derece revaçta idi ki, onların içinde “Muallâkât- ı Seb’a” (Yedi Askı)
namıyla bilinen yedi edibin kasidelerini altınla Kâbe’nin duvarlarına yazarak
iftihar ediyorlardı.

Bir kabilenin beliğ bir edibi “milli kahraman” ilan edilirken
yine o ediplerin bir sözü ile iki kabile birbiriyle savaşır yine onların bir
sözüyle barışırlardı. Yunus’un “Söz ola kese savaşı/Söz ola kestire başı”,
dediği gibi söz ustalarının, büyük ediplerin söz sahibi olduğu bir meydanda, o
meydanın sahipleri, az önce peygamberliğini ilan ederek Tevhid davasına başlamış
o ümmi öksüzden bir mu’cize istiyorlardı.

Böyle bir zamanda, edebiyatın, belagatın en gözde olduğu bir
anda Hz. Muhammed (a.s.m) en büyük mu’cizesini onların önüne koyuverdi: Kur’an-ı
Kerim. Hz. Peygamber (a.s.m) Kur’an-ı Kerim ile bütün Arap ediplerine meydan
okuyordu. Bediüzzaman’ın ifadeleriyle: “Nasıl ki zaman-ı Musa (a.s) da sihir ve
zaman-ı İsa Aleyhisselâm’da tıp revaçta idi; mu’cizelerin en mühimmi o cihetten
geldi.”43 Hz. Muhammed (a.s.m) in de mucizesi o dönemin revaçta olan
“belagat” sahasında gelmişti. Yine Said Nursi’nin ifadeleriyle, “İşte o vakit
bülega-i arabı en kısa bir sûresine mukabeleye davet etti. “Eğer kulumuz
Muhammed’e indirdiğimiz Kur’an’dan bir şüpheniz varsa hadi onun benzeri bir sûre
getirin (Bakara, s.23) fermanıyla onlara meydan okuyor”44

Az sonra ediplikleriyle övünen bütün meşhur Arap edipleri
susacak, K.Kerim konuşmaya başlayacaktı. Hatta Lebid’in kızı Kâbe’nin
duvarlarından babasının şiirlerini indirirken, soranlara; “Kur’an-ı Kerim
karşısında bunların bir hükmü kalmadı” diyecekti. Keza bir bedevinin bir ayet-i
ke-rime karşısında secde edip “sen müslüman mı oldun? Diye soranlara “Hayır, ben
bu ayetin belagatına secde ediyorum”45 dediği gibi.

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber’in (a.s.m) en büyük mucizesi
belagat sahasındaydı. “Mukteza-i hale uygun söz söyleme” sanatı olan belagat o
günlerin en tesirli tebliğ aracı olarak karşımıza çıkıyordu.46

Edebiyat tarihimizi incelediğimizde bundan sonra yazılan
eserlerin genelde İslam düşüncesinin yönlendirdiği eserler olduğunu görürüz.

Türklerin İslamiyet’i kabul etmesinden sonra Ahmet Yesevi ile
başlayan Tasavvuf geleneğinin en etkili tebliğ aracı yine edebiyat olmuştur.
İslâmiyet’in Türkler arasında yayılmaya başladığı asırlarda, onlar arasında, ilk
defa bir tasavvuf mesleği vücuda getiren Yesevi, çevresinde toplananlara
İslâm’ın esaslarını, şeriat hükümlerini, tarikat âdâb ve gayesini öğretmek
amacıyla, sade bir dille ve halk edebi-yatından alınma şekillerle hece vezninde
tasavvufi manzumeler yazmış ve bunları “Divan-ı Hikmet” adını verdiği mecmuada
toplamıştı.47

Edebiyatı bir irşad vasıtası olarak kullanma geleneği Yesevi’den
sonra da devam eder.

Yusuf Has Hacib’in didaktik eseri Kutadgu Bilig’de de (mutluluk
bilgisi) insanı iki cihan saadetine ulaştıracak yollar, İslâmi prensipler
ışığında sunulur. Dört kavram üzerine kurulan eserde fert, toplum ve devlet
hayatının dengeli olabilmesi için gerekli olan görgü ve bilgilerden, toplumdaki
çeşitli memurluk ve mesleklerin birbirleriyle ilişkilerinin nasıl olması
gerektiğini anlatan eser Türk-İslâm edebiyatının eli-mizdeki ilk örneğidir.

İslam akaidinin, daha çok şiir gibi ruha hitap eden usullerle
aktarılmasının en dikkate değer örneklerini Mevlâna ile Yunus’ta görürüz.

Temelini İslam akaidinin oluşturduğu Mevlânâ’nın Mesnevi’si ney
ile başlar “Dinle neyden kim hikâyet etmede/ Ayrılıklardan şikâyet etmede,”
mısralarıyla başlayan Mesnevi’de Allah’a gönül yoluyla ulaşmanın yolları
gösterilir. Ney asıl vatanı olan kamışlıktan koptuğu için inlemektedir.
Allah’tan ayrı düşen insanı temsil eden neyi inleten ebedi sevgiliye duyulan
hasrettir. Mesnevi’nin ilk on sekiz beyti “ney” imajına dayanır. Ney Allah’tan
ayrılarak bu dünyaya gelen ve tekrar ona dönme arzusu ile dolu olan insanı
temsil eder.48

Tasavvuf edebiyatı çerçevesinde değerlendirebileceğimiz Hacı
Bektaş Veli, Yunus Emre… vs eserlerinin kaynağı hep İslâm olmakla beraber bunlar
ayrı bir inceleme konusu olduğu için bu kadarla yetinelim.

13. yüzyılda itibaren oluşmaya başlayan Klasik Türk Edebiyatı
dediğimiz “Divan Edebiyatı”nın da özünü İslâmi akideler oluşturur.

Orhan Şaik Gökyay’ın ifade ettiği gibi. “Divan Edebiyatı söz
konusu olunca, bir şiirin anlamını sözlüklerden aramaya kalkmadan önce, bizde,
sahip olmamız istenen bilgiler vardır; bunlar, ayetler, hadisler, deyimler,
cinaslar, efsaneler, kıssalardır, mitolojidir, halkın inançlarıdır, adetleridir,
kısacası bir birikimdir.”49

Özellikle Cumhuriyet’ten sonra göste-rilen, Divan şiirini yok
gösterme, onu zevk, şehvet, eğlence edebiyatı diye takdim etme çabalarının
arkasında, bunu yapanların Divan şiirin anlayacak birikime sahip olmamalarının
yanında, bu şiirin sanat zevkiyle okuyucusuna aktarmak istediği İslâmi
hakikatleri engelleme düşüncesi vardır.

Türk Divan şiirinde devrinin ve muhitinin sosyal hayatını,
ahlak, iman ve güzellik anlayışını, tasavvuf estetiğini aksettiren ilk şair olan
Hoca Dehhâni’den, Ahmedi, Kadı Burhâneddin, Ahmed Paşa, Şeyhi, Fuzûli,
Şeyhülislam Yahya, Nâbi, Şeyh Galip’e kadar birçok divan şairinin şiir
anlayışının temelinde mesnevilerle dile getirdikleri “ilâhi aşk”, İslam ahlak ve
akaidi vardır.

Edebiyatımızda Batılılaşmanın ilk adımı sayılan Tanzimat devri
ve daha sonra gelen edebi nesillerin edebiyat anlayışlarından uzun uzadıya
uzadıya bahsetmek gerekir ki bu yazımız için bu mümkün değildir. Ancak,
Şinâsi’den itibaren Türk Edebiyatı ve fikir adamlarının eserlerinde İslami
görüşlere yer verdiklerini ifade etmekle yetinelim

Cumhuriyet dönemi, birçok meselede olduğu gibi, edebiyatımız
açısından da kısırlaşmanın olduğu bir dönemdir. Bilindiği gibi halifeliğin
kaldırılması, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, Şer’iye ve Evkaf Vekaletinin lağvı gibi
dini hayatla yakından ilgili düzenlemelere gidilmesi, Cumhuriyet idarecileri
tarafından dine karşı takınılan olumsuz tavırlar nedeniyle 1950 yılına kadar
dini yayıncılıktan bahsetmek mümkün değildir.50

“Bizler ne şekil ve ne suretle olursa olsun memleket dahilinde
dini neşriyat yapılarak dini bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dini bir
zihniyet fideliği vücuda getirilmesine taraftar değiliz.”51 şeklinde
bir zihniyete sahip olan o günün idarecileri ibadet dilinin
Türkçeleştirilmesinden ibadetlerin müzik eşliğinde yapılmasına, ezanın
Türkçeleştirilmesinden “Dini Islah Beyannamesi” adı altında ibadet sırasında
oturulması için camilere sıra konmasına kadar dini yok etmeye yönelik bir çok
harekete girişirken her türlü dini gelişmelere de karşı çıktılar.

Bu dönem edebiyatımız açısından da kısır bir dönem oldu. Dil
devrimi, harf devrimi ve tarih anlayışımızdaki değişiklikler edebiyatımızı
derinden sarstı.

“Bugünün neslini Avrupa kültürü ile yetiştireceğiz. Ona
herşeyden önce klasik bir sanat terbiyesi vereceğiz. Yunan ve Latin sanatından
başlayarak, Avrupa kültürünün sanat numunelerini ve sanat tarihini öğreteceğiz.
Bu suretle liseyi bitiren bir Türk genci Nef’i’yi, Baki’yi, Nedim’i anlamayacak
fakat, Homer’i, Şekspir’i, Rasin’i, Şiller’i tadacak.

Hangi millete mensup olursa olsun her Avrupalı genç bunları
bilir, fakat Nef’i’yi tanımaz. Nef’i’yi tanımamak Avrupalılık için bir noksanlık
değildir Türkçülük için de. Fakat Göte’yi bilmemek büyük bir boşluktur.”52

Akif’in “mazisi yıkık bir milletin âtisi olur mu?” mısrasıyla
dile getirdiği, kökleri şanlı mazisinden koparılan bir milletin edebiyat adına
ortaya koyduğu gelişme, kutlamaya hazırlandığımız Cumhuriyetin 75. yılında, bu
gün gözler önündedir.

Ancak son yıllarda, Cumhuriyete kadar etkili bir irşad vasıtası
olan edebiyatın, İslâmi gelişmelere paralel olarak gerçek kimliğine bürünmeye
başlaması, adından “İslâmi Edebiyat” diye söz ettirmeye başlaması ayrıca dikkate
değer bir hadisedir.

Edebiyat Türleri ve Tebliğ

Yazımızın bundan sonraki bölümünde, edebi türlerin tebliğle olan
ilişkisini incelemeye çalışalım.

Şiir ve Tebliğ

Edebi türler içerisinde başlangıçtan beri en önemli yere sahip
olan şiirin İslam tebliğindeki yerini ve önemini ortaya koyabilmek için,
sanırım, şiirin mahiyetini net bir şekilde gözler önüne serebilmek gerekir.

Şiirin ne olduğu üzerindeki tartışmalar insanlığın şiir
söylemeye başladığı günden bu güne kadar yapılmış ve hâlâ yapılmaktadır. Necip
Fazıl’ın deyimiyle “Şiir Nedir?” suali çok eski ve pek çetin. “N.Fazıl’a göre”
Aristo’dan Pol Valery’e kadar bütün poetik fikirciler ya sahilsiz bir tecrit
denizinde boyuna açıldılar yahut aşağının bayağısı birtakım kaba tekerlemelere
düştüler. Hepsi bu kadar. Ve şiirin ne olduğu her büyük mefhum gibi meçhul
kaldı.”53

Şiirin adını koymak gerçekten zor. Şiir Haşim’in Piyale’sinde
belirttiği gibi “sessiz bir şarkı” mı, yoksa Tanpınar’ın dediği gibi
“konuşmaktan ziyade susmak” mı, ya da Akif’in ifadesiyle “gözyaşı” mı?

Şiiri “Bir manaya delâlet etmek üzere vezinli ve kafiyeli olarak
söylenen bir sözdür.”54 ya da sözlük anlamıyla “zengin sembollerle,
ritimli sözlerle, seslerin uyumlu kullanımıyla ortaya çıkan, edebi anlatım
biçimi, manzume”55 şeklinde de tarif etmek mümkündür. Ancak bu
tariflerin hiç biri, şiirin özünü, mahiyetini, içinde sakladığı cevheri ortaya
koyamamakta, dolayısıyla, Necip Fazıl’ın deyimiyle şiirin ne olduğu hep meçhul
kalmaktadır.

Peygamberimiz daha önce şiir söyleyen Hasan bin Sabit’i
kafirlere karşı şiir söylemeye teşvik ederken Hz. Ali’nin o yolda şiirler
söylemesine izin vermez. Yine Hadis-i Şeriflerinde “Arşın56 altında
Allah’ın öyle hazineleri var ki, anahtarları şairlerin dilindedir” buyuran
Peygam-berimiz (s.a.v) şiir ve şairler hakkında önemli ölçüler ortaya
koymaktadır.

Buna göre her söz şiir olmadığı gibi herkes de şair değildir.
Hz. Ali emirü’l-müminindir ama şair değildir. “Şiir vardır ki sihir, şiir vardır
ki hikmettir” hadis-i şerifide şiirin gücünü ve mahiyetini ortaya koymaktadır.

Yukarıda, Kur’an-ı Kerim nazil olmaya başladıktan sonra Yedi
Askı şairlerinin nasıl şiirlerini Kâbe’nin duvarlarından indirdiklerinden,
Kur’an-ı Kerim’in belagatı karşısında nasıl boyun eğdiklerinden söz etmiştik.
Ancak “Biz peygambere şiir öğretmedik; bu ona yaraşmazdı” (Yasin: 69) ayet-i
kerimesi beşer kelamı olan şiirle Allah kelamı olan Kur’an-ı Kerim’in kıyas
kabul etmeyeceği gerçeğini ortaya koyarken Hz. Peygamber’in bir şair olmadığını
ifade eder. Bu gerçeği Said Nursi, “Kur’an-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek
hakikatleri câmi’ olduğundan, şiirin hayâlâtından müstağnidir.”57
sözleriyle ifade eder.

Bediüzzaman Said Nursi 25. Sözde, Kur’an-ı Kerim âyâtıyla beşer
kelamının nispet kabul etmeyeceğini ispat ve izah eder. “Sâir kelamların,
Kur’an’ın âyâtına nispeti, şişelerdeki görünen yıldızların küçücük akisleriyle
yıldızların aynına nispeti gibidir. Evet, her biri birer hakikat-i sabiteyi
tasvir eden, gösteren Kur’an’ın kelimatı nerede; beşerin, fikri ve duygularının
ayineciklerinde, kelimâtıyla tersim ettikleri manalar nerede”58

Yine 13.Sözde “şiir’in şe’ni küçük ve sönük hakikatleri büyük
büyük ve parlak hayallerle süslendirip beğendirmek ister. Halbuki Kur’an’ın
hakikatleri, o kadar büyük, âli, parlak ve revnaktardır ki en büyük ve parlak
hayal o hakikatlere nispet edilse en küçük ve sönük kalır”59 diyen
Bediüzzaman şiirle Kur’an ayetlerinin farkını ortaya koyar.

Bu ifadelerden sonra, yukarıda şiir söylemeye teşvik eden
Peygamberimizin sözleriyle, Yasin sûesinin 69. ayetinin ve Bediüzzaman’ın
ifadelerinin çeliştiğini düşünmemek gerekir. Kur’an-ı Kerim vahiydir. Şiir ise
kesinlikle vahyin yerini alamaz. Bütün bunların değerlendirilmesinde, kelamda
önemli bir düstur olan “Kim söylemiş?” “Kime söylemiş?”, “Niçin söylemiş?” “Ne
makamda söyle-miş?” düsturlarının göz önünde tutulması gerekir.

Kur’an-ı Kerim inmeye başladıktan sonra Hz. Peygamber’i (s.a.v)
şair, Kur’an-ı Kerim’i şiir olarak niteleyen müşriklerin varlığıyla, sonraki
asırlarda da şiirin dinin yerini tutabileceğini söyleyen, Kur’an-ı Kerim’i
“Kitab-ı köhne” olarak niteleyebilenleri gözden ırak tutmamak gerekir.

Yoksa, yine Said Nursi’nin ifadeleriyle “şiir çendan kıymettar,
şirin bir vasıta-i ifadedir.”60

Yine Muhsin Kalkışım da 3. Uluslararası Bediüzzaman
Sempozyumunda “Risale-i Nur’un poetik özelliği” adıyla sunduğu tebliğde şiirle
ilgili şu beş ilkeyi ortaya koyar.

1- Şiir Kur’an’ın yerini almamalıdır.

2- Şiirin mahiyeti harici âleme ayna olmak, tabiata benzemek ve
onu taklid etmektir.

3- Şiir “mücerred güzellik”i yansıtmalıdır.

4- Şiirde hayal dâima hakikate bağlı olmalıdır.

5- Şiirde esas olan vezin ve kafiye değil, iç âhenktir.61

Bu bağlamda kelime kuyumcusu olarak tarif edilen şairin ve
ortaya koyduğu şiirin önemini vurgulamak gerekir.62

Necip Fazıl şiirin “mutlak hakikatı arama işi” olduğunu söyler.
“Mutlak hakikat Allah’tır.” Şöyle devam eder Necip Fazıl “Ve şiirin ister O’na
inanan ve ister inanmayan elinde ister bilerek ve ister bilmeyerek O’nu
aramaktan başka vazifesi yoktur. Şiir, Allah’ı sır ve güzellik yolunda arama
işidir.”63

Edebiyat dünyamız bu düşüncenin izleriyle doludur. “Her şiiri
bir olaya dayanan, bir fikri güden, bir tezi savunan Mevlânâ’nın şiirleri ve
Kur’an’ın özü olduğuna dikkat çekilen “Mesnevi”si64 ile Yunus’un
şiirleri hep bunun ifadesidir.

Bu bağlamda “Dinin olmadığı yerde hiç bir şey yoktur; yokluk
bile yok. Şiir ve sanatsa hiç yok” diyen Necip Fazıl pek haklıdır. “Şair, madde
değilde mana halinde cami kapılarının önünü dolduran Allah dilencilerinin en
güzelidir.”65

Roman ve Tebliğ

Tanzimat edebiyatı ile Türk okuyucusu ile tanışan roman, diğer
sanat türlerine göre daha fazla okuyucu kitlesine sahip etkili bir türdür.
Avrupa’da kamuoyunun oluşmasında, fikir hayatının gelişmesinde çok etkili olan
roman, bizde de başlangıçta aynı görevi aşağı yukarı ifa etmiştir. Bizdeki, Batı
medeniyetini kabul etme anlamını taşıyan Tanzimat hareketinin yanında
romancıların yer aldığını düşünürsek romanın önemini daha iyi algılayabiliriz.

Bir edebiyat türü olarak roman, diğer türlere göre, insanını ele
alınmasından toplumun değişik yönlerinin okuyucuya aktarılmasına kadar çeşitli
meseleleri yansıtmada daha geniş imkanlara sahiptir. Mustafa Miyasoğlu da aynı
gerçeği “şiir, hikâye, deneme ve tiyatro, gerçeği ancak bazı boyutlarıyla
kavrayıp yansıtabilme imkanına sahipken, roman, söz konusu gerçeği bütün
boyutlarıyla kavrayabilecek niteliktedir.”66 şeklinde ifade eder. Bu
sebeple irşad vasıtası olarak değerlendirildiğinde roman, önemli görevleri
yerine getirebilecek güçtedir.

Divan edebiyatında roman yoktu. Manzum hikâyede diyebileceğimiz
mesneviler, modern anlamda roman veya hikaye sayılmasa da, toplumumuzun insana
bakışını, insanın kâinat anlayışını hatta yaratılış gayesini anlatan, insanı
tahlil ve tebcil eden bir niteliğe sahiptir. Romancı Miyasoğlu aynı eserinde
“Bizde mesneviden romana geçişin, Osmanlı’dan Cumhuriyete geçiş biçiminde
değerlendirileceğini”67 ifade ederken şunları da söyler. “Türlerin
değişmesi insanın değişmesi demektir. Önemli olan değişen insanın, değişik
türlerde öz değerlerini koruması, insanı insan yapan, yaratılış hikmetine uygun
bir hayata adamasıdır.”68

Gerçekten de bizde Mesnevi okuyucusu ile roman okuyucusu
arasında, dünyaya bakış, dünyayı kavrayış, insanı anlayış ve öz değerlere sahip
çıkış açısından çok büyük farlar görülür. Gazel, Terci-i Bend, Terkib-i Bend,
Mesnevi, Kaside, Rubâi… vs Divan Edebiyatı türlerinde insan ilahi aşkı ararken,
insan kâinatın efendisi olarak yüceltilip yaratılış gayesine doğru
yöneltilirken; Tanzimat sonrasında edebi-yatımızla yani tanışan türler,
problemleri, dertleri, inançsızlıkları, iç çatışmaları yansıtan bir ifşa
vasıtasıdır. Öz değerlere sahip çıkamayış ve nedenleri de bu türlerde açıkça
ortadadır.

Öz değerlerimizi yavaş yavaş yiti-rişimiz, onlara sahip
çıkamayışımız karşısında edebiyatçılarımıza da büyük işi düşüyordu.

Yahya Kemal’in “Mektepten memlekete” serzenişine sahip olan,
Bediüz-zaman’ın deyimiyle “Şevk vermeyen, Avrupa’dan tereşşuh etmiş, Kur’an’ın
büyüklüğünü kavrayamayan hazır edebiyat”69 manevi değerlere sahip
çıkma hususunda pek başarılı sayılmaz.

Her ne kadar ilk romanlarımızda “sosyal fayda” prensibi
gözetilerek, toplumun aksak yönleri aktarılmaya ve düzeltilmeye çalışılmış,
roman bir eğitim aracı olarak görülmüşse de sonraki dönemlerde durum değişmiş,
Allah’ı tanımayan, insana tabiat gözlüğüyle bakan, ölümü kabullenemeyen ve bunun
karşısında feryatlara boğulan bir roman anlayışı ortaya çıkmıştır. Hele hele
Cumhuriyet dönemi romanı tamamiyle ideolojilerin dünya görüşlerinin vurucu birer
silahı olmuştur. M. Miyasoğlu’nun belirttiği gibi, Cumhuriyet romanın üç
meselesi vardır.

1-İstiklâl Savaşı’ndan uygun adım inkılaplara geçiş

2- Köy ve eşkiya gerçeğinin bütün dünyayı ifade ettiği
iddiasıyla anlatılması

3- Sosyalizm havariliğinin tek kurtuluş yolu olduğu…70

Cumhuriyet dönemi bu üç anlayışı aksettiren çeşitli romanlarla
doludur.

Yakup Kadri’nin yere göğe sığdırılamayan “Yaban” romanı
ideolojik bir roman olarak bunlardan sadece biridir. Köy gerçeğini, Anadolu
köylüsünün milli mücadeledeki tavrını anlatan roman gerçekte milli mücadelenin
kazanılmasında eşsiz katkılarda bulunmuş Türk köylüsünü pısırık, cahil, yobaz
hatta hain göstererek, bu insanları pis kokan, eşekten tarla faresine, çakaldan
salyongoza kader çeşitli hayvanlara benzeterek onları iğrenç, insan dışı
varlıklar olarak gösterme çabalarıyla doludur. Anadolu köylüsüne duyulan bu
kinin tek sebebi ise Berna Moran’ın da belirttiği gibi, köylülerin yapılan
inkılap ve devrimleri benimsememesi, hatta kabul etmeyişidir.71

Görüldüğü gibi roman çeşitli dünya görüşlerinin hayat
bulabildiği bir sahadır. Bizim arzuladığımız roman ise yine Bediüzzaman’ın
ifadelerinde kendini bulur.

“Hem nasıl medeniyet-i hâzıra, hikmet-i Kur’ân’ın ilmi ve ameli
i’cazına karşı mağlup oluyor, öyle de, medeniyetin edebiyat ve belagatı da
Kur’an’ın edep ve belagatına karşı nispeti, öksüz bir yetimin muzlim bir hüzün
ile ümitsiz ağlayışı; hem süfli bir vaziyette sarhoş bir ayyaşın velvele-i
gınâsının (şarkı demektir) nisbeti ile ulvi bir aşığın muvakkat bir iftiraktan
müştakâne, ümitkârâne bir hüzün ile gınası (şarkısı); hem, zafer veya harbe ve
ulvi fedâkârlıklarla sevk etmek için teşvikkârâne kasâid-i vataniye gibidir.
Çünkü, edeb ve belagat tesir-i üslup itibariyle ya hüzün verir, ya neşe verir.

“Hüzün ise iki kısımdır. Ya fakdü’l-ahbabdan, yani
ahbapsızlıktan, sahipsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki, dalâletalud,
tabiatperest, gafletpîşe olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci
hüzün, firakü’l-ahbabdan gelir. Yani ahbap var, firakında müştakâne bir hüzün
verir. İşte şu hüzün, hidayetedâ, nurefşân Kur’an’ın verdiği hüzündür.

“Ammâ neşe ise, o da iki kısımdır. Birisi, nefsi hevesatına
teşvik eder; o da ti-yatrocu, sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının
şe’nidir. İkinci neşe, nefsi susturup, ruhu, kalbi, aklı, sırrı, maâliyâta,
vatan-ı aslilerine, makarr-ı ebedilerine, ahbâb-ı uhrevilerine yetişmek için
latif ve edepli mâsumâne bir teşviktir ki; o da cennet ve saadet-i ebediyeye ve
rü’yet-i Cemalullaha beşeri sevk eden ve şevke getiren Kur’an-ı
Mu’cizü’l-Beyânın verdiği neşedir.”72

Evet, irşad vasıtası olabilecek roman, insan ve toplum gerçeğini
yönlendiren, Allah’ın varlığını idrak etmeye yönelten, “tiyatrocu, sinemacı,
romancı” medeniyetin gereği olan nefsi hevesâta teşvik etmekten uzak, tabiat
bataklıklarından, ahbapsızlıktan gelen ve insanı dalâlet çukurlarına yuvarlayan
hüznü tattırmayan, buna karşılık, kalbi, ruhu, Kur’an’ın gösterdiği “asıl
vatana,” “ebedi makam”a, “uhrevi dostlar”a yetiştirmeye, ulaştırmaya teşvik
eden, ebedi saadete ve Allah’ı tanımaya, bilmeye, görmeye yönelten neşeyi, şevki
veren romandır.

Diğer Türler İçin

Şiir ve roman dışında kalan diğer edebi türlerinde Kur’an’ın
ortaya koyduğu ölçüler ışığında tebliğle ilişkisini inceleyebiliriz. Ya da şiir
ve romanda olması gereken esasları bu türlere de uygularsak, nasıl bir hikaye,
nasıl bir tiyatro, gazete irşad vasıtası olabilir? sorusunun da cevabını
rahatlıkla bulabiliriz.

Namık Kemal’in “faydalı eğlence” olarak nitelediği, hem göze,
hem kulağa hitap etmesi bakımından önemli bir yere sahip olan tiyatro ile yine
Namık Kemal’in “her nazar-ı tedkike nice yüz bin müşâvir, her kalemi tahrire
nice yüz bin muavin vermek şânından olan tıbâât”73 dediği gazetecilik
için de aynı şey söz konusudur.

Yeter ki bu türler de Allah’ı aramaya adanmış, milletin manevi
değerlerine, mukaddesatına kastetmek yerine onlara sahip çıkmayı gaye edinmiş,
dinsizlik-imansızlık fırtınalarına set, milletin hissi-yatına tercüman
olabilmeyi hedeflemiş olsun. Ancak böyle bir edebiyat irşad vasıtası olabilir,
ancak böyle bir edebiyata sahip milletler terakki edebilir, hem dünya hem de
ahiret saadetine nail olabilirler.

Bitirirken

Hayat gayelerle yaşanır. Akif’in,

Ey Hakk’a taparken şaşıran kalb-i muvahhid;

Bir sine emelsiz yaşar, o da; mülhid.

dediği gibi gayesiz, emelsiz yaşamak ancak dinsizlere has olan
bir özelliktir. Hele hele bin yıldan beri İslâm’ın bayraktarlığını yapan bir
milletin fertleri için gayesizlik diğer milletler karşısında zillet sebebidir.
Milletler de fertler gibi bir gaye için yaşarlar ve o gaye ile yükselirler.

Bin yıl tek gayesi ila-yı kelimetullah olan milletimizin, ne
kadar üzücü, yıkıcı badireler atlatırsa atlatsın, edebiyatı da gayesiz olamaz.

Bizim edebiyatımızın gayesi, Bediüz-zaman’ın “Edipler edeb-i
İslamiye ile müteeddip olmalı” düsturu çerçevesinde İslâm ahlak ve akaidini, Hz.
Peygamber’in belirttiği tebliğ esasları ışığında körpe dimağlara ulaştırmak,
eski, şanlı, satvetli günleri özleyen aziz milletimizin hissiyatını o yönde
coşturmak, kendine, insana, insanlığa faydalı, Allah’ı bilen ve tanıyan, sırat-ı
müstakimden zerre kadar sapmayan, ruhunu ve canını bu yola feda edebilen müttaki
müminler yetiştirmek olmalıdır.

Bediüzzaman’ın “Gayemiz vatan sathını mektep yapmaktır.”
ifadeleriyle haykırdığı, milletimizin yükselmesi için gerekli olan ilim yükünü
bu milletin omuzuna yüklemek, gerçek düşmanımız olan cehâleti yok etmek de
imanlı bir edibin en büyük gayesi olmalıdır.

Ancak böyle ulvi gayelere sahip bir edebiyat adamı ve böylesine
ulvi gayelere adanmış bir edebiyat, irşad vasıtası olabilir. Yoksa, duygularını
hâlâ nefs-i emmâre hizasından kurtaramayan gençlerimiz, dalâlet uçurumlarının
her an düşmek tehlikesiyle kıyılarında gezinen milletimiz, kendi aydınlarının
ihânetini görmeye devam edecektir.

Kur’an’ın bu asırdaki tefsiri, Kur’an’dan süzülen damlacıklar
olarak karşımıza çıkan Risale-i Nur’lar ise—meyve ağacından ayrı düşünülemez
kaidesince—Kur’an’ın bütün özelliklerini bu asra projektör gibi yansıtan,
milletin imanı ve selâmeti uğruna adanmış yegane eserdir.

Edebi olarak ele alındığında ise edipler için vazgeçilmez
düsturları ihtiva eden Risale-i Nurlar, Kur’an belagatını da bu asra taşıyan ve
dolayısıyla edebiyatçıların tetkikini bekleyen edebi yönü son derece kuvvetli,
eşsiz eserlerdir.

Kendilerini, az önce belirtmeye çalıştı-ğım ulvi gayelere adamış
edebiyatçıla-rımızın, Risale-i Nur’lardan alacakları çok dersleri olduğu
kanaatindeyim.

Dipnotlar

1. Ahmet Hamdi Tanpınar, 19.Asır Türk Ed. Tar., Çağlayan
Yay., İst. 1976, s. 129.

2. B.Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Y.Asya Neş., İst. 1997, s.
543.

3. M.Akif Ersoy, sm. c.4, s. 85, 1328, s. 114.

4. B.Said Nursi, Emirdağ Lahikası II., Yeni Asya Neş.

5. N.Kemal, Cisân-ı Osmaninin edebiyatı hakkında bazı
mülahazatı şamildir. Yeni Türk Ed. Ant. II., M.Ü.Fen Ed. Fak.yay., İst. 1993.,
s. 185.

6. Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük, Türk Tarih Kurumu bas.,
Ank. 1988.

7. Hadis-i Şerifler için bkz. Ahmet Önkal, "Resulüllâh’ın
İslâm’a Davet Medodu", Hibas Yay., Konya 1983

8. Cahit Kavcar, Edebiyat ve Eğitim, Ank. Ün. basımı, Ank
1994, s. 132.

9. M.Nihat Özön, Osmanlıca-Türkçe Sözlük, İnkılap Kitabevi.

10. Said Nursi, Divan-ı Harbi Örfi, Yeni.Asya Neş., İst.
1993, s. 25

11. M.Miyasoğlu, Devlet ve Zihniyet, Elifbe yay., İst.1981,
s.185.

12. Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Lügat, Aydın
Kitabevi yay., Ank. 1993

13. Seyyid Süleyman Medvi, "Büyük İslam Tarihi Asr-ı Saadet"
(Ter. Ali Genceli), İst. 1967, II. 404

14. Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, Dergah Yay., İst. 1986, s.
18

15. Edebiyat Nedir, Jean Paul Sartre (Çev: Bertan ONARAN),
De yay. 1967, s.38

16. Yusuf Akçura, "Üç Tarz-ı siyaset" , (haz. Recep Duymaz),
Boğaziçi Yay., İst. 1995, s. 5

17. Sırat-ı Müstakim, c. 5., Aded:120, s. 265 (Zikreden:
İ.Hakkı Şengüler), M.Akif Külliyatı, Hikmet Neşriyat, İst. s. 114

18. Zikreden Mehmet Kaplan: Kültür ve Dil, Dergah yayınları,
İst. 1986, s. 109

19. M.Akif Ersoy, Sm.3., adet 78, s.409. (zikreden:İ. H.
Şengüler), M.Akif Külliyatı, c 5., s. 12

20. a.g.e., s. 12

21. M.Kaplan, Kültür ve Dil, Dergah yay., İst. 1986, s. 126

22. Kenan Akyüz, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri,
İnkılap Kitabevi 1993, s. 89

23. a.g.e., s. 89

24. M.Akif Ersoy, "Safahat" , (haz. M.Ertuğrul Düzdağ),
Kültür Bak. Yay., Ank. 1990., s. 182

25. M.Akif Ersoy, Safahat, (haz: M.Ertuğrul Düzdağ), Kültür
Bakanlığı yay., Ank.1990, s. 157

26. a.g.e., s. 444

27. a.g.e., s. 279

28. sm. c. 5., Aded:108, 1326, s. 227, ( zikreden: İ.Hakkı
Şengüler), M.Akif Külliyatı, c. 5, Hikmet Neş. İst., s. 172

29. Jean Paul Sartre, Edebiyat Nedir, (çev: Bertan ONARAN),
De yay., 1967, s. 39

30. Said Nursi, Sünuhat, Yeni Asya Neş., İst. 1993, s. 81

31. M.Akif Ersoy "Safahat" (haz. M.Ertuğrul Düzdağ),
M.Ü.İlahiyat Fak. Yay., İst.1988, c.4

32. M.Akif Ersoy, Sebilürreşad 1330, c. 8-1, aded:183, s.
9-10

33. Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz, Yeni Asya Neş., İst. 1997,
s. 78

34. Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neş., İst. 1997, s. 289

35. Nejat Turhan, Mesut Bir Sağanağa Kaçmak, Köprü, No.55,
s. 4

36. Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neş., İst. 1997, s. 256

37. Said Nursi, Münazarat, Yeni Asya Neş., İst. 1997, s. 94

38. Abdülkadir Karahan, Nâbi, Kültür ve Turizm Bak. Yay.,
Ank. 1987, s. 124-125

39. M.Akif Ersoy, "Safahat", (haz. M.Ertuğrul Düzdağ),
Kültür Bakanlığı Yay., Ank. 1990, s. 139

40. Müslim, imân 78, (zikreden: Ahmet Önkal), Resulullah’ın
İslâm’a Davet Metodu, Hibaş Yay., Konya 1983, s .9

41. Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Neş., İst.
1993, s. 28

42. Said Nursi İşaratü’l-İ’caz, Yeni Asya Neş., İst. 1997,
s. 166

43. Said Nursi, Sözler (25.Söz), Yeni Asya Neş., İst. 1997,
s. 332

44. a.g.e., s. 332

45. a.g.e., s. 341

46. bkz. 25.Söz

47. Geniş bilgi için bkz. Köprü No: 62, s. 140

48. Geniş bilgi için bkz. Mevlâna Celaleddin, Divan-ı Kebir,
(haz. Abdülbâki Gölpınarlı), Remzi Kitabevi, İst. 1957

49. O.Şaik Gökyay "Seçme Makaleler II, Kim Etti Sana Bu Kârı
Teklif, İletişim yay., İst. 1997, s. 324

50. Cumhuriyet Devri dini yayıncılığın gelişimi için bkz.
İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiyesinde Dini Yayıncılığın Gelişimi Üzerine Birkaç
Not, Toplum ve Bilim 29/30, Bahar-Yaz, 1985

51. Vedat Nedim Tör, (zikreden: İsmail Kara), Cumhuriyet
Türkiyesinde Dini Yayıncılığın Gelişimi Üzerine Birkaç Not, Toplum ve Bilim
29/30, Bahar-Yaz 1985, s. 154

52. Vedat Nedim Tör, Hakimiyet-i Milliye, 21.8.1930 ( zik.
D.Mehmet Doğan), Batılılaşma İhaneti, Dergah yay., 3.Baskı, İst. 1977, s. 98

53. Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Büyük Doğu yay., İst. 1992,
Poetika

54. Kudâme b. Câfer, Nakdüş’-şi’r, 64, zik: Hasan El Emrâni,
Mesnevi Nuriye Metinlerinin Poetik Yönü, Uluslarası Bediüzzaman Sempozyumu, Yeni
Asya. Yay., İst. 1995, s. 701

55. T.D.K. Türkçe Sözlük, Türk Tarih Kurumu Bas., Ank 1988

56. Zik: M.Miyasoğlu, Devlet ve Zihniyet, Elifbe Yay., İst.
1981, s. 188

57. Said Nursi, Sözler (13.Söz), Yeni Asya Neş., İst. 1997,
s.127

58. a.g.e.(25.söz)

59. a.g.e., s.127

60. Said Nursi, Barla Lahikası, Yeni Asya Neş., İst. 1997,
s.178

61. Muhsin Kalkışım, Risale-i Nurun Poetik Özelliği, 3.
Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu, Yeni Asya Yay., İst. 1996, s. 734

62. Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Büyük Doğu Yay., İst. 1992,
s. poetika.

63. a.g.e

64.Abdülbaki Gölpınarlı, Divan-ı Kebir, Remzi Kitabevi, İst.
1957, s. IX

65. N.F.K., Çile, Büyük Doğu Yay., İst. 1992, poetika.

66. M. Miyasoğlu, Devlet ve Zihniyet, Elifbe, İst. 1981, s.
230

67. a.g.e s. 234

68. a.g.e. s. 236

69. S. Nursi, Sözler, Y.Asya Neş. İst. 1987, s. 676

70. Devlet ve Zihniyet, s. 267

71. Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış I,
İletişim Yay., İst. 1995, s. 163

72. Sözler (25.Söz), s. 375

73. Namık Kemal, Cezmi, İst. 1916, s. 5.

74. Mehmet Akif Ersoy, "Safahat" Haz. M. Ertuğrul Düzdağ,
Kültür Bakanlığı Yay., Ank. 1990, s. 390.