“Ben güzel ahlakı tamamlamak için
gönderildim.”

(El Acluni, Keşfu’l Hafa, Beyrut: 1351, C: 1, s. 211,
Had. No: 638.1)

I. Giriş

Günümüz Türkiye Müslümanlarının günlük hayattaki pratiklerinde
iyice belirginleşen bir hususun altını çizmekle başlayalım: Çürüme ve
kokuşma yönünde kuvvetli bir eğilim. Bu eğilim, dikkat sahiplerinin nazarından
kaçmayacak ölçüde gün yüzüne çıkmış durumda. Müslümanların2 genel
hayat standartlarının nisbeten düşük olduğu yakın bir geçmişte, çoğu
kez mali yönden birçok fedakârlık gerektiren “ahlâkî
davranış”ların
serdedilmesi ya çok büyük bir problem arzetmiyordu ya da “gayrı
ahlâki davranışlar” dikkati çekecek ölçüde göze
batmıyordu. Ortalama Müslümanın
giderek toplum içinde daha fazla etkinlik kazanması, hayat standartlarının
geçmişe oranla yükselmesi ve yer yer iktidarı temsil eden konumlarda kısmen
de olsa tasarruf imkanlarına kavuşması, Müslümanların ciddi bir etik
problemle karşı karşıya bulunduklarını ortaya koydu. Artık yoksullara
yardımda bulunmayan zenginleri eleştiren geniş bir Müslüman kesim,
yoksullara yardımda bulunabilecek konuma geldiklerinde, bu işin hiç de kolay
olmadığının acı biçimde farkına varacaklardı. Rüşvet, iltimas,
ihtilas, irtikap gibi “yüz kızartıcı”
sayılan suçları için bürokratları
ve yerel yönetim birimlerini eleştirenler; aynı suçlarla itham edilen “Müslüman
bürokratlar, belediyeciler, ilh…” olacaklardı.

Bu yazıda, bu türden iddiaların ne derecede doğruluk taşıdıkları
konusunda ayrıntılı bir tahlile girişmek gibi bir hedefimiz yok. Ahlâk
mefhumunun felsefi değerlendirmesine girişmekten de kaçınacağız. Amacımız,
günümüz Müslümanının kolayca işleyebildiği ve her akıl sahibinin
kolaylıkla “ahlâksız”
olarak niteleyebileceği davranışların
asli sebeplerine dair bazı ipuçlarını yakalamaya çalışmak olacaktır.
Mamafih, Kur’ânî ahlâk mefhumu hakkında
hatırlatma kabilinden kısa bir açıklamada bulunmak yerinde olur.

II. Kur’ânî Ahlâk

Kur’ân, ahlâk hususunda örnek insan olarak Resulullah’ı
(sav) göstermektedir: “Ve herhalde sen, pek büyük bir
ahlâk üzerindesin” (Kalem; 68/4). Bu hususu teyid eden sair ayetlere örnek
olarak şunlar gösterilebilir: Cum’a
Suresinin ikinci ayetinde (62/2) “O’dur ümmiler içinde kendilerinden olup
onlara ayetlerini okuyan, onları
temize çıkarıp parlatan, onlara kitap ve hikmet öğreten bir Peygamber gönderen.
Oysa bundan önce açık bir sapıklık içindeydiler”
denilmektedir. Şems Suresinde “(Andolsun)
nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona bozukluğunu
ve korunmasını ilham edene ki, gerçek kurtuluş bulmuştur onu temizlikle
parlatan. Onu kirletip gömen de ziyan etmiştir”
(91/7-10) denilmiştir. Leyl Suresinde
ise “O en çok takva sahibi olan ise ondan (ateşten)
uzaklaştırılacaktır. O ki, malını verir, temizlenir”
(92/17-18) denilmektedir.

Hz. Aişe’nin
(r.anha) “Resul-i Ekrem’in (sav) nasıl
bir ahlaka sahip olduğunu” soran Hz. Urve b. Hişam’a, şu cevabı verdiği rivayet olunur:
“Resulullah’ın
(sav) ahlâkı Kur’an-ı
Kerim’den ibaretti. Sen Kur’an-ı
Kerim’i okumuyor musun?” (Sahih-i Müslim- İst:
1401, C: 1, s. 512- 513. K. Selati’l Müsafirin: 18).
Resul-i Ekrem (sav) şöyle buyurmuşlardır: “Mü’minlerin iman yönünden en mükemmel olanı,
ahlâkı en güzel olanıdır” (Ebu Davud, Sünen, İst.
1401, K. Sünne: 1). Aynı hadîs, Ebu Hureyre’den (ra) şöyle
rivayet edilmektedir: “Resulullah (sav) buyurdular ki:
‘Mü’minler arasında imanca en kâmil
olanı, ahlâkca en güzel olanıdır. En hayırlınız da ailesine hayırlı
olandır” (Tirmizi, Rad 11, [1162]). Ebu’d-Derda’dan şöyle naklolunur: “Resulullah
(sav) buyurdular ki: ‘Kıyamet günü,
mü’minin mizanında
güzel ahlâktan daha ağır basan bir şey yoktur. Allah Teâla hazretleri, çirkin
düşük söz ve davranış sahiplerine buğzeder”
(Tirmizi, Birr 62, (2003, 2004); Ebu Davud, Sünen, K. Edeb 8, [4799]). Câbir’den
(ra) naklen (radiyallahu anh): “Resulullah (sav) buyurdular ki: ‘Bana en
sevgili olanınız, kıyamet günü de
bana mevkice en yakın bulunacak olanınız, ahlâkça en güzel olanlarınızdır.
Bana en menfur olanınız, kıyamet günü de mevkice benden en uzak bulunacak
olanınız, gevezeler, boşboğazlar ve yüksekten atanlardır.’
(Cemaatte bulunan bazıları): ‘Ey
Allah’ın Resulü! Yüksekten atanlar
kimlerdir?’ diye sordular. ‘Onlar mütekebbir (büyüklük
taslayan) kimselerdir!’ cevabını
verdi” (Tirmizi, Birr’ 77, [2019]). Nevvas İbnü
Sem’an (ra) anlatıyor: “Resulullah’a (sav) birr’ (iyilik) ve günah hakkında
sordum. Bana şu cevabı verdi: İyilik (birr’), güzel
ahlâktır. Günah da içini rahatsız
eden ve başkasının muttali olmasından korktuğun şeydir”
(Müslim, Birr 15, [2553]; Tirmizi, Zühd 52, [2390]).

Edep veya haya da İslam geleneğinde
ahlâkın bir cüz’ü olarak kabul edilmiştir.
Seyyid Şerif Cürcani’ye göre, “Edeb ma’ruftan
ibarettir. İnsanı her türlü kötülüklerden,
hatalardan ve fenalıklardan koruyan bir melekedir” (Et
Ta’rifat, İst., Kaynak Yay.,
tarihsiz, s. 146). Asım Efendi Kamus Tercümesi’nde şöyle
demektedir: “Edeb; nezaket, incelik ve usluluktur. İnsanlara
karşı sözü ve hareketi ile yumuşak bir muamele ve güzel bir tavır üzere
olmaktır. Bütün hatalı davranışlardan kendisiyle korunulan şeyleri
bilmektir. Kişinin benliğinde yerleşmiş bir meleke olup; ona sahip olanları,
kötülemeyi ve ayıplamamayı gerektirecek şeylerden korur. Ariflerin deyimi
ile edeb, ‘Dinin tesbit ve tayin ettiği
ahlaki sınırları korumak ve saygı gösterilmesi gereken yola girmektir.’
Bu ise insanın gönlünde yer etmiş
olan güzel ahlaktan ibarettir. İnsanı Hakk’a götüren
yolların hepsi edeptir. Fıkıh
alimlerine göre; Resul-i Ekrem’in (sav) sünnetine
dayanan hareketler manasına gelir.”

Hayâ ile ilgili olarak şu hadîsler
zikredilebilir: Zeyd İbnu Talha İbnu Rükane (ra) anlatıyor: “Resulullah
(sav) buyurdular ki: “Her bir dinin kendine has bir ahlâkı
vardır. İslam’ın
ahlâkı hayâdır” (Muvatta, Hüsnü’1-Hulk 9, [2,
905]; İbnu Mace, Zühd 17, [4181,
4182]). İbnu Mes’ud (ra) anlatıyor: “Resulullah (sav): ‘Allah’tan hakkıyla
hayâ edin!’ buyurdular. Biz: ‘Ey Allah’ın
Resulü, elhamdulillah, biz Allah’tan hayâ ediyoruz’
dedik. Ancak O, şu açıklamayı yaptı: ‘Söylemek istediğim
bu (sizin anladığınız hayâ) değil. Allah’tan hakkıyla
hayâ etmek, başı ve onun taşıdıklarını, batnı ve onun ihtiva
ettiklerini muhafaza etmen, ölümü ve toprakta çürümeyi hatırlamandır.
Kim âhireti dilerse dünya hayatının zinetini terketmeli, âhireti bu hayata
tercih etmelidir. Kim bu söylenenleri yerine getirirse, Allah’tan
hakkıyla hayâ etmiş olur”
(Tirmizi, Kıyamet 25, [2460]).

Yukarıda zikrettiğimiz Kalem Suresinin 4. ayeti ile ilgili olarak Elmalılı
Tefsirinde şu açıklama yer almaktadır: “… Ve
inneke alâ hulukin azîm ve her halde sen kuşkusuz
pek büyük bir ahlâk üzerindesin, yani gayret edip çalışmakla en yüksek
hayır gayesine ulaştıracak pek büyük huylar, gerçekten saygıya değer
karakter, meleke ve maneviyat üzere yaratılmış bulunuyorsun. Onunla yürüyecek,
o gayeye ereceksin. İşte o ahlâk, doğru yolu, hak din olan İslâm dinini teşkil
eden Kur’ân edebi ve İlâhî
ahlâktır ki, onu yüce Allah lütfetmiş ve ‘Andolsun,
Resulullah’ta sizin için güzel bir örnek vardır.’
(Ahzab, 33/21) buyurmuştur. (…)
Hulukin azîm’in tefsiri ile ilgili olarak gelen
rivayetler: İbnü Abbas’tan:
1) Büyük bir din, 2) Büyük bir din ki, o İslâm’dır.
Mücahid’den: Din, İbnü
Zeyd’den: Kur’ân edebi. İmam
Ahmed, Dârimi, İbnü Mâce, Nesâî İbnü Cerir ve daha diğerlerinin Said b.
Hişam’dan yaptıkları
nakil şöyledir: Said der ki: Allah Resulü’nün ahlâkını
Hz. Aişe’ye sordum. ‘Kur’ân okumuyor musun?’
dedi. ‘Okuyorum’ dedim. ‘İşte,
dedi. Hz. Peygamber’in ahlâkı
Kur’ân idi.’ Bunda iki mânâ vardır:
Kur’ân’da anlatılan
bütün ahlâkî değerlerin hepsi onda vardı. O, Kur’ân’ın
sakındırdığı eksikliklerin hepsinden korunurdu. ‘Emrolunduğun
şekilde dosdoğru hareket et.’ (Hud Suresi, 11/112)
emrinin tamamiyle doğruluk ölçütü
idi. Onu anlamak, Kur’ân’ı
tamamen anlamaya bağlıdır, demek olur. Birisi de, onun ahlâkı Kur’ân’da
ve inneke alâ hulukin azîm buyrulduğu
üzere öyle büyük bir ahlâk idi ki, onu başka bir tarif ile anlatmak mümkün
değildir, demek olur. Dahhâk’tan şöyle
rivayet edilmiştir: Lealâ hulukin azîm yani o, Allah’ın
kendisine emrettiği ve ona vekalet verdiği dini ve emri üzerinedir. Burada
hulukin kelimesinin sonundaki tenvin yüceltme ifade eder. Başkalarının tam
anlamıyla anlayamayacakları güzelliklerle seçkin kılınmış bir ahlâk
demektir…”

Yukarıdaki satırlarda, güzel ahlâkın
Kur’ân’ı
tamamen anlamayla ilişkisi üzerine vurguda bulunulmalıdır. Çünkü bu
husus, aşağıda fıkh’ın
anlamını izah ederken bir kez daha karşımıza çıkacaktır.

III. Hilâfet Görevi ve Ahlâk

Yukarıda hiçbir yoruma girmeksizin yapmış olduğumuz nakillerden ortaya
çıkan en açık, en tartışmasız, en güvenilir sonuç şudur: İnsanın
sahip olması gereken ahlâk, Kur’ân’da anlatılan
ve en üst temsilini Resulullah’ın
(sav) şahsında bulan faziletli davranışların sergilenmesidir. Bunun gerçekleşmesi,
insanda potansiyel olarak (bilkuvve) mevcut olan meleke ve istidatların kemale
ermesi, gerçek insanlığın ortaya çıkması anlamına gelir. Kur’an’da
anlatılan müminlerin sıfatları ahlâkın
olumlu cephesini, kafir ve münafıkların sıfatları ise olumsuz vechesini gözler
önüne sermektedir. Denilebilir ki, Kur’ânî ahlâkın
ortaya çıkması, insana yüklenen hilafet vazifesinin kâmilen ifa edilmesi
ile mümkündür. İnsanlığın dereceleri esfel-i sâfilînden a’lâ-yı
illiyîne kadar birçok mertebeleri içerir; bu mertebelerden en yükseği, kuşkusuz
nass-ı Kur’ân ile Resulullah’a (sav) nasib olmuştur.

Güzel ahlâkın teklif ile ilişkisine İşârâtü’l-İ’câz’da
şöyle işaret edilmektedir: “Evet,
nev-i beşerin ahvâline dikkatle bakılırsa
görülür ki, ruhun mânen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve
fikrin inkişaf ve terakkisini telkih eden, yani aşılayan, şeriatlardır; vücut
veren, tekliftir; hayat veren, Peygamberlerin gönderilmesidir; ilham eden
dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve
insandaki bu kadar kemâlât-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok
olurlardı.”3 Bu satırlardan
açıkça anlaşılıyor ki, şeriatların nihai amacı vicdani kemallerin ve güzel
ahlâkın ortaya çıkmasıdır. Hatta mümin olmayan kimselerden sadır olan ve
güzel ahlâkın eseri olarak görülen bir takım davranışlar da, teklifin
bazı türlerinin lafzen olmasa da örtülü kabulünden kaynaklanmaktadır.
Nitekim aynı eserde bu hususta şöyle denilmektedir: “…İnsanların
büyük bir kısmı, ihtiyarıyla küfrü kabul ve tekâlif-i İlâhiyeyi
reddetmişlerse de, teklifin bazı nevilerinden süzülen terbiyevî, ahlâkî
vesaire güzel şeyleri aldıklarından, teklifin o nevilerini zımnen ve ıztıraren
kabul etmiş bulunurlar. İşte bu itibarla, kâfirin her sıfatı ve her hali kâfir
değildir.”4

Bu noktada, esasen ayrı bir çalışmaya
konu edilmesi gereken ve Bakara Suresinin henüz başında anlatılan tâlim-i
esmâ mucizesine kısaca işaret etmemiz gerekiyor. Bu mucize; şeytan, melek,
insan ve hayvanlar arasındaki farkı açıkça ortaya koyuyor. İşârâtü’l-İ’câz’dan
yapacağımız parçalı alıntılarla
konuya açıklık kazandırmaya çalışalım: “…Cenab-ı
Hakk’ın arzında
beşerin halife olması, Allah’ın
hükümlerini icra ve kanunlarını tatbik etmesi içindir. Bu ise tam bir ilme
mütevakkıftır.”5 Bu görevin yerine getirilebilmesi için
sahip olunması gerekli olan ilim
nedir? Bu sorunun cevabı şöyle veriliyor: “…Cenab-ı
Hakk, Âdem’i (a.s.) bütün kemâlâtın
mebâdisini tazammun eden âli bir fıtratla tasvir etmiştir ve bütün maâlinin
tohumlarına mezraa olarak yüksek bir istidatla halk etmiştir ve mevcudatı
ihata eden ulvî bir vicdan ve ihatalı on duyguyla teçhiz etmiştir ve bu üç
meziyet sayesinde, bütün hakaik-ı eşyayı öğretmeye hazırlamıştır,
sonra bütün esmâyı kendisine öğretmiştir.”6 İnsan,
meleklerden ve hayvanlardan farklı olarak, kendilerine yaratılıştan bir sınır
koyulmuş olmayan üç ana duygunun (şeheviye, gadabiye ve akliye duyguları)
orta noktasını bulma macerasında, esmânın yardımı ile ilerleyecektir. “…İnsanın
o yüksek ruhunu inbisat ettiren, ibadettir. İstidatlarını inkişaf ettiren,
ibadettir. Meyillerini temyiz ve tenzih ettiren, ibadettir. Emellerini tahakkuk
ettiren, ibadetir. Fikirlerini tevsi’ ve intizam altına
alan, ibadettir. Şeheviye ve gadabiye kuvvelerini had altına alan, ibadettir.
Zahirî ve batınî uzuvlarını ve duygularını kirleten tabiat paslarını
izale eden, ibadettir. İnsanı, mukadder olan kemâlâtına yetiştiren,
ibadettir. Abd ile Mabud arasında en yüksek ve en lâtif olan nisbet, ancak
ibadettir. Evet kemâlât-ı beşeriyenin en yükseği, şu nisbet ve münasebettir.”7

Bu satırlardan açıkça anlaşıldığı
üzere, insan ibadetle, cevherinde ekili olan istidat ve melekeleri parlatmak ve
gün yüzüne çıkartmakla görevlendirilmiştir. İnsanın bu görevden uzaklaşması
ve şeytana yaklaşması anlamına gelecek her davranışı, kalbinin kararıp
kapanmasına, devamı halinde tümüyle mühürlenmesine sebep olacaktır. Rıza
dairesindeki davranışları ise, kalpteki duyguların açılıp gelişmesi ile
sonuçlanacaktır. İnsan bu yolda irade ve ilminin yardımından yararlanacaktır.
İlim, somut şartlarda rıza-yı İlahînin ne yönde olduğunun bilinmesi
hususunda yapılacak fikri bir cehdin sonucunda elde edilir. Bu mücahedeye (çabaya)
ilk Müslümanların verdiği isim fıkh’tır.
Fıkh giderek anlam değişikliğine uğramış, hukuku ifade eden bir terim
haline gelmiştir. Hal böyle olunca, Müslüman’ın
Allah’ın rızası
veya muradını arayıp bulmak için içine girdiği vicdani çabanın yerini, hâkimin
hükmü almış, fetvaya uygun hayatla ahlâkî yaşantı arasındaki fark
unutulmaya yüz tutmuştur. Aşağıda bu mesele üzerinde durulacaktır.

IV. Fıkh, Hukuk ve Ahlâk

Fıkh kelimesinin ilk Müslümanlar arasında ifade ettiği anlama yukarıda
işaret etmiştik. Nitekim Ebû Zehra fıkhı, “söz ve
fiillerin amaçlarını kavrayacak şekilde
keskin ve derin anlayış” olarak tanımlamaktadır.8
Araf Suresi, 179 uncu ayette9 geçen yefkahûne biha ibaresi, Fahreddin-i Râzi
tarafından şöyle tefsir edilmiştir: “Allahû Teâlâ
ilim, fehim ve idrak mânâsına gelen
fıkhı, kâfirlerin kalplerinden çıkarmıştır. Onların kalpleri vardır,
bununla idrak edemezler.”10 Hûlefa-i Raşidîn
ve tabiin döneminde fıkıh kelimesi “ilim” anlamında
kullanılmıştır. Fıkh-ı ekber tâbiri akaid ve tevhid ilmini, fıkh-ı
vicdanî tasavvuf ve ahlâk ilmini, sadece fıkıh tâbiri de amelî konuları
belirtiyordu.11 İmam-ı Âzam’a (rh.a) göre de “Fıkıh
ilmi, kişinin leh ve aleyhindeki hükümleri bilmesidir. İlim ancak amel etmek
içindir. İlim ile amel etmek, âhiret saadeti için dünya meşguliyetlerini
terke edip gönülden çıkarmaktır.”

Şerî’ât, kendisine sonradan eklenen anlamlar bir
yana, başlangıcından itibaren, Allah
tarafından belirlenmiş olan bir yol olarak anlaşılmıştır. İnsan bu yolda
Allah’ın İradesini
gerçekleştirmek için hayatını düzenleyecektir. Dolayısı ile Şerî’ât,
davranışı ilgilendiren pratik bir
mefhumdur. Fakat Şerî’ât’ın
ne olduğu ve nasıl bilineceği, Resullullah’ın
(sav) irtihalinden sonra bir mesele teşkil etmiştir. Bu konuda Kitap ve Sünnet’in
yanında başka kaynaklar arayan ilk Müslümanlar,
insan aklını bu uğurda kullanmak amacı ile iki prensip ortaya koydular: İlim
ve “anlayış”
veya “kavrayış”
anlamına gelen “fıkh.”12
Bu devirde yazılan eserlerde sık sık
şu gibi parçalarla karşılaşılmaktadır: “Falan
kimse ilimde iyidir, fakat fıkıhta o
kadar iyi değildir.” “Falan kimse hem ilimde, yani
hadis ve Kur’ân bilgisi bakımından,
hem de fıkıhda, yani bu kaynakları anlama gücü bakımından iyidir ve
onlardan daha başka sonuçlar çıkarır.” Buradan
hareket eden merhum Fazlurrahman, fıkh’ın
rey’den başka
bir şey olmadığı görüşünü ileri sürüyor.13 “Bu,
ilimle fıkıh arasındaki karşıtlığı
bir başka şekilde ortaya koymaktadır. Çünkü ilim bazan sarsılmaz bir biçimde
bize dışarıdan verilmiş ve objektif bir şey olduğu halde, fıkıh, bir
bilginin kendi özel anlayışını temsil ettiği için sübjektif bir şeydir.
Bu bize bir başka karşıtlık noktasını vermektedir: İlim hem bir öğrenme
işlemi olduğu hem de objektif (nesnel) bir veriler bütününe işaret ettiği
halde, fıkıh, bu merhalede bir disiplinin ya da objektif sistemin adı olmayıp,
sadece bir anlama ve sonuçlandırma faaliyetinin adıdır.”
Bu açıdan bakıldığında, Hanefî
Mezhebinin imamı Ebu Hanife’nin (ra) Fıkh-ı
Ekber adlı kitabının tümüyle akaid ve kelam sorunlarına ayrılması daha
anlaşılır olmaktadır.

Hicri ikinci asrın ortalarına kadar devam eden bu aşamada, geleneksel
ilimler ve onlar üzerinde yapılan içtihatlar dini bilgiyi oluşturmuştur.
Bundan sonra, sünnet, içtihat ve icma arasındaki karşılıklı ilişkiyi
tesis edecek şekilde bir metodoloji (usul ilmi) ortaya çıkmış, bunun
sonucunda da kişisel bir faaliyet olan fıkıh, kurulu bir disiplin ve onun
neticesi olan bir bilgi mecmuasına dönüşmüştür. “Fıkhını
kullanma”nın
yerini “fıkh
öğrenme” aldı.

Fıkhın Roma Hukukundaki “jurisprüdans”ın
(hakimin içtihadı yoluyla oluşan hukuk) karşılığı kabul edilip edilmediği
tartışmaları bir yana, tarihsel gelişimi içinde “fıkh”ın “hukuk”un yerini almış
olduğu açıktır. Dolayısı ile akıl-nakil ikiliğinde birincisinin yanında
bulunan fıkh, anılan değişimi yaşadıktan sonra naklin içinde mütalaa
edilmeye başlanmıştır. Bu, kuşkusuz, sebepleri ve gelişme aşamaları
konusunda daha ayrıntılı çalışmaların yapılmasını gerektiren bir
husustur ve bu makale çerçevesi içinde incelenmesi mümkün bulunmamaktadır.
Bizi burada ilgilendiren husus, fıkhın, insanın Allah’ın
İradesine boyun eğmek, hayatını buna göre biçimlendirmek hususunda göstereceği
çaba içerisinde ifade ettiği işlevin, bundan böyle nasıl doldurulacağı
hususudur.

Bilindiği gibi hukuk, hak kelimesinin çoğuludur ve esas itibarıyla kişisel
hakların gerçekleştirilmesine ilişkindir. Satıcının satış bedelini
talep hakkı, alıcının satılanın mülkiyetinin kendisine geçirilmesine yönelik
talep hakkı ve bunun mahkeme önünde gerçekleştirilmesini sağlamaya yönelik
usul hükümleri büyük ölçüde şekli niteliktedir ve şekli adaletin yerine
getirilmesi amacına yöneliktir. Resulullah’ın
(sav) şöyle söylediği rivayet olunmaktadır: “Sizler
ihtilaflarınızı bana getiriyorsunuz,
fakat sizlerden bazıları kendi davalarını diğerlerinden daha iyi ifade gücünde
olabilirler. Eğer ben, kardeşiniz lehine herhangi birinizin hakkını yiyecek
olursam, kardeşiniz böyle bir şeyi kabul etmesin, çünkü bu durumda ona bir
parça cehennem ateşi vermiş olurum.” Gerçekten
hukuk, davasını iyi temellendiren ve
delillerini yeterli biçimde serdeden davacı lehine hüküm vermek zorundadır.
Hukuk için başka bir çıkar yolu da bulunmamaktadır. Oysa bizzat davanın
tarafları, kendi vicdanlarında daha doğru çözüme ulaşabilirler.

Özellikle Ceza Hukuku alanında, suçlarının kanuniliği dışında, şüpheden
sanık yararlanır prensibi de en önemli ilkelerdendir. Suçluluğu kesin
olmayan sanığın cezalandırılmaması gerekir. Buna karşılık, suçsuzluğu
sabit olarak beraat eden kimse şayet suçlu ise, Allah indinde bu suçun cezasını
çekecektir. Burada, yukarıda naklettiğimiz şu hadisi bir kez daha hatırlatmakta
fayda var: “İyilik
(birr’), güzel ahlâktır.
Günah da içini rahatsız eden ve başkasının muttali olmasından korktuğun
şeydir” (Müslim, Birr 15, [2553]; Tirmizi, Zühd 52,
[2390]). İşte hukukun el atamadığı
ve el atmaması gereken bu alanda ciddi bir vicdani faaliyetin, ahlâki
gerilimin yaşanması insanın tabiatı gereğidir. Bu gerilim yaşanmadığında,
şu veya bu ad altındaki bir hukuka uygun görünen davranışların faziletli
bir toplum oluşturulmasında yeterli olamayacağı açıktır.

Fıkhın hukuk ile özdeşleşmesinin İslam toplumunda sebep olduğu sonuçlar
tarihi açıdan ele alınıp incelenmeyi bekliyor. Özellikle tarikat-şeriat
ikiliğinin neden olduğu gerilim üzerinde çok şeyler yazılmışsa da,
konunun aydınlığa kavuşması için daha somut verilere, daha ayrıntılı
incelemelere ihtiyaç bulunmaktadır. Bugünkü durum hakkında ise şu
tesbitlerde bulunabiliriz:

V. Sonuç

Çeşitli derecelerde olmakla birlikte, hayatına İslâm’ın
veya Şeri’ât’ın
yön verdiği iddiasında olan geniş bir kesim, çoğu kez birbirinin zıddını
teşkil edecek fetvalara sarılarak hayatlarını sürdürmekteler. Faiz, çok eşlilik,
ahde vefa gibi konularda meselenin esası ile hiç ilgilenmeksizin, kendi
durumlarını meşrulaştıracak çözümler bulmak ve bunları desteklemek bir
marifet olarak görülmektedir. Aynı şeyler miras, boşanma gibi hukuki
konularda da caridir. “Yaptıklarım
acaba Allah’ın
hoşuna gider mi?” sorusunun yerini “yaptıklarımı
hukuka uygun kılan bir fıkhi görüş, bir fetva var mı?”
sorusu almıştır.

Müslüman’ın
derdi “adam gibi adam olmak” olmalıdır.
Bu da ibadetle olur. İbadet, güzel ahlâkın timsali Resullullah’ın
(sav) sünnetine sarılmakla kemâlini bulur. Şanı Yüce Resul’ün
bazı şekli sünnetlerine ısrarla sarılanların;
onun güzel ahlâkını ayna gibi gösteren hali sünnetlerine kıymet
vermemeleri anlaşılır değildir. Akrabaya, yoksula yardım, malını vererek
temizlenme, çocuklara, büyüklere, misafirlere hürmet, surat asmama, nezaket,
incelik, insaf, rahmet… Bu özellikler ne yazık ki, günümüz ortalama Müslümanından
sadır olmayan hasletler. İşârâtü’l-İ’câz’da
Resulullah’ın yüksek ahlâkının
sonuçları şöyle özetleniyor: “Malûmdur ki, bir
zatta içtima eden ahlâk-ı âliyenin
imtizacından izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi, hasis, alçak şeylere
tenezzül etmeyen yüksek haller husule gelir. Evet, melâike, ulüvv-ü şanlarından,
şeytanları reddeder, kabul etmez. Kezalik, bir zatta içtima eden ahlâk-ı âliye
kizb, hile gibi alçak halleri reddeder. Evet, yalnızca şecaatle iştihar eden
bir zat, kolay kolay yalana tenezzül etmez. Bütün ahlâk-ı âliyeyi cem eden
bir zat, nasıl yalana ve hileye tenezzül eder; imkânı var mıdır?”14

Müçtehid olmak için değil, ama
ahlâklı olmak için her Müslümanın fıkhını kullanmaya ihtiyacı var.

1. Yanımızda fazlaca kaynak bulunmadığından, hadîs nakillerinde güvenilir
olduğunu kabul ettiğimiz internet sitelerinden, en başta da Seha Neşriyat’ın
hazırladığı Ehl-i Sünnet Sayfaları’ndan
yararlandık. Bu sebepten, bazı hatalara düşmüş olmamız
muhtemeldir; ancak bu hataların bu makale çerçevesinde varılacak sonuçları
etkilemeyeceği kanaatindeyiz.

2. Bu makalede “Müslüman”
nitelemesi, hayatını İslâmî emir ve yasaklar
dairesinde geçirmeye çalışan insanlar için kullanmakta olup, İlahiyat
ilminde ifade edeceği teknik anlam hedeflenmemektedir. Sözgelimi, namaz kılmayan,
oruç kılmayan insanların teolojik anlamı ile Müslüman olmadıkları iddiası
güdülmemektedir. Yazmayı ve okumayı kolaylaştırmak ve her defasında uzun
nitelemelerde bulunmamak amacı ile, sadece, günlük hayat pratiklerinde İslâmî
hassasiyet gösterdiğini düşünen ve böyle inanan geniş bir kitleyi tanımlamak
için “Müslüman” kelimesi kullanılmıştır.
Yoksa, bu satırların yazarı, “Müslümanım”
diyen herkesi “Müslüman” olarak kabul etmekte, bir başka delile ihtiyaç
duymamaktadır.

3. Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtü’l-İ’câz,
Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1994, s. 213, 214.

4. Aynı eser, s. 214.

5. Aynı eser, s. 258.

6. Aynı eser, s. 259. İsimlerle neyin kasdedildiği hususunda, çeşitli müfessirlerin
görüşlerinin derli toplu özetlendiği bir kaynak olarak Elmalılı
Tefsiri’ne bakılmalıdır.

7. Aynı eser, s. 142.

8. Muhammed Ebû Zehra, İslam Hukuku Metodolojisi (Fıkıh Usûlü), Ank.
1979, s. 13.

9. “Andolsun ki, biz cin ve insden
bir çoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların
kalbleri vardır, bunlarla idrak edemezler; gözleri vardır, bunlarla göremezler;
kulakları vardır, bunlarla işitemezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar
gibidir. Hatta daha sapıktırlar. Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir.”

10. Mehmet Vehbi, Hulâsat’ül Beyan fi Tefsiri’l Kur’ân,
İsanbul
1968, C. V, s. 1808.

11. Kelâbâzî, Doğuş Devrinde Tasavvuf (Ta’arruf), İst., s. 235.

12. Fazlurrahman, İslâm, çev. Mehmet Dağ/Mehmet Aydın, İstanbul 1981,
s. 126.

13. Aynı eser, s. 127.

14. İşârâtü’l-İ’câz, s. 162.