Medeniyetlerin ve çağların zihnimizdeki imajları, onlar
hakkındaki çağrışımlarımız çoğunlukla estetik kaygıların ürünü olan sanat
eserleri ya da yine aynı kaygıların biçimlendirdiği, somut yaşama ait
materyallerdir. İnsanlık tarihindeki devreler ve kadim uygarlıklar hakkındaki
imgelemimiz estetik algılar üzerine yoğunlaşır. Mısır’ı piramitlerle, eski
Yunan’ı tapınaklarıyla hatırlarız. Gündelik yaşama ait, ilk anda teknik bilginin
sahasına bırakılmış görünen aletler bile üretildikleri devrin estetik
yaklaşımından pay almaları sebebiyle neticede yine hakim estetik ideolojinin
düşünülmesine yönlendirir bizleri. Medeniyetlerin edebiyattan müziğe, mimariden
giyime kadar geride bıraktıklarının estetik ideolojinin yansımaları olması
estetiğin toplumsal gerçekliğin yadsınamaz bir parçası olduğunun göstergesidir.

Estetiğe Dair

İstisnasız her toplumsal yapıda hayatı estetize etmeye yönelik
gayretlerin olması estetiği Platon’dan Kant’a, Nietzsche’den Hegel’e pek çok
düşünürün ilgi alanına çekmiş; estetik kavramı felsefenin ana temalarından biri
haline gelmiştir. “Estetik algılar insana ve topluma içkin midir?”, “Estetik ile
hakim söylem arasında nasıl bir ilişkiden söz edilebilir?” gibi soruların
toplumun kurgulanmasında ve sosyal gerçekliğin oluşumunda ufuk açıcı
yaklaşımları da beraberinde getireceği düşünülmüştür. Estetiğe dair analizlerde
kimi zaman insan doğası kimi zaman da estetik ideolojinin toplumsal yapıdaki
işlevi çıkış noktası kabul edilmiştir.

Estetik çabaların bahsettiğimiz egemenliği bu algıların insan
doğasının bir parçası olup olmadığı sorusunu gündeme getirmektedir. Bu noktada
sorun insan-varlık ilişkisine gelmektedir. Çünkü, beğenilerimiz eşya ile
etkileşimimiz bağlamında anlam kazanmaktadır. Örneğin Lacan, insanın eşya ile
ilişkisinde çocukluk yıllarındaki gelişim süreci üzerinde durur. Çocuk için ilk
başlarda obje-süje ayrımı söz konusu değildir. Çocuk kendisini çevreden ayırt
etmez. Özne bilinci tedricen oluşur.1 Daha sonra insan, dilin
dünyasına dahil olur. Nesnelerin kavramlaştırılması ve adlandırma başlar. İç
tutarlılığa sahip bir tanımlayıcılar kümesi dışa bakışta aracı olur. Bu aslında
gerçeklikten kopuşun ya da kendinin ve şeylerin sınırını idrak etmenin
ifadesidir. Estetik eylemlerde bu kopuşu telafi etmenin amaç edinildiği
söylenebilir. İnsan, tecrübe ettiği sınırları kırmanın ve gerçekliği
dönüştürmenin yolunu estetikte bulmaktadır. Bu açıdan estetik, insan doğasına
içkin sayılabilir. İnsanın varlık planına çıkışına dair dini kaynaklar göz
önünde bulundurulduğunda estetik çabaların insandaki mutlak güzele özlemin
ifadesi sayılması mümkün. Belki de yitirilen Cenneti bu dünyada bir nebze de
olsa hatırlamanın ve canlandırmanın yoludur bütün bunlar. Hayatı inceltmenin ve
latif hale getirmenin yoludur.

Estetiği insan doğasını merkez alarak açıklayan bu ve benzeri
yaklaşımların dışında meseleye estetiğin toplumdaki işlevi açısından bakan
teoriler de var. Bu teorilerde temel kabul estetik ideolojinin her devrin ve
sosyal yapının dayandığı, güç aldığı noktalardan birisi olduğudur. Tanımdan da
anlaşılacağı üzere estetik, ideolojik bir karaktere sahiptir. Estetik ideoloji,
bireylerin egemen söyleme yakalanmalarının yolunu açan ve bunun formunu
oluşturan bir araçtır. Form ve içerik bizzat kendi içlerinde ve birbirleriyle
etkileşimleri düşünülerek kavranabilir. Estetik ideoloji, egemen fikrin
gündeliğe yansımasının ve fertlerin otoritenin temsil edildiği mekanizmalarla
kurdukları ilişkinin çerçevesini çizer; altyapısını oluşturur. Yaşanan
psikolojik bir süreçtir aynı zamanda. Yönetim aygıtlarının dayandığı egemenlik
bir kere de sanat ve estetik yoluyla tanımlanır ve değişik seviyelerde yeniden
üretilir. Althusser’e göre bu ideolojik bir mekanizmadır ve aslında mevcut
eşitsizliklere karşı yanlış bir bilinçle eşitsizlikten arınmış bir dünya hayal
edilmektedir. Özgürlüğün ve eşitliğin mutlak anlamda mümkün olmadığına dair
ümitsizlik bu çabaların itici gücüdür.2 Marcuse da sanat yapıtının
bir yanılsama olduğunu söylerken sanat yoluyla yerleşik düzenin güzel
kılındığını belirtir. Düzenin devamlılığı ve istikrarı açısından estetiğe önemli
bir rol düşmektedir. Marcuse bu yönüyle estetiğin baskıcı olduğuna dikkat çeker.3

Neticede ortaya çıkış sebebi ya da işlevi tartışmalı olsa da bir
toplumda ya da çağda hakim olan estetik anlayışın o yapı/dönem hakkında önemli
ipuçları taşıdığı iddia edilebilir. Acaba estetik bugünü anlamada bize neler
söyleyebilir? Yaşadığımız çağda kapitalizmin etkisi dikkate alınırsa, bugünü
kavramada estetik ideolojinin tüketim toplumunun argümanları arasında nasıl bir
yer işgal ettiğine bakmak faydalı olacaktır.

Her medeniyeti belli eserlerle tanıyıp hatırladığımızı
belirtmiştik. Acaba bu yüzyılı ileride insanlar ne ile anacaklar? Muhtemelen
süpermarketler, bankalar ve devasa alışveriş merkezleriyle. Yani tüketim
toplumunun modern tapınaklarıyla. Anlaşılan o ki tüketim, çağın nabzını tutuyor.
Modern zamanların insanı “Düşünüyorum, öyleyse varım” iddiasıyla başlayan
serüveninde “Tüketiyorum, öyleyse varım” noktasına ulaşmış görünüyor. Birbiri
ardınca piyasaya sunulan mallar bir çırpıda tüketilirken, arz-talep dengesinde
neyin neyi öncelediği tüketim hızı karşısında oldukça belirsizleşiyor. Gündemi
takip zorlaşırken, revaçta olanın çok kısa bir zaman diliminde eskiyip kenara
itildiğine şahit olunuyor. Modern çağın homo economicusu, sınırsız(!)
ihtiyaçlarını gidermede tarihinin en şanslı ve bereketli devresini yaşıyor belki
de. Ancak, diğer taraftan sonu gelmeyen bir koşuşturmanın içinde, tüketimin
fasit dairesinde dolanıp durmaktan yılmış; bunun getirdiği doyumsuzluğun
bunalttığı insanlarla ve bu insanların bilinç parçalanmalarının histerik
hallerle kamusala yansıdığı bir dünya ile karşı karşıyayız. Tutunamayanlardan
müteşekkil bir topluma dönüşüyoruz. İnsanlar artık dünyanın organik birer
parçası değiller. Hızla akıp gidene tutunabilmelerinin, kendilerini yaşadıkları
çevrenin bir parçası hissedebilmelerinin belki de tek yolu, aidiyetin simgesi,
var olmanın ve varlığını kanıtlamanın şartı, tüketim. Böylesine değişken ve
maddileşmiş bir ortamda güzele, iyiye, değişmeyene, değişmemesi gerekene dair
fikirler oldukça önemsizleşmiş gibi. Acaba estetik kaygılar tüketim insanına ne
ifade ediyor? Tüketimin bir estetiği var mı, yoksa estetik de artık sadece
tüketilebilir bir meta mı?

Tüketim: Varım Diyebilmek İçin

Tüketim çağının gerçekleri, tüketimi ihtiyaçların giderilmesiyle
sınırlayan ve onu sırf ekonomik faaliyetlerin türevi olarak tasarlayan klasik
iktisat anlayışını büyük ölçüde yanlışlıyor. Öncelikle, fertlerin şeylerle
ilişkisi, ihtiyaçların karşılanmasıyla sınırlanamayacak kadar karmaşık.
Tüketilen şeylerin bazılarının (hatta belki de pek çoğunun) görünür bir fayda
sağlamaktan uzak olduğu, ya da en azından kullanım yerleri ve biçimleri göz
önünde bulundurulduğunda fayda mülahazasının arka planda kaldığı rahatlıkla
söylenebilir. Henüz bir ürün piyasaya yeni sürülmüşken üreticileri ufak tefek de
olsa düzeltmelerle onun daha gelişmiş(!) bir versiyonunu sunmaya iten saik
sadece ihtiyaca dayalı talep olmasa gerek. Ayrıca, klasik iktisadi yaklaşım
neden bazı şeyleri tüketirken diğerlerinden uzak durduğumuz konusunda da suskun.
Bu anlamda tüketimi bir yaşam biçimi haline getiren günümüz toplumunu anlamada
klasik iktisat teorisinin ötesinde, tüketimin sosyal kurgulanmasını esas alan,
tüketimi sadece malların değil, aynı zamanda statülerin, ilişkilerin, anlam ve
işaretlerin akışı olarak anlayan açıklamalar öne çıkıyor.

Tüketimin sosyal yaşamdaki rolü hakkında sosyal bilimler
literatüründe özellikle 1950’lerden başlayarak pek çok kayda değer çalışma
yapılmış durumda. Bunların yirminci yüzyılın ikinci yarısında yoğunlaşması
tesadüf değil elbette. Üretim teknolojilerindeki gelişmeler, orta sınıfın yaşam
standartlarındaki iyileşme ve uygulanan yeni tekniklerin yoğun üretime imkan
sağlamasıyla birlikte kitle tüketimi hız kazandı. İşçilerin kapitalizmin
işleyişine sadece emekleriyle değil tüketim kapasiteleriyle de katılmaları
Fordist ekonominin temel hedeflerindendi. Çeşitli tüketim malları daha fazla
sayıda üretiliyor; tüketim, bahsettiğimiz gelişmelerin etkisiyle geniş kitlelere
yayılıyordu. Mesela otomotiv sektörü bunun en bariz yaşandığı sahalardan
birisiydi. Artık Fordist pratikler sayesinde otomobil sınırlı sayıda zengin
adamın lüks oyuncağı olmaktan çıkıp orta sınıf ailelerin hayatlarının bir
parçası haline geldi. Sonuçta A.B.D.’de 1945’te iki milyon olan yıllık araba
üretimi, artan (ya da arttırılan) taleple birlikte 1950’de, yani beş sene gibi
kısa bir zamanda 40 milyona; 1951’de ise 51 milyona ulaştı. Tüketimi desteklemek
maksadıyla bankalar kredi şartlarını kolaylaştırınca tüketici kredileri hacmi
katlanarak arttı. 1950’de ilk kredi kartının piyasaya sunulması da bir dönüm
noktası idi.4 Yaşanan değişim fark edilmeyecek gibi değildi. Bu
dönüşümü (ki adına “tüketim çılgınlığı” da denmekteydi) açıklamayı hedefleyen
çeşitli akademik çalışmalar birbirini takip etti.

Bu çalışmalardaki ortak temalardan birisi malların değerlerinin
sosyal ilişkiler ağı içerisinde ve göreceli olarak kurulduğu fikri. Buna göre
insanların mal edinmedeki amacı, toplumsal yaşamda belli ilişkiler tesis etmek
ve anlaşılır bir dünya kurabilmektir. Örneğin, Baudrillard’a göre şeyleri doğal
özellikleri sebebiyle, sırf kendileri oldukları için tüketmeyiz.5
Aslında tükettiğimiz, nesnelerin işaret ettikleri, yani sosyal anlamlarıdır.
Mallar birer iletişim aracıdır. Ekonomik model fert düzeyinde takılıp kalmakta
ve sosyal alanı göz ardı etmektedir. Eğer klasik ekonomik anlayışın sınırsız
ihtiyaçlar tezi doğru olsaydı içsel olan ihtiyaçların değişmemesi ve
genişlememesi gerekirdi. Oysa, bugünün insanının ihtiyaç kabul ettiği şeylerle
bir asır öncesinin ihtiyaç kabulleri karşılaştırıldığında büyük farklar göze
çarpmaktadır. Diğer taraftan, Bourdieu, benzer bir yaklaşımla, tüketim
pratikleri ile sosyal sınıflar arası ilişkiye dikkat çekmektedir.6
Bourdieu’ya göre insanlar kendi statülerine belli tüketim kalıplarını, belli
mallardan oluşan bir tüketim portföyünü uygun görürler. Bu anlamda, tüketim
aslında sosyal yapı içerisinde nerede olduğunu göstermenin bir yolu olarak
karşımıza çıkar. Tüketimin sosyal kurgulanmasıdır söz konusu olan. Aslında her
varlığın, iddiasının farklı olma fikrini de içinde taşıdığı düşünülürse, tüketim
var olmanın, varlığını kabul ettirmenin bir yoludur.

Farkı gösterebilmek, farklı olduğunu ispat edebilmek için bunun
kamusala bir biçimde taşınması gerekir. Hele bugünün dünyasında. Yani
birbirinden kopuk, birbirini tanımayan insan yığınları arasında seçilebilmek
için tükettiklerinizle kendinizi ortaya koymanız lazım. Bu noktada sıra
tüketimin yapısına; yani neyi, ne kadar ve nasıl tüketmek sorularına gelir.
Bunlara cevabı, sosyal yapının konuşulmayan, sessiz anlaşması verir. Kısacası,
üzerinde—belki herkesin olmasa da—çoğunluğun ittifak ettiği, bir yerlerde yazılı
olmayan, hatta dile getirilmeyen belli normlar söz konusudur. Örneğin
zenginseniz, herkesin tükettiğini tüketmemeniz, herkesin tüketemediğine
yönelmeniz gerekir. Bulunduğunuz konuma uygun mallarda aranan özellikler
nadirlik, erişim kısıtlılığı gibi ayırd edici, sizi öne çıkarıcı özellikler
olacaktır. Aslında “sonradan görme” gibi ifadeler de sosyal statü ile tüketim
kalıpları arasındaki uyumsuzluğun ifadesidir. Yani bu normlara uymamak, sahip
olduğu kapitalin kendisini neye yönlendirdiğini kestirememek; sınıf
basamaklarını aşmasına rağmen tüketim kalıplarında hala geriden seyretmek sosyal
yaşamda ayıplanmanın, yerine göre de dışlanmanın sebebidir.

Bu noktada şunu da belirtmekte fayda var. Modern zamanlarda
maddi zenginlik toplumsal statünün tek kaynağı olmaktan çıkmış durumdadır.
Bourdieu’nun kapital anlayışına bu çerçevede değinmek faydalı olacaktır.
Bourdieu’ya göre ekonomik ve kültürel olmak üzere iki tip kapitalden
bahsedilebilir. Ekonomik kapital maddi varlığın türevi iken kültürel kapitalin
oluşumunda esas etken eğitimdir.7 Modern ulus devletin kitlelere
yaydığı eğitimden daha fazla pay almış olmak, ferdin kültürel kapitalinin
çokluğuna da işaret eder. Eğitim, yüksek kültüre ve onun ayrılmaz parçası olan
yüksek tüketime de imkan sağlar. Zevkler gitgide incelir. Okunan kitaplar, zaman
geçirilen ortamlar hatta belki konuşurken seçilen kelimeler farklılaşır.
Tüketim, sadece maddi ve görünür olanın sınırlarını aşan bir anlam kazanır.

Tüketimin sağladığı imkan sahasına rağmen, yaşadığımız dünyanın
hızının farklı olmayı giderek zorlaştırdığını söyleyebiliriz. Her an değişen
zevkler, medyadan akıp gelen imaj ve enformasyon seli insanları bir anda sıradan
olma tehlikesi(!) ile yüz yüze getirmektedir. Nitekim, birçok malın daha
ulaşılabilir olmaya başlaması; eğitimin, sanatın kitlelere daha açık hale
gelmesi sonucu sınıflar arasındaki sınırlar giderek belirsizleşirken farkı fark
ettirebilmek zorlaşmaktadır. Velhasılı kelam, seçkin olmak kolay değildir artık.

Tüketimin Estetiği ya da Estetiğin Tüketimi

Böylesine baş döndürücü bir hızla değişen dünyada güzele dair
yargıların ve estetik kaygıların yerinin ne olabileceği düşünüldüğünde ilk
bakışta, dünyanın gündeliğine, maddenin sınırlarına tıkanıp kalmış kitlelerin,
bu yöndeki hislerinin ve düşünüş melekelerinin iptal edilmiş olduğu fikri
doğuyor. Sanki bu kirli dünyada estetiğin adı bile bilinmezmiş gibi geliyor.
Ancak, tam tersine, estetiğin tüketim toplumunun vazgeçilmez bir parçası
olduğundan, estetik ile tüketim arasında çok önemli bir ilişkinin bulunduğundan
ve bunun da tüketim toplumunun çarklarının işlemesinde önemli rol oynadığından
bahsedebiliriz. Bu anlamda her toplumda olduğu gibi tüketim toplumunda da
estetiğin önemli bir yeri var.

Reklamların göz alıcı dünyası tüketim-statü, tüketim-estetik
ilişkilerini çözümlemede önemli veriler sağlayan bir alan. Mallara uygun görülen
imajların çoğunlukla seçkin olma arzularına hitap ettiğini, tüketicinin gururunu
okşadığını fark etmek mümkün. Özellikle ürünlerin yenilendiğine ve daha estetik
hale getirildiğine, tüketicinin kültür seviyesini yansıtan asil zevklerine cevap
verebilecek kıvama ulaştırıldığına dair mesajlar reklam yoluyla sunuluyor.
Tüketime yapıştırılan bu estetik fikri aslında tüketimin estetize edilmesinden
ziyade estetiğin tüketilmesi anlamına geliyor. Bu noktada anahtar bir kavram
olarak dizayn kelimesini ele alabiliriz.8 Ürünlerde yapılan
değişiklikler dizayn farklılıkları adı altında karşımıza çıkıyor. Mal
demetlerinin aralıksız akışında dizayn, tüketicinin isteklerine hizmet eden bir
kavram olarak sunuluyor. Ancak görünen o ki dizayn her zaman talebi karşılayıcı
ve artistik olmuyor. Özellikle imajların oluşumu konusunda oldukça etkin olan
belli merkezler, zevklerin de bir anlamda üretimini yönlendiriyor. Dizayn ile
tüketiciye daha güzel ve farklı ürünler sunulduğu fikri veriliyor. Tüketimin
kimlik inşasındaki rolünü bilen fertler bu yolla farklılıklarını kurabilmenin
rahatlığını yaşıyorlar. İnce zevklere sahip, yüksek kültüre mensup insanlar
olduklarını gösterme imkanına kavuşuyorlar. Bu bakımdan tüketime estetik katma
iddiasındaki dizayn ile ürünler, kullanım değerlerinden çok farklı anlamlar
yükleniyorlar. Bu da tüketim kültürünü, yeni malların tüketimini maddi ve profan
olandan uzaklaşma ve estetik gibi kaygılara bağlamak suretiyle aslında
destekleyip yeniden üretiyor.

Neticede ortaya paradoksal bir durumun çıktığı rahatlıkla fark
edilebilir. Aslında özgürleşmenin yolu olarak sunulan estetize etme çabaları
sonuçta özgürlüğü kısıtlayıcı bir hal alıyor. Sıradan olandan kurtulmaya
çalışırken gitgide gündemi ve yeni ürünleri takip etme mecburiyeti doğuyor.
Mesela sevilen ve güzel bulunan bir şeyi kullanmak onun artık sıradan olanlar
arasına katılması ya da belki de herkes tarafından kullanılır hale gelmesi
sebebiyle zorlaşıyor. Dolayısıyla ferdin seçme özgürlüğü kısıtlanıyor. Diğer
taraftan, tüketimin böyle manipüle edilmesi çalışanların daha fazla tüketebilmek
için emek piyasasında daha uzun süre kalmalarına da zemin hazırlıyor. Alım
gücünü korumak ve arttırmak adeta zorunluluk oluyor. Tüketebilmek için çalışmak,
kazandığını tekrar tüketime yönlendirmek, tükettikçe daha iyisine, daha güzeline
yönelmek, iş piyasasına emek akışını sağlıyor.

Bu tespitlerden yola çıkarak tüketim çağında estetik ideolojinin
önemli bir fonksiyonu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Estetik ideoloji
kendisini en bariz biçimde metaların tüketiminde ortaya koymaktadır. Sistemin
can damarı olan tüketimin devamlılığının sağlanmasında ürünlere atfedilen
güzellik nosyonu özellikle kitle iletişim araçlarıyla zihinlere nakşediliyor.
Güzel olana dair yaklaşımlar sistemin bütünlüğü içerisinde, bu bütünlüğün
yeniden üretilmesine hizmet edici bir biçimde tanımlanıyor. Bu öylesine yaygın
ki artık tüketim toplumunda yeni ve daha “güzel” mallar tüketme hedefi tek tek
fertlerin ihtirasları ve inisiyatiflerinden çıkmış, neredeyse yapısal bir
dayatma ve zorunluluk haline gelmiş/getirilmiş durumda. Yerleşik düzenin
istikrarı buna bağlanmaktadır. Egemen söyleme insanların yakalanmaları da bu
yolla olmakta ve bu yanılsama gerçeklerden kaçışın yolunu açmaktadır. Diğer
taraftan, ulaşılamayan hedefin ardından koşma çabayı idealize etmeye ve hayatın
merkezine yerleştirmeye yardım etmektedir. Banal ve bayağı olandan kaliteli ve
zevkli olana doğru değişim ve gelgitler bu amansız takibe süreklilik
kazandırmaktadır.

Kısacası, estetik anlayışın köksüzleştiğinden bahsetmek mümkün.
Neyin, neden farklı/güzel vs. olduğuna dair sağlam temellerden, köklü bir
felsefi yaklaşımdan kaynaklanan bakış yok. Sonunda ortaya çıkan şey de estetik
tüketim değil, estetiğin tüketimi oluyor. Ya da belki de tüketim uğruna estetik
kaygıların sömürülmesi. Estetik ideolojininin hakimiyetinin sınıfları ve
sınırları aşan etkisi toplumun can damarı niteliğindeki tüketimle içiçe geçmiş
durumda. Dizayn, moda, “in”ler, “out”lar beğenileri şekillendirirken devri imaj
devri haline getiren mekanizma kendi kendisini giderek daha güçlü kılacak yapıyı
son derece sağlam biçimde yerleştirmiş görünüyor.

Sonuç

Tüketim aslında insanı ihtiyaçların bağından kurtarıp
özgürleştirmenin yoluyken bugünün dünyasında bizzat kendi içinde bir amaç ve
hatta var olmanın ve sosyal yapıda varlığını kabul edilebilir kılmanın
vazgeçilmez şartı haline gelmiş durumda. Bu yönüyle de oldukça kısıtlayıcı.
Akışa kendinizi bırakırsanız herhangi bir problemle karşılaşmadan yolunuza devam
edebilirsiniz. Çılgınca tüketen bir dünyada üzerinize düşen görevi layıkıyla
yerine getirmek için doyumsuz insanlar kervanına katılabilirsiniz. Ancak, hemen
belirtmek gerekir ki, bu duruma bakıp insanın isteklerinin ya da ihtiyaçlarının
doyumsuz olduğunu iddia etmek ve problemi sadece bununla izah etmek resmin
tamamını görebilmeyi engelleyici bir yaklaşım olacaktır. Tüketim ideolojisine
inanmış insanın zihniyetini şekillendirici yapısal unsurları gözden kaçırmamak
gerekir. Belki de meselenin en can alıcı noktası yapısal sınırlar ve sistemin
işleyiş mekanizmalarında gizli. Tüketim ideolojisinin temellerini tüketim ve
üretim arasındaki girift ilişkide aramak lazım. Aslında bir türlü doyurulamayan,
tüketim insanın tek tek talepleri değil, mevcut dünya ekonomik sisteminin
ihtiyaçlarıdır. Kapitalist dünya tüketime derinden bağlı ve bağımlıdır. Tüketim
olmaksızın mevcut yapının korunup yeniden üretilmesi düşünülemez. İstekler
bilinçli bir şekilde ihtiyaç olarak sunulmakta, böylelikle çarkları döndüren
mekanizma ortaya çıkmaktadır. İşin kötü tarafı, gün geçtikçe bu çarka kendini
kaptırmayan neredeyse hiçbir saha, hiç bir insan kalmazken; sistemin doğayı,
insan duygularını ve sömürülebilecek her şeyi sömürerek yoluna devam ediyor
olmasıdır.

Söz konusu yapı içinde estetik, düzenin güzel kılınması ve
yeniden üretilmesi gibi hayati bir fonksiyona sahip. Tüketim çılgınlığı
beğenilerin tatmini gibi görece masum bir sebebe bağlanırken aslında beğenilerin
bizzat yapının çıkarları lehine şekillendirildiği gözden kaçırılmak isteniyor.
Oysa tüketime tutturulan estetik fikri basit bir beğeni nosyonunun ötesinde
ideolojik karakterli bir kavramlar kümesi olarak karşımıza çıkıyor. Estetik
ideoloji, temsil ettiği sistemin önermeleriyle uyum halinde bir estetik
anlayışını kitlelere yayarken, yaşadığımız çağın sağladığı iletişim imkanlarıyla
hayata nüfuz ederken farklı sosyal sınıflardan, hatta farklı inanışlardan insan
yığınlarını ortak bir estetik anlayışına yaklaştırmada ve beğenileri
şekillendirmede belki de daha önce hiç olmadığı kadar başarılı bir grafik
çiziyor.

Dipnotlar

1. Eagleton, Terry, The Ideology of Aesthetics, Basil
Blackwell Publications, Oxford 1990, s. 87.

2. Kemal, Salim ve Ivan Gaskell, Explanation and Value in
the Arts, Cambridge University Press, Cambridge 1993. s. 205-206.

3. Marcuse, Herbert, The Aesthetic Dimension, Beacon Press,
Boston 1978.

4. Miles, Steven, Consumerism as a way of life, Sage
Publications, Londra 1998, s. 8-9.

5. Baudrillard, Jean, Selected Writings, Polity Press,
Cambridge 1988.

6. Bourdieu, Pierre, Distinction. A Social Critique of the
Judgement of Taste, Routledge&Kegan Paul Publications, Londra 1984.

7. Bourdieu, Pierre, a.g.e.

8. Miles, Steven, a.g.e.