"Sorgulanmamış bir hayat, yaşanmaya değmez"

Sokrat

Günümüz insanı tarihin en büyük bunalımlarından birini yaşıyor.
Gerçekleştirilen maddi ve teknolojik bütün ilerlemelere rağmen, günümüz
insanının mutlu olduğu söylenemez. Acıları, ıstırapları ve stresleri unutmak
için en çok başvurulan ilaç Aspirin olduğundan, çağımızı "aspirin çağı" diye
niteleyen düşünürler bile var. Ayrıca dünyanın bir çok yerinde süren savaşlar,
soykırımlar, katliamlar, açlık felaketleri ve çevre sorunları yeni yüzyılı umut
ve gülümsemeyle selamlamamızı maalesef engelliyor.

Çağdaş dünyanın modern kurum ve kuruluşlarıyla bütün bu
sorunlara bir son verememesi ise ayrı bir trajedi. Bütün bu olgular ve özellikle
de Batı dünyasında yaşanan ahlaki çöküntü, aile kurumunun çökmesi, uyuşturucu
kullanımındaki artış ve intiharlar arasında yakın bir ilgi bulunmaktadır. Bu da
inandığı ve güvendiği bütün bilimsel ve teknolojik değerlerin işe yaramadığını
gören insanın, çözümü başka yerlerde; kendi dışında bir şeylerde aramaya
itmektedir. Bütün bunlar adeta "sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez" diyen
Sokrat’ın haklılığını bir kez daha tasdik etmektedir. Böylece hayatı ve
kendimizi sorgulamanın, hayatın anlamını yakalamanın önemi kendiliğinden ortaya
çıkmaktadır.

Neden ve niçin yaşıyoruz?

Hayatın bir anlam ve amacı var mıdır? Varsa nedir?

İnsan olmanın anlam ve onuru nedir?

Nasıl mutlu olacağız? Gibi sorular kaçınılmaz olarak tekrar
insanın karşısına çıkmakta ve ondan cevaplar beklemektedir. İnsan ne kadar bu
sorulardan kaçsa ve gör-mezlikten gelse de, bir noktada bunlarla yüzleşmek ve
hesaplaşmaktan kaçamamaktadır.

Dünyanın büyük bir bölümünde insanlar, açlık ve her türlü
yokluğa rağmen, yaşamaya çalışıyor ve bu yolda çaba harcarlarken, diğer yandan
her türlü maddi konfor, lüks ve servete rağmen bazı insanlar intiharı bir
varoluş biçimi olarak seçiyorlarsa ortada çok önemli sorun/sorunlar var
demektir.

Bu da, yaşamın temeli ve hayatın gayesinin "insanın ekonomik
ihtiyaçlarının gide-rilmesi" olduğu tezinin iflas etmesidir. Zira "hayatın ve
insanın anlam ve önemi bilinmediği takdirde" sahip olunan bütün maddi servetin
de insan için anlam ve önemini yitirdiği görülmektedir. Hayatın anlamını,
gayesini ve bu dünyadaki gerçek konumunu bilmek her şeyin önüne geçmektedir. Bu
da ancak kendimizi ve hayatımızı sorgulamamızla mümkündür. Zaten felsefe tarihi,
bu tür sorgulamaların ve yüzleşmelerin tarihi değil midir?

Görüldüğü gibi, hayatın anlamını sorgulamanın tarihi, insanlık
kadar eskidir. İnsanı insan yapan bir şey bu sorgulama. Bununla beraber Ancak,
Sokrat’ın özdeyişinden de anlaşıldığı gibi "yaşayanlar" her zaman var olmuştur
ve olacaktır da. Ayrıca böyle bir sorgulamayı hoş karşılamayan, aksine kendi
varlıkları ve çıkarları için tehdit ve tehlikeli olarak görenler de olmuştur ve
olacaktır. Bunların en belirgin özelliği ellerindekini (güçlerini,
iktidarlarını, çıkarlarını) kaybetmemek. Bunun için sorgulamayı/sorgulanmayı,
eleştirmeyi ve paranteze almayı hoş karşılamamış ve güçleri yettiğinde ise
yasaklamamışlardır.

Bunun da en tipik örneğini de Antik Yunan’da Sokrates’in
şahsında bulmak mümkün. İzdüşümleri ise, bütün düşünce tarihi boyunca devam
etmiştir. Sokrat’ın en büyük suçu: "Ben kimim? Hayatın amacı nedir? Bilgi nedir?
İyi nedir?" gibi soruları kendine sormaktı. Ayrıca bu yaşama biçimiyle
karşılaştığı ve iletişim kurduğu herkesin de kendisine benzer sorular sormasına
neden oluyordu.

Atina’daki kurulu düzen bunu kendi varlığına ve varoluş
meşruiyyetine en büyük tehdit olarak algıladı. Sokrat, Atinalı gençlerin
ahlakını bozmak ve düzenin temelini tehditle suçlandı. Yetmedi, hapsedildi.
Sonuçta zehirlenerek hayatına son verildi. Düşünüldü ki, böylece sorunu
çözmüşlerdi. Ancak Sokrat’ın, insan olmanın en temel özelliklerinden biri olan
sorgulamayı harekete geçirdiğini fark edemediler. Kendini sorgulamaya başlayan,
ne olduklarını ve kavramlarını sağlam bir temele dayandıranlara hükmetmenin
yönlendirmenin ve yığın insanı yapmanın mümkün olmadığını hesaplayamadılar.

Sokrat’ın yaktığı bu meşale, tarih boyunca sönmeden yanmıştır.
Ancak günümüz insanının daha büyük tehlikeyle karşı karşıya olduğu
görülmektedir. Bu da birey insanın, teknoloji, enformasyon ve medya gibi yeni
güçler tarafından yok edilmesi; "düşünmemesi" ve "sorgulamaması" için adeta her
şey yapılmaktadır. Öyle ki, bireyin giyimi ve yeme-içme gibi en temel insani
tercihleri bile başkaları, daha doğrusu gücü elinde tutanlarca belirlenmektedir.
Burada güç en geniş anlamda kullanılmaktadır. Kullandığımız ürünleri üretenler,
bunları nasıl, ne kadar ve nerede kullanacağımıza da karar vermektedirler.
Nerede tatil yapacağımız, ne tür müzik dinleyeceğimiz yine bizim dışımızda
kararlaştırılmaktadır. Böyle bir durumda, isterseniz buna postmodern durum
deyiniz, bireyin özgünlüğü ne olacaktır?

Bu yeni durumda en büyük işlevi ise medyanın yaptığı
görülmektedir. Ortaya çıktığı günden bu yana bir güç olarak ortaya çıkan medya,
giderek bu gücünü daha da artırmıştır. Günümüzde ise, büyük sermaye ile
birleşerek, tekelleşmiş, kartelleşmiş, bazı durumlarda hakim siyasi
iktidarla/iktidarlarla da işbirliği, daha doğrusu çıkar birliği yaparak, bir dev
halini almıştır. Thomas Hobbes, "insanın, insanın kurdu" olduğu bir ortamdan
kurtuluşu, Levithan dediği devlet devinin ortaya çıkmasında görmüştü. Peki bu
yeni durumda, devleşen medyanın ve iktidarların gücünden bireyi/insanı kim
kurtaracak?

Örneğin Medya… Yazılı ve görsel medya her şeyimizi belirlemeye
çalışıyor. Neyin iyi neyin kötü olduğunu belirtiyor. Yiyeceklerimizi
giyeceklerimizi saç modellerimizi de medya seçiyor. İzleyeceğimiz filme kadar o
bizim adımıza karar veriyor. Öyle ki artık mahkemelere de lüzum kalmıyor.
Yargılamayı da yapıp, herhangi bir konuda kim suçlu, kim suçsuz medya karara
bağlıyor. Son zamanlarda bu tür bir çok yargılama ve mahkumiyeti kamuoyu
şahitlik etmiştir. Evet, sadece uzaktan seyreden, sıra kendisine gelinceye kadar
sesini çıkarmayan, ancak devin elleri onu sardığında bağıran bir kamuoyu. İşin
en can alıcı noktası ise bireyin medya karşısında sığınacak bir yeri yok ,daha
doğrusu "birey" yok.

Eski masallardaki devleri hatırlarız. Sonunda bir kahraman çıkar
ve işi bir sonuca bağlardı. Altın kalpli prens, başta prenses olmak üzere
herkesi kurtarırdı. Peki bizi kim kurtaracak?! Ne yazık ki, böyle bir kurtarıcı
yok, kendi dışımızda yok, demek istiyorum. Zira şimdiye kadar ki "tüm
kurtarıcıların" fos çıktığını gün geçtikçe daha iyi anlıyoruz. Öyle ise iş başa
düşüyor. "Kendi kendimizi kurtaracağız" İnsanı kurtarmaya çalışacağız. Nasıl mı?
Kendimizden başlamak yeterli.

Bunun için yeni yöntemler icad etmeye de gerek yok. Sadece
Sokrat’ın altını çizdiği ve vurguladığı "sorgulamayı" başarmak gerekiyor. Acaba
bana sunulan tüm bu imgeler, anlamlar/anlamsızlıklar, tüketim alışkanlıkları,
ihtiyaçlar doğru mu? Ben birey olarak gerçekten bunlara muhtaç mıyım?
Önceliklerim ne? Temel referanslarım neler? Aslında öncelikle "Ben neyim? Kimim?
Bu dünyaya nereden ve neden geldim? Hayatımın bir anlamı ve amacı var mı? gibi
sorulara cevap aramak gerekmektedir. Kendimize ait cevaplar bulmaya çalışmak.
Hayatımızın medya astrologları, medyumları ve şarlatanları tarafından
yönlendirilmesini istemiyorsak bu soruların ce-vabını kendimiz bulmak
zorundayız.

Sokrat, Platon, Aristo, Descartes, Kant, İbn Sina, Gazzali,
Mevlana, Yunus Emre, Said Nursi ve daha binlerce insan bu soruları kendilerine
sordular ve cevaplarını da bizzat kendileri verdiler. Bu cevaplarıyla, bize
dayatılan sahte doğrulara değil, çağlar üstü ve evrensel doğrulara itibar
etmemiz gerektiğini gösterdiler. Bunu yaparken nasıl bir yol izlediklerini bütün
içtenlikleriyle anlattılar. Böylece kendilerinden sonra geleceklere, yani bize
ipuçları verdiler: Gazzali’nin el-Munkiz mine-Dalal’ı, Descartes’in Metod Üzeine
Konuşmaları, Tolstoy’un "İtiraflar"ı ve Nursi’nin Nur Risaleleri bu tür
ipuçlarıyla dolu.

Kur’an’ın ilk emri de "oku" idi. Buradaki "Oku!" emrini geniş
bir perspektiften ele alınca, Kutsal mesajın insanlardan, yeni bir okuma,
anlamlandırma ve sorgulama dönemine başlamalarını; başta kendileri olmak üzere,
her şeyi sorgulamaları ve yeniden anlamlandırmalarını istediği anlaşılır.
Kendilerine toplum, gelenek ve hatta ataları tarafından dayatılan yanlışlara,
sahte cevaplara ve değerlere değil, alemlerin yaratıcısı olan Allah’ın tek değer
olduğu yeni bir yaklaşım, yeni bir okuyuş biçimi.

Hayatımızı anlamlandırmak, kendimiz olmak, farklı olmak, özgün
olmak istiyorsak, böyle bir sorgulamadan daha fazla kaçamayız. Önümüze konulan
sahte hedeflerin ve geçici amaçların bir şeye yaramadığı ufak bir sorgulamayla
anlaşılacaktı. Derslerde öğretmenimizin gözüne girmek, karnenin yanında teşekkür
ve takdir, iyi bir okul; iyi bir lise ve üniversite ve üniversiteyi bitirme
hayali. Bu uğurda harcanan geceler ve gündüzler. Geçen bir ömür. Halbuki
gözümüzü açıp etrafımıza baksak, üniversite mezunu olup iş arayan insanlar, hem
genç insanlar. Okul bitirmek de sorunu çözmüyor artık. Kendimiz olmak, kendimizi
keşfetmek; Allah’ın bize bahşettiği meleke, kabiliyet ve imkanları keşfetmek ve
gerçekleştirmek. Böylece öncelikle özgür ve özgün bir "insan" olmak.

Yeni bir yüzyıla robot olarak değil, insan olarak girmek ve
insanca yaşamak istiyorsak, kendimizi, hayatımızı ve içinde bulunduğumuz durumu
sorgulamaktan daha fazla kaçamayız Biz kendimiz kendi hayat projemizi,
hedefle-rimizi, önceliklerimizi ve değerlerimizi seçmezsek, bunu bizim için
yapmaya hazır bir çok çıkar guruplarının olduğu unutulmamalıdır. Hatta bize
rağmen, bizim için tercih yapan, kendi projelerini, çıkarlarını ve hedeflerini
bize dayatanlar hiç azımsanacak gibi değil. Bu bazen devlet adına yapılırken,
bazen daha kibar ve daha gösterişli ambalajlar ve retoriklerle yapılıyor.

Sokrat haklı. Gerçekten de "Sorgulanmamış bir hayat, yaşanmaya
değmez".