Gerek doğrudan doğruya tabiî seslerle ve gerekse aletler ve çalgılar vasıtasıyla icra edilen musiki nağmelerinin
envaı (çeşitleri) ve muhtelif şekillerine göre haramlığına, kerahetine ve hatta cevazına dair ahkam ve akval-i şer’iyye
mevcut olduğu malum bulunmakla beraber, her halde din-i İslam’ın musikiyi mutlak surette kabul etmekten buna karşı
tamamen kayıtsız kalmaktan kaçınmakta olduğu da malumdur ki, işte biz de asıl bu ikinci nokta hakkında, yani din-i İslam’ın,
musikiyi kayıtsız ve şartsız tecviz veya tahsin etmeyerek buna karşı velev kısmen korumacı bir tavır almakta olmasının
sır ve hikmetine dair beyan-ı mütalaa edeceğiz.

Bilenlerin zevkine göre ruhu okşayan büyük bir kıymeti haiz olan bu sanat-ı nefise hakkında şeriat-ı garra’nın
muamelesinin, musiki namelerinin tesirli kokularını takdir edemeyen bazı kasvetli yaratılışlı kimselerin haline kıyas
olunması asla caiz değildir. Belki din-i İslam musikinin tab’a ne kadar hoş geldiğini, duygularımızı ne derecelerde gıcıkladığını
bizden ziyade takdir ettiği için buna karşı lakayd kalmayı uygun görmüyor. Zaten en tatlı, en zevkli şeyde mevcud
olan en gizli sakıncaları keşfetmek hususunda dinimiz gayet müstesna bir derin görüşlülüğe malikdir ki, bu da
dinler arasındaki yüceliğine şehadet etmektedir. Öyle ya bir din-i semavi, beşeri kendi akılları ile anlayamayacağı
hakikatlere ulaştırmalıdır ki, hidayet edici sani ile mütenasib olsun.

İşte musiki:

İlkin, malayani ile iştigal kabilinden olmak hasebi ile meşguliyet şeklinde bir atalettir ki, kumar bahsinde dahi beyan
edileceği vecihle ataletin bu nevinde, yani insanlar için bir iş sırasına geçmiş bulunanlarında mündemiç olan kat
kat atalet dinimizin nazar-i dikkatinden gizlenememiştir.

İkincisi, musikiden alınan lezzet, edilen istifade derin hevâci bir manaya sahiptir. Din-i İslam ise gerek ataletin ve
gerek hevâciliğin yegane düşmanı olduğu cihetle bunları saklandıkları umulmadık yerlerde arayıp takip etmek önemli
vazifelerindendir.

Musikinin ataleti ihtiva eylediği pek güçlükle kabul edileceğine rağmen dikkatli bakışlar bu hususta hiç tereddüt
etmez. Çünkü bir kere musiki için uhrevi bir fayda tasavvur olunamaz. Dünyaca ise karın doyurmaz tabirine masadak
olacak surette faydasızdır. Fakat musiki sayesinde, mesela Avrupa’da, geçim temin eden ve belki büyük bir servete nail
olan bu kadar hanendeler, sazendeler mevcud olduğu halde, bunun maddi menfaatlerini inkara nasıl cesaret olunur demekte
acele edilmesin. Çünkü geçim temini insan haysiyetine halel getirmeyecek surette olmadıkça vicdan rahatlığını temin
edemediği için nazar-i itibara alınamaz.

Lakin biz de serdeylediğimiz nazariyatta garabetten garabete intikal ediyoruz. Bunun haysiyete halel getirme neresinde? Yine
acele buyurulmasın. İnsanları aşırı derecede eğlendiren bütün sanatlar selim ahlak nazarında düşük işlerden sayılır.
Bu gibi işleri yapanların itibar ve şöhretine yapılan alkışlara ihtiramlara belki istirhamlara bakmayınız. Bu
ihtiramlar, istirhamlar onlardan bir parça haysiyet koparmak ve bu zararı belli etmemek üzere gururunu okşayarak yaptırmak
manasına olduğu için reddedilmez. Cevher-i ismetinden sıyrılmak istenilen kadınlara karşı da pek çok ihtiramlar gösterilir.

Hanendelik ve sazendelikte mevcut olan şu "eğlendirmek" nokta-i nazarından kızlarına çalgı öğretmiş
olmakla bunu olumlu bulan ebeveynin aklına ve kadınların hürmeti meselesi en muazzez kavaidinden addolunan Avrupa
medeniyetini taklit levazımında olmak üzere dest-i izdivacına talip olduğu kızın çalgı bilmesini arzu eden beylerin
haline taaccüb etmek lazım gelir. Bir kadının zevcini eğlendirebilmek iktidarına malikiyeti ayıp şeylerden değil, övgüye
değer olması iktiza edeceği ve çünkü kadının zevcini refakati ile memnun ve mesut etmesi kendisi için bir vazife-i
tabiiye olduğu makam-ı itirazda söylenemez. Çünkü refakatiyle mesut olmak, eğlenebilmek karşılıklı bir menfaattir.
Şu halde çalgı bilmek şartının kadın tarafından erkeğe karşı dermeyan olunmak ve erkeklik meziyetlerine güvenen
bir zevcin çalgı çalmasını bilmediğinden dolayı kıymet-i zevciyesi eksik görülmek ne kadar garib ve ne kadar gülünç
geleceği tasavvur buyurulsun.

Hanendelere ve sazendelere nispetle bestekarlar bir dereceye kadar yukarıda izah edilen gizli zilletten azade gibi görünürlerse
de, yekdiğeri sayesinde revaçta kalabilen bu sanatlar birbirinin iyi ve kötü taraflarına az çok iştirak etmekten
kurtulmamaları lazım geleceği gibi, şurası da mahsustur ki, ilim adamlarının saha-i tedrisinde yükselen vakar
dalgaları ve iftihara bedel bestekar öğretmenlerin muhit-i taliminde hafifmeşrepliği hissettiren bir vakardan sıyrılmış
bir hava yayılır. "Kırkından sonra saz çalmak" ne demek olduğunu elbette takdir ederiz. Onun içindir ki,
mesela ileri gelen bir zat hakkında velev en nefis, en musanna bir şarkıyı talim etmek mahall-i haysiyet ve kendisinden
öyle bir şeyi istirham büyük bir cüret addolunur. Halbuki ulum ve fünun tedrisatı, büyük küçük herkes hakkında
şan ve şerefi artırma vesilesi olmak icap etmez miydi?

Bir bestekarın şakirdleri huzurunda bağırıp çağırmak hiffet ve mezelletine düşmeksizin henüz bilcümle musiki
eserleri hakkında kabil-i tatbik olmayan nota usulü sayesinde kendi tenha hücresinde eserlerini neşredebilmesini dermeyan
eylemek ise bu hususta bir tesettür çaresi bulunmuş olmakla teselli kabilinden olacağı cihetle bize cevap olmak şöyle
dursun, iddiamızı zımnen teslim yerine geçer.

Musiki için yukarıdan beri şerhine çalıştığımız sakıncalar, bununla maişet temin eden sınıfa ait olup, kendi
kendilerini veyahut sevdiklerini eğlendirenleriyle kaffesinin [hepsinin] dinleyenlerini atalet mahzuru açıklamaya ihtiyaç
göstermeyecek bir açıklıktadır. Musiki dinleyenler bu müddette cemiyet-i beşeriyye için bir şey yapmış olmayıp,
yalnız bir hayli paraların bir çok ceplerden çıkarak bir cebe girmesine yardım etmiş oluyorlar. Sonra bu paraların
mukabilinde bu adamlar ne almış oluyorlar? Hiç!.. Bir kunduracı size paranız mukabilinde bir kundura verir. Fakat siz de
o kundurayı giyer mesela dükkanınıza gidersiniz. Bilfarz kitap satarsınız. Hem kendiniz kazanırsınız, hem de bir
taraftan o kitapların münderecatından memlekete ulum ve fünun öğretirsiniz. Kitabın tabiine [basanına], mürettibine,
müellifine, kağıdını imal eden fabrikaya, pamuğunu istihsal eden çiftçiye ve diğer taraftan kunduranın köselesini
yapan sanatkara, hayvanını yetiştiren inekçiye kazandırmış olarak bir çok zincirleme içtimai menfaatlere hizmet etmiş
olursunuz. Lakin musikiye gelince onun da çalgı ve teferruatını temin edenlerle o mezkur çalgıları takdir duygunuza
karşı kullananlar müstefid oldukları halde bu istifade zinciri artık sizde kesilir.

Sizin para sarf ederek musiki dinlemeniz, bir araba tutarak gezintiye çıkmanıza da benzetilemez. Çünkü bu suretle
arabacıya kazandırdığınız gibi kendiniz de sıhhaten edeceğiniz istifade ile hani o beşeri ihtiyaçlar silsilesinin
tamamlayıcı bir cüzü olan işinize daha güzel çalışırsınız. Ve ayrıca gezintiye çıkanlar için hazır bulunan
arabalar sair vakitlerde doğrudan doğruya işlerine gidenler hakkında da kolaylık vasıtası olur. Elhasıl gezinti başka,
musiki dinlemek başkadır. Bugün havanın yemek içmek derecesinde mühim bir gıda olduğu ve tebdil-i hava sıhhi
tavsiyelerin müntehası bulunduğu kadar bir hastanın musiki dinlemesi de tıbbi gereklilik gösterirse buna bittabi bir şey
denemez. Fakat musiki ile tedavi tabiri, yakın zamanlarda alışılagelmiş bir terkip haline gelmekle beraber henüz reçete
ile musiki dinlendiği işitilmemiştir.

Şimdi gelelim musikinin mutazammın olduğu hevaci manaya: Musiki tahrikleri ile dolu sarhoş edici bir havanın cereyanına
maruz olanlar acaba hangi nevi duyguların tesiri altında bulunuyorlar? Bununla hasıl olan tesirler hayli çeşitli olup,
bir garibe gariplik elemlerini, bir yetime kimsesizliğinin acısını, bir hastaya hüzün verme, bir ihtiyara ömrünün
haraplığını ve bazen de bir sermest-i ikbale saadetinin dans ettirici coşkusunu vererek hülasa mahzunun ye’sini ve
memnunun neşvesini artırarak alemin olay ve çehrelerinin asli renklerini biraz daha koyulaştırması ve insanların
mezkur olayları itidal sınırları haricinde karşılama ve telakki etmelerine sebebiyeti cihetiyle bilhassa tembellik
tesirlerini andırır. Hele şu sayılan çehrelerin büsbütün üstünde olarak aşk duygularını tahrik etmesi vardır
ki, artık bu musiki yönünün beyan sihri için bir mana-yı mutabıkı mesabesindedir. Bundan dolayıdır ki, mükellef
bir musiki meclisinin içki kapları ve dilberi ayrılmaz unsurları halinde bulunur. Nitekim en mühim en üryan aşk ve
sevda sırları evvela ve saniyen musiki kisveleri altında -bazı kadınların tesettür ederken kendilerini daha cazibedar
bir surette gösterdikleri gibi- bir kat daha açılarak mevkii ilan ve itirafa vazolunur. Yahut iştiyak heyecanı ile aşıkların
dilinde terekküb edemeyen muhabbet kelimeleri bu iki mikyasın düzenleyici bağları sayesinde bir tezahür şekli alır.
Bu nüktelere mebnidir ki, mesela bir güzelin aşkından sabahlara kadar uyuyamıyorum, yanıyorum, çıldırıyorum demeye
sıkılan bir adam bu mazmunu şiir ve musiki kuvvetiyle herkesin içinde bağıra bağıra tebliğ ve ifade ederse küstahlık
etmiş sayılmaz. Hele ağzından izdivac kelime-i meşruası çoklukla işitilen genç kızların, zamanımızda olduğu
gibi gelin olmak için iktiza eden mükemmellik sebeplerinden sayılması itikadının bahşettiği cesaret ve selahiyeti ile
en derin, en açık aşk cümlelerini alenen kullanmalarına, kızlarını akıl, hikmet ve basiret dairesinde büyütmek
isteyen ebeveynin muhakemesi nasıl müsait olur bilmem? Son asır hükemasından bazılarının genç kadınlar işsiz bırakılırlarsa
kendilerine başka işler bulmak için düşünürler dediğine göre çalgı ile meşgul olan kadınlar o gibi düşüncelere
doğru düşüncelerini çekip götürecek mukavemetsiz bir rehber bile bulmuş olurlar.

Lakin aşk ve sevda hayalleri fena bir şey midir? Aşk kadar hissiyata incelik, yücelik ve insana melekiyet bahşeden hangi
şey vardır? O derecede ki, bu hal erbabının yanık kalplerinden tefahur inlemelerine kulak vermemek, göz yaşlarıyla
hem cereyan olan müdafaa selinin önüne durmak mümkün olmaz. Pek doğrudur ama yine bu nazik, muazzez mesele kadar su-i
istimale kabiliyetli bir şey de yoktur. O halde ki, hoca Nasreddin Efendi merhumun "başınızdan aşk ve alaka geçti
mi?" sualine cevap olarak "bir defa geçiyor idi üzerimize adam geldi" dediği kadar vardır. Alelhusus aşk
ve sevda karşılıksız olamadığı halde kadınlar hakkında hayli ayıp görünür. Hatta bir erkek yalnız kendisini
seven bir kadını taziz edebilir. Bundan başka hiç bir kadının, hiç bir erkeğin hakkında aşk ve sevdasını mazur görmediği
gibi evvelki kadına da evvelki erkekten maada insanlar tarafından bir kıymet ve haysiyet verilmez.

Musiki hakkında serdedilen şu mütalaalardan şiirin en latif kısmını teşkil eden gazel söyleme hakkında da bir fikir
istihsali pek kolaylaşmıştır. Methiye ve hicviye kısımları ise, birincisi çoğunlukla dalkavukluk ve ikincisi
genellikle ayıpçılık olmakla pek iyi bir şey değillerdir. Hüküm ve nasihat nevinden olan şiirlere gelince biz de bir
şey demeyiz. Nitekim şiir hakkında İslam’ın fikri iyisine iyi ve kötüsüne kötü denmekle özetlenmiştir.

İşte maarif-i nefise’nin belki enfesi bulunan şiire karşı da mütereddit bir nazarla bakılmasının sebebi fenalığının
iyiliğine galip olmasıdır. Hatta tahsil-i ulum ve fünun hengamında bir talibin şiir üzerine fazla düşmesi haylazlık
belirtisi addolunarak son asır medeniyetinde dahi pek hoşnutlukla telakki edilmez. Şiirin sermayesi neden ibaret olduğu
şairlerin kendileri tarafından itiraf olunarak:

"Sermaye-i şairan tükenmez / Dünya tükenir yalan tükenmez" denilmiş ve onların henüz bu gibi itiraflara
yaklaşmadıkları bir devirde: "Onların (şairlerin) her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve yapmadıklarını
söylediklerini görmedin mi" [Şuara; 225-226] tarzındaki beyanat-ı Kur’aniye ile meslekleri tanıtılmıştır.
Mamafih şiir zihni keskinleştirme ve malumat artırmaya medar olması cihetiyle musikiye kıyas kabul etmeyecek surette
ehemmiyete haizdir.

Musiki bahsine nihayet vermeden şurasını söyleyelim ki, eğer bunun hissiyat üzerinde icra edeceği tesirler bir nevi
azab-ı ruhani halinde mutlaka insanlar için lazım ise, din-i İslam’da tilavet-i Kur’an mesele-i mühimmesi bu ihtiyacı
daha yüksek bir surette temin etmektedir. Nitekim tilavet-i Kur’an esnasında teganninin müstehap olduğu da bunu teyit
eder. Ancak burada şayan-ı dikkat bir nokta vardır ki, o da Kur’an okunurken teganni etmenin bir taraftan da mezmum olmasıdır.
Yani tilavet esnasında teganni bazı ehadis-i şerife ile tavsiye edilmiştir. Fakat şeriat uleması teganni ile tilavet
aleyhinde bulunurlar. Mesele her iki teganni arasını ayırt etmekle hallolunur:

Teganni, Kur’an’ın tecvid kaidelerini ihlal eder veya musikiye tatbik edilerek yapılırsa mezmumdur. Okuyanın tabiat-ı güzelliği
nisbetinde icra edeceği latif sesler beğenilir. Musiki namelerine esas maksat ve bizzat olarak Kur’an’ı ona icra aleti
edinmekten sakınmak için mezkur şekil son derecede makuldur. Bundan dolayıdır ki musiki dairesinde bestelenen eserler ve
şiirlerin güfteleri bihakkın anlaşılmayıp sırf beste kıymetlerini takdiren dinlenir ve taksim namı verilen musiki
seslerinde bir dereceye kadar mana anlaşılırsa da bunun icab ettirdiği sanat eksikliklerinin aradaki heyheylerle
tamamlanmasına mecburiyet hasıl olur ki bittabi bu gibi ahval, Kur’an’da vukuuna cevaz verilir şeylerden değildir.

Bir de hüsn-ü tabiat ve kabiliyet-i sanattan mahrum bir adamın musikisi de dinlenmez. Bu meziyeti haiz olanlara gelince
dikkat edilirse tabii sesleri müzik eğitimi ile kazanılmış seslerinden daha latif ve tesirlidir. İddiamız garip karşılanmasın.
Nice meşhur hafızlar biliriz ki, musiki bilgilerini ileri götürdükten sonra tilavetlerinde evvelki kadar tatlılık ve
saflık kalmamıştır. Hasılı, tabii musiki sun’i musikiden daha kıymetli olmak lazım gelir. Çünkü bunlardan
birincisi sırf icat olduğu halde kullanılan sesleri taklitten ibaret kalır. Bu makamda bir delilimiz daha var: Bir
milletin musikisinden diğer millet lezzet alamayıp onun da kendi musikisine rağbet gösterdiği görülüyor. Demek ki,
musikinin tesiri hususiyeti nispetinde oluyor. Şu halde bir adamın tabii sesi milli musikisinin dahi üstünde olarak şahsi
musikisi demek olur.

* Beyan-ul Hak (Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye’nin yayın organı), aded: 63, sene: 2, cilt: 3, 1328 (1910) "Din-i İslam’da
hedef-i münakaşa olan mesailden: musiki" isimli Osmanlıca makale.

** Son Osmanlı şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi, miladi 1869 senesinde Tokat’ta doğdu. Kayseri ve İstanbul’da
tahsilini tamamladı. Müderris (Profesör) olarak Fatih Camiinde dersler verdi. 1900-1904 arasında II. Abdülhamid’in kütüphaneciliğini
yaptı. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Tokat mebusu olarak Meclis’e girdi. 1908-1912 arasında Beyan-ul Hak mecmuasının
baş yazarlığını yaptı. 1910’da kurulan Ahali Fırkası’nın ve 1911’de kurulan Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın
kurucuları arasında yer aldı. 1913’de İttihatçıların Babıali baskını darbesi üzerine önce Mısır’a sonra
Romanya’ya kaçtı. I. Dünya Harbi’nde Romanya’ya giren Osmanlı ordusunca geri yollandı ve Bursa’da mecburi ikamete tâbi
tutuldu. 1918’den sonra Damat Ferid Paşa’nın birinci kabinesinde şeyhülislamlığa getirildi. Kabine düşünce Ayan
(senato) üyeliğine atandı. 1919’da İskilipli Mehmed Atıf ve Bediüzzaman Said Nursi ile birlikte Cemiyet-i Müderrisin’de
çalıştı. 1920’de tekrar şeyhülislamlığa getirildi. Kabineden aynı sene içinde istifa etti. 1922’de yine Romanya’ya
kaçmak zorunda kaldı. Daha sonra 1924’de "150’likler" listesinde yer aldı. Önce Hicaz sonra Mısır’a geçti.
1938’de 150’liklerin affından sonra da Türkiye’ye dönmedi. 1954’te Mısır’da vefat etti.