İnsanı diğer varlıklardan ayıran temel karakter (fasl/ayrım) akıl, fikir, istidlâl, muhakeme, akıl yürütme ve
konuşma/nutk’dur, denir. İnsan, hayvan-ı nâtıktır diye de tarif edilir. Düşünce ve cins-tür ayrımı bakımından
bu tarif önemlidir. Ama insanın bir de, his/duygu yönü vardır. İnsanların görme, işitme, koklama ve tadımlama ve
dokunma gibi hisleri onlarla diğer canlılar arasında ortaktır. Diğer hayvanlar da görür, işitir, koku ve tat alır,
dokunma duyusuna sahiptirler. Hatta insandan çok daha iyi gören, işiten, koku alan hayvanlar vardır. Mesela köpekte,
insandakinin çok ilerisinde bir koku alma duyusu gelişmiştir. Hayvanlardaki içgüdü ve ileri düzeydeki hassasiyet onlar
için bir tür akıl işlevi de görür.

İnsanda hayvanlardakinden ayrı ve ondan üstün bir his daha vardır. Buna bedi’î/estetik his denir. Buna âli his
(hissiyat-ı âliyye) ve sanatsal duygu adı da verilir. Mimari, resim, şiir, musiki gibi güzel sanatlar bu hisle
ilgilidir. İnsanlar bu hissin sevkiyle güzel sanatlara yönelir, ideal güzeli yakalamak için onlar üzerinde yoğunlaşır,
düşünür, uğraşır ve bedi’î/estetik güzeli ibdâ’ ve icâd ederler. Süleymaniye Camii, Tekbir bestesi ve Fuzuli’nin
Su Kasidesi böyle üstün bir yeteneğin ve buna bağlı bir çabanın ürünüdür.

İnsan türünde estetik his ve estetik eser vücuda getirme yeteneği vardır. Ancak bu yetenek (capacity, ability,
kabiliyet, istidât) herkeste aynı düzeyde değildir. Güzellik duygusuna ve sanatsal hisse sahip olma bakımından
insanların pek çok dereceleri vardır. Her insan şiir söyleyemez, şiir söyleyebilenler de aynı derecede mükemmel
olarak şiir söyleyemezler. Ayrıca şairlerin şiir söyleme alanları da birbirlerinden farklıdır; kimi tabiat, kimi
hamaset, kimi toplumsal ilişkiler, kimi dini hayat sahalarında daha başarılı şiir söylerler. Kiminin şiiri
didaktik/hikemi, kimininki lirik/coşkuludur. Estetik sanatların birinde başarılı olan diğerlerinde aynı derecede başarılı
olmayabilir; hatta hiç başarı gösteremeyebilir. Şiirden bahsetmemizin sebebi, musikinin tıpkı onun gibi yeteneğe
dayanan ve doğuştan gelen estetik bir sanat olduğunu anlatmaktır. Musiki bakımından insanların yetenekleri, ilgi
alanları ve başarı durumları birbirinden çok farklıdır. Musiki geniş ölçüde toplumun hayat tarzıyla ve kültürüyle
şekillenir ve farklı biçimler alır. Kırsal alandaki müzikle kentlerdeki müzik farklıdır. Türkülerle şarkılar
arasında çok çok fark vardır. Hafif Türk müziği ve pop müzik daha başkadır.

Müzik toplumdan topluma değiştiği gibi kişiden kişiye de değişir. Bir kavmin, halkın, milletin ve toplumun müziği,
kendi hayat tarzına, dünya görüşüne, gelenek ve göreneklerine ve kültürüne göre oluşup biçimlendiğinden, başka
halklar ve toplumlar ondan hoşlanmayabilirler. Aynı şekilde belli bir toplumda yaşayan kişilerden bazıları müziğin
belli bir türünden hoşlanırken, diğer kişiler bundan ya hiç veya çok az hoşlanır ama başka bir türünden daha
fazla haz ve zevk alırlar Kısaca, müzik toplumdan topluma olduğu gibi kişiden kişiye göre de değiştiğinden nisbî
ve izafî/rölatif bir karaktere sahiptir. Toplumların ve bireylerin müzik zevkleri tıpkı damak zevkleri gibi birbirinden
farklıdır. Din-musiki ilişkisi üzerinde dururken meselenin bu yönüne daima dikkat etmek, musikiden hiç haz almayan kişilerin
bile bulunabileceğini gözönünde bulundurmak gerekir.

Müzik, insânî ve evrensel bir olgudur. İnsan dünyada varolalıdan beri kulağa hoş gelen ölçülü ve ahenkli seslere
ilgi duymuş, kendi kendine bir şeyler mırıldanmıştır. Müziği olmayan hiçbir halk, millet, kavim ve toplum yoktur.
Her toplumun mutlaka kendine göre, şöyle ya da böyle bir müziği vardır. Bir toplumda bazı bireylerin müziğe ilgi
duymamaları ve müzikten hoşlanmamaları, müziğin evrensel ve insânî bir olgu olmasına engel değildir.

Din fıtrî, tabiî ve insanî -menşei itibariyle İlâhî- bir olgu olduğu gibi musiki de din gibi fıtrî, tabiî ve
insani bir olgudur. Bu noktada dinle musiki kesişir ve bir ölçüde de örtüşür. İnsana din duygusunu veren Yüce Yaratıcı
ona güzel, ölçülü ve ahenkli seslerden ve nağmelerden tat alma yeteneğini, hatta güzel besteler ve hoş nağmeler vücuda
husûle getirme (ibdâ’-icâd) kabiliyetini de vermiştir. Bu itibarla musikiye ilahi bir sanat gözüyle bakanlar da olmuştur.
İlham perilerinin musiki nağmelerini semadan getirmekte olduklarına inanıldığından, musikiye semavi bir sanattır
diyenler de olmuştur.

Yüce Yaratıcı dünyamızı ve evreni kaba hatlarla yaratmakla kalmamış; ayrıca onu türlü türlü güzelliklerle
bezemiş ve süslemiştir.

a) Bir kere insanı en güzel şekilde -ahsen-i takvim- üzere yaratmıştır. (Bk. Tin, 95/4) Fevkalade ve hârikûlâde güzel
olan insan pek çok güzelliğin de kaynağıdır; ibdâ’, icad ve keşfedenidir.

b) "…üstlerindeki semaya bakmıyorlar mı? Onu nasıl inşa ettik ve süsledik." (Kaf, 50/6), "Semada burçlar
vücuda getirdik ve seyredenler için onu süsledik", (Hıcr, 15/16), "Dünya semasını kandillerle süsledik."
(Fussılet, 41/12), "Dünya semasını yıldızlarla süsledik." (Saffât, 37/6)

c) "…yeryüzünü kupkuru bir durumda görürsün, ama üzerine yağmur yağdırdığımızda o kıpırdanır, kabarır
ve her türden çifter çifter hoş bitkiler bitirir." (Enbiya, 22/5; Kaf, 50/7; Nem, 27/60)

Yeryüzünü türlü türlü canlılar, bitkiler ve yeryüzü şekilleriyle süsleyen Allah Teala gökyüzünü de ayla, güneşle,
yıldızlarla, samanyoluyla, galaksilerle, yıldız adalarıyla süslemiştir. Gökkuşağı rengarenk şekliyle bu süsü gözler
önüne sermektedir. Bunun gibi Hâlık-ı Teala dünyamızı türlü türlü seslerle de süslemiştir; ötüşen kuşların
sesleri, hayvanların sesleri, bitkilerin sesleri, su sesi, yağmur sesi, rüzgâr sesi ve nihayet insan sesi… Musiki de
zaten süslü sesten başka bir şey değildir.

Hak Teala yeri, gökleri ve bunlar arasında varolan her şeyi insan için yaratmıştır. Hangi türden olursa olsun her şey,
her varlık yüce Mevla’nın kulları için yaratılmış olduğu bir nimet, bir lütuf, bir ikram, bir ihsan ve bir rızktır.
"O, yerde ne varsa hepsini sizin için yaratmıştır. (Bakara, 2/29)

İnsan, Allah’ın maddi nimetlerini beş duyu organından biriyle algılar ve tadımlar: Görme, göz; işitme, kulak; tatma,
dil; koklama, burun; dokunma, deri. Bâsira, Sâmia, Zâika, Şâmme, Lâmise kuvvetleri ve duyuları.

Beş duyu organından her biri algıladığı bazı şeylerden haz ve zevk alır, bazı şeylerden almaz. Bazı şeylerden
ise rahatsız ve hoşnutsuz olur, hatta tiksinir. Elem ve ızdırab duyar. (Bk. Gazali, İhya, II, 268)

Mesela, göz renklerden ve şekillerden oluşan güzel şeylerden hoşlanırken çirkin şeylerden hoşnutsuz olur. Güzel
manzaralar, güzel hayvanlar, güzel bitkiler ve çiçekler insanların hoşlandığı şeylerdir. Bunlardan daha güzel olan
da insandır ve ona ait olan şeylerdir. İnsan en çok insandan hoşlanır, hemcinsini, dostlarını, akrabalarını,
ebeveynini, çocuklarını ve eşini sever. Bunları görmekten haz alır. Güzel tabloları ve mimari eserleri seyretmekten
zevk alır. Suret güzelliğinden başka siret güzelliğinden, yani ahlak ve edeb güzelliğinden de hoşlanır. Tabiîdir
ki, hoşlanmadığı ve ilgisiz kaldığı renkler ve şekiller de vardır. Bazı renk ve şekillerden ise rahatsız olur,
hatta tiksinir. Bütün bunlar zamana ve mekana göre, ayrıca toplumdan topluma ve kişiden kişiye göre de az çok değişir,
farklılık gösterir.

Damak zevki de görme duyusu gibidir. Her toplumun, her yörenin, her kuşağın, damak zevk ve mutfağı diğerlerinden az
çok farklıdır. Koklama duyusu için de durum aynıdır. Her toplumun parfümeri ve kozmetikleri az çok öbür
toplumlardan farklıdır. Bir toplumda ağır bulunan ve sevilmeyen kozmetikler başka bir toplumda zevkle kullanılabilir.

Dokunma duyusu ayrı bir önem taşır. İnsan bazı şeyleri ellemekten ve okşamaktan hoşlanır. Özellikle ebeveynin çocuklarını
kucaklamaları, bağırlarına basmaları, okşamaları, öpmeleri ya da onlar tarafından kucaklanmaları ve öpülmeleri
insana ayrı bir haz verir. Aynı durum eşler için, cinsi temas bahsinde de sözkonusudur.

Beş duyu organından her birinin meşru, mübah ve helal zevkleri olduğu gibi gayr-i meşru, günah, haram ve mekruh kullanımları
da vardır. Mesela dil, damak, mide ekmek, et ve süt gibi gıda maddelerinden haz ve zevk alır. Gıda maddelerinin mübah
olması ve helal bir yoldan elde edilmeleri şartıyla bunlar mübah ve meşru hazlardır, Allah’ın şükür gerektiren
nimetleridir. Bazı kimselerin içkiden ya da uyuşturucudan zevk almaları ise günah ve haram zevklerdir. Çalıntı gıda
maddelerinden alınan haz da böyledir.

Beş duyu organının haz aldığı şeylerden ifrat derecede ve ölçüsüz şekilde yararlanma cihetine gitmek de doğru değildir.
Yüce Allah, "Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz, çünkü Allah müsrifleri sevmez" (A’raf, 7/31) buyuruyor.
Bu ölçü beş duyu organından her biri için geçerlidir. Hak Teala’nın nimetlerinden ölçülü bir şekilde faydalanmak
gerekir. Ölçü kaçırılırsa haz eleme dönüşür. Haddinden fazla et yiyen kimsenin rahatsızlanması gibi. "Bir
şey haddini aşarsa zıddına dönüşür" kuralı önemlidir.

Beş duyu organından her birinin haz aldığı ve faydalandığı her şey esas ve kural olarak mübahtır, meşrudur.
Bunların günah olanları istisnadır. "Eşyada asıl olan ibahedir" külli kaidesi bunu gösterir.

İlke olarak musikinin meşru bir haz, dolayısıyla mübah olduğunu gösteren aklî-mantıkî delil budur. Bu delil apaçık
olduğu gibi aynı zamanda kesindir. Bu delil alem-insan yapısından çıkarılmış fıtrî ve tabiî bir delildir.
Herhangi bir İlahî ve Semavi kitapta, insan doğasına uygun düşen, onun için de gerekli ve yararlı olan musikinin kökten
ve tümden yasaklanması asla bahis konusu olamaz. "Aklın hilafına şer’in vürudu muhaldir." (Şer’i hükümler
akla aykırı olacak şekilde gelmez.), "Aklen caiz olmayan bir şey şer’an da caiz değildir." külli kaidelerini
burada hatırlamakta fayda vardır.

Gazali şöyle diyor: Musiki/semâ mutlak olarak helaldir. Ama bazı arızî/gelirgeçer sebeplerden dolayı bazı hallerde
caiz olmayabilir. Hoş, ölçülü ve anlaşılır bir ses olması itibariyle musiki mübahlar kategorisinde yer alır. Onun
haram oluşu özünü oluşturan gerçeğin dışındaki arızî sebepler dolayısıyladır. Musikinin mübah olduğunu gösteren
delilin üzerini örten perde kaldırıldıktan ve bunun mübah olduğu apaçık olarak ortaya çıktıktan sonra bu görüşümüz
kimin kanaatine aykırı düşerse düşsün önemli değildir. (İhya, II, 281)

İnsan fıtratından ve tabiatın yaratılış tarzından kaynaklandığından musikinin tarihi, insanlık tarihi kadar
eskidir. Akıl ve şuur sahibi, hassas yürekli olarak yaratılan ademoğulları her zaman tabiattaki güzel sadalardan, kuş
ve bülbül seslerinden hoşlanmışlar, kendilerine göre bazı şeyler mırıldanarak bir tür müzik yapmışlar, böylece
kulak zevklerini tatmin etmişlerdir.

Musiki Hz. Adem’den beri dini hayatla içiçedir. Bununla ilgili olmak üzere birkaç hadisi buraya alıyoruz:

a) Hz. Peygamber buyuruyor: "Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzelliği/güzeli sever." (Müslim, İman, 147; İbn
Mace, Dua, 10; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 133-151)

Bu hadis bütün güzel şeylerin, bu arada özü itibariyle güzel olan musikinin caiz ve mübah olduğunu, hatta İslam’ın
insanları buna özendirdiğini gösterir.

b) "Allah Teala, teganni ile Kur’an okuyan peygamberi dinlediği gibi, hiçbir şeyi dinlememiştir." (Buhari,
Tevhid, 32; Müslim, Müsafirin, 232; Ebu Davud, Vitir, 20; Nesai, İftitah, 83)

c) "Teganni/terennüm etmeyen bizden değildir." (İbn Mace, İkamet, 176)

d) "Allah kitabını öğreniniz ve onu teganni/terennüm ediniz." (Dârimî, Salat, 171; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
IV, 146)

e) "Kur’an’ı seslerinizle süsleyiniz." (Buhari, Tevhid, 52; Ebu Davud, Vitir, 2; Nesâi, İftitah, 83; İbn Mace,
İkamet, 176)

f) Allah Rasul’ü bir kere Ebu Musa El-Eş’arî’nin Kur’an okumasını dinlemiş ve: "Ey Ebâ Musa! Sana, Davud gibi hoş
sada/mizmar verilmiştir." diyerek onu takdir etmişti. (Buhari, Fazailu’l-Kur’an, 31; Müslim, Salatu’l-müsafirin,
236) Hz. Peygamber, İbn Mesud’a Kur’an okutmuş, büyük bir manevi hazla O’nun tilavetini dinlemiş ve: "Başkasının
okuduğu Kur’an’ı dinlemek hoşuma gider." buyurmuşlardı. (Müslim, Salatu’l-müsafirin, 247)

Bu hadislerde geçen teganni: "Irlamak (yırlamak) manasınadır ve şair kasidesinde bir dilber ile tegazzül eylemek
manasınadır ve şair bir adamı şiirle meth ve ya hicv eylemek manasınadır." (Asım Efendi, Kamus Trc., IV, 1111)
Burada maksat, bir insanın kendi tabiî sesiyle birşeyler mırıldanması ve terennüm etmesi, okuduğu şiiri ve parçayı
sesiyle doğal bir şekilde bezemeye ve süslemeye çalışmasıdır. Bu anlamda Kur’an’ı teganni/terennüm ile okumak müstehabtır,
güzel bir şeydir. Böyle okunan Kur’an’ı dinlemenin hükmü de aynıdır. Teganni/terennüm ve nağme ile Kur’an okumak
veya okunan Kur’an’ı dinlemek insanın dini duygularını harekete geçirir, heyecanlandırır, maneviyatını güçlendirir,
gönül dünyasını zenginleştirir. Kur’an’dan başka münacaat, tevhid, na’t, mevlid ve ilahilerin nağmeli ve ahenkli bir
sesle okunması da aynı tesiri vücuda getirir, bazan da insanın dini hislerini coşturur.

Dini musiki dediğimiz şey budur, bunun İslam’daki temeli ve meşruiyetinin kaynağı da bahsi geçen hadis-i şeriflerdir.
Ezanlarda, kametlerde, salavat-ı şerifelerde ve camilerimizde okunan diğer dini ibare ve metinlerde bu musikinin uygulandığını
görmekteyiz. Dini musiki "sema" adıyla geniş ölçüde tasavvufta ve tekkelerde de icra edilmiştir. Dini
musikinin en özgün ve güzel örnekleri tekke muhitinde ibdâ’ edilmiştir.

Genellikle fıkıh kitaplarında teganni olumlu karşılanmaz, mekruh ve nâhoş bir şey sayılır. Bunun sebebi bazen
Kur’an-ı Kerim’in musiki makamlarıyla okunarak uzatılması gereken hece ve seslerin kısaltılması, bazan da tam tersine
kısa okunması ve çekilmemesi gereken hece ve seslerin lüzumsuz yere uzatılması, böylece musiki makam ve kurallarının
öne çıkarılarak Kur’an-ı Kerim’deki doğal ve özgün ses düzeninin, başka bir ifade ile Kur’an-ı Kerim’de zaten tabiî
bir şekilde var olan iç musikinin ve ses mimarisinin bozulmasıdır. Bu anlamdaki teganni, okunan Kur’an’daki harf ve
kelimelerin mahreç ve sıfatlarında da hatalar yapılmasına sebep olur, Kur’an’ın Arap dil kurallarına ve ses düzenine
göre telaffuz edilmesini engeller. Bu anlamda teganni bütün fıkıh alimlerince mekruh sayılmıştır. Fakat bu sakıncaları
taşımayan teganni/terennüm müstahabtır, hadislerde geçen teganniyi böyle anlamak gerekir.

Aslında fıkıh alimleri ve müftüler genel olarak musikiye olumsuz olarak bakarlar, musikinin her türünü günah sayar,
bu genel hükmün çok az miktarda istisnaları olduğunu söylerler. Bu sebeple hadislerde açık olarak ifade edilen ve özendirilen
dinî musikiye bile şüpheli ve ihtiyatlı yaklaşırlar. Fıkıh kitaplarında, musikinin dindeki önemine işaret eden
herhangi bir olumlu ifade bulmak mümkün değildir. Bundan dolayı fıkıh kitaplarından yola çıkarak musikinin İslâmî
hükmünü tespit etmek mümkün değildir. Fıkıhçıların bu tutumu geniş ölçüde hadis kitaplarına yazılan şerhlere
de yansımıştır.

Ulema, musiki ve oyun konusunda son derece katı ve hoşgörüsüz davranmıştır. Ünlü Hanefî fıkıh kitabı Hidaye’de
şunlar yazılıdır: Düğünde oyun oynamak ve çalgı çalmak (Lu’b, gınâ, melâhî) bid’attır. Sıradan bir Müslüman
davet edildiği bir düğüne gitse, burada oyun oynandığını ve çalgı çalındığını görse orada oturamaz, geri dönüp
gider. Zira gitmemesi dine bir leke, aynı zamanda Müslümanlara günahın kapısını açma olur. Çünkü yüce Allah:
"Sana öğüt: Kur’an geldikten sonra artık zalimler topluluğuyla oturma" (En’am, 6/68) buyuruyor. Bu da gösterir
ki, her çeşit çalgı haramdır, hatta çubuğu vurarak (tempo tutarak) teganni de böyledir. (Bk. Hidaye, II, 360) Bu
bilgiler bütün Hanefî fıkıh kitaplarında bu şekilde tekrarlanır. Hiçbir aklî ve naklî delile de dayanmaz. Tersine
pek çok sahih hadise de aykırı düşer.

Bir bayram günü Hz. Peygamberin evinde iki kız/câriye türküler söylemiş, Hz. Peygamber de eşi Hz. Aişe’yle birlikte
onları dinlemişti. (Buharî, II, 3; Müslim, II, 605; Nesaî, III, 59)

Hz. Aişe bir yakınını evlendirmiş, bunun için düğün yapılmıştı. Hz. Peygamber düğünde çalgı çalınmasını
ve eğlence olmasını Hz. Aişe’ye tavsiye etmişlerdi. (Buharî, IV, 140)

Bir hadiste: "Nikahı def çalarak ilan ediniz" (İbn Mace, I, 611; Tirmizi, III, 398) buyurmuştur. Bir bayram günü
Habeşliler Mescid-i Nebi’de oynamışlar, Hz. Peygamber de eşi Hz. Aişe ile onları seyretmişlerdi. (Buharî, II, 3; Müslim,
II, 605)

Hz. Peygamber Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde şarkılar söylenerek karşılanmış, bu arada Ben-i Neccar kızları türküler
söylemişlerdi. (İbn Mace, Nikah, 21)

Bu anlama gelen pek çok sahih hadis var iken Fıkıh alimlerinin musiki ve eğlencenin bid’at ya da haram oluşundan sözetmeleri
oldukça garib bir şeydir. Ulemayı bu çıkmaza iten husus musikiyi, oyun ve eğlenceyi insanı gaflete düşüren, dinden
uzaklaştıran, oyalayan ve ahireti unutturan bir şey olarak algılamaları, dinî naslar ile insanın ihtiyaçlarını bir
bütün olarak değerlendirmemeleridir. Kısaca meseleye dar bir açıdan ve küçücük bir pencereden bakmalarıdır.

Ulema, görüşlerini dayandırmak için nakli delil aramış, musikiyi kötüleyen ve yasaklayan sahih bir hadis bulamayınca
uydurma hadislerden meded ummuştur. Hiçbir sahih hadis kitabında yer almayan, birçok fıkıh kitabında tekrarlanan şöyle
düzme bir hadis vardır: "Musiki dinlemek günahtır, musiki dinlemek üzere bir araya gelmek fasıklıktır; musikiden
zevk almak küfürdür." Ünlü Osmanlı şeyhülislamı Ebussuud bu konuda epey fetva vermiştir:

Mesela, "Zeyd’in düğününde taamdan sonra çalgı çalındıkta; Amr: "İstimâ’ idenler kafirdir.’ dese ne lazım
olur? Cevap: ‘Eğerçi nesne lazım gelmez, amma’ ‘fasıklardır, facirlerdur." demek evladır. (Fetavay-ı Ebussuud,
Varak, 383)

İbn Kemal Paşazade de kırk hadisi toplayan bir risalesinde, güya Hz. Peygamberin şöyle dediğini nakletmiştir:
"Ben kesr-i mezâmir ve katl-ı hanâzir için, [yani çalgı aletlerini kırmak ve domuzları öldürmek için]
peygamber olarak gönderildim. (Risale fi Tahkiki’l-hak ve İbtâlı Re’yi’s-sufiyye Fi’r-raks ve’ deverân, Süleymaniye
ktp. Murad Buhari, nr. 327, varak, 210)

Garib hatta hayret edilecek şey şudur: Musikinin aleyhinde bulunup bunu günah ve haram, hatta küfür sayanlar bu hükmü
ayete ve sahih bir hadise dayandıramadıklarından "musikinin haram olduğu konusunda ulemanın icmâî/ittifakı vardır"
iddiasında bulunmuşlardır; yani onlara göre musiki bazı müçtehitlerin içtihadıyla değil, bütün müçtehitlerin
ittifakıyla haramdır. Ebussuud şöyle diyor:

"Mesele: Hürmet-i ictihadla sabit olunan müstahilli kâfir olmayacak: ‘Raks helâldir’ diyen taifey-i mutasavvıfeyi
tekfir edenler ne vech ile tekfir ederler?

"Cevap: ‘İcmâ vardır’ deyu tekfir ederler. Raksa helaldir, diyen bir müçtehit yoktur." (Varak, 453-454)

Bu tür fetvalarda genellikle raks ve sema/musiki birlikte zikredilir ve aynı hükme tabi tutulur.

Raksın ve semaın haramlığı konusunda kesinlikle icma yoktur. Raks ve sema haramdır diyenler sadece bir kısım fakihler
ve vaizlerdir. Bunların tamamına yakın kısmı da müçtehit değil, müçtehitlerin mukallitleridir.

Hz. Peygamber’in eşi Hz. Aişe ile Mescid-i Nebi’de oyun oynayan ve rakseden Habeşlileri seyr ettiği en sağlam hadis
kitaplarında rivayet edilmiştir ve buna benzer daha birçok olay vardır. Raks ve semaın günah ve haram olmadığını
sarih ve beliğ bir şekilde ortaya koyan bu hadisler karşısında bu konuda içtihat etmek ve şahsî bir rey ileri sürmek
kimsenin haddine düşmemesi icab eder. Naslara aykırı içtihatların hiçbir dini önemi ve değeri yoktur. Zira,
"mevrid-i nasda içtihada mesağ yoktur" (Nas olan konuda içtihat etmek caiz değildir.)

Ankaravî, raks ve semaın haram olduğu yolundaki iddiayı şöyle bahis konusu eder:

"Ey aziz karındaş! Sana malum olsun ki, Allah-u azimü’ş-şân sana dünya ve ahirette rahmet eylesin. Eğer hışm
ve gazab gözüyle bakmayıp insaf ve rıza gözüyle bakacak olursan görürsün ki, aşıkların ve dervişlerin deveranı
ve sema esnasında raksları haram değildir. Eğer sen dersen ki, bu konuda bazı fetvalar var, bazı mutaassıplar bunu
kesin delil sayıyorlar ve bazı ulema dahi fukaranın deveranı hakkında fetva verip dediler ki, raks icma ile haramdır,
bunu helal sayan kafir olur, helal saymadan raks ve sema eden ise fasık olur.

"Allah’ın tevfik ve inayetiyle biz deriz ki, bu fetva batıldır, çürüktür. Sebeb şudur: O fetvaya göre İmam Şafi,
İmam Gazali, Sühreverdi, Kaşanî, Ebu Talib Mekki ve Hz. Mevlana gibi sultanları kafir saymak icab eder. Çünkü bunlar
raks ve semaı caiz görüp ibadet ve fazilet addetmişlerdir." (Huccetu’s-sema, s. 4)

İslam toplumları, özellikle dindar halk kesimleri her zaman raks ve semaın günah ve haram, dolayısıyla şeytan işi
olduğu inancıyla yetişmişler ve yaşamışlardır. Bütün nesiller her zaman ve her bölgede bu ağır hükümlerin baskısı,
yetenekleri ezici ve hevesleri söndürücü etkisi altında kalmışlardır. Bunun için de şarkı, türkü söylemek, def
ve kaval gibi nefesli ve vurmalı çalgı aletlerini kullanmak toplumun aşağı tabakalarına mensup olan kişilerin işi ve
sanatı olarak görülmüş; kişilikli, itibarlı, haysiyetli ve şerefli kişilerin bu tür aşağılık ve rezilce işlerle
meşgul olamayacakları, özellikle dindar ve takva sahibi Müslümanların bu şeytan işinden kendilerini uzak tutmaları
her fırsatta vurgulanmıştır. Böyle bir zihniyetin hüküm sürdüğü toplumlarda elbette ki güzel sanatların gelişmesinden
sözedilemez.

Eser ve fikirleriyle Osmanlı toplumunu etkilemiş olan Birgivî vasiyetnamesinde şöyle diyor: "İnsan şu yedi organını
günahtan korursa cehennemin yedi kapısı ona kapanır; kulak, göz, dil, el, ayak, karın, tenasül organı. Amma kulaklarını
sakınalar sâz dinlemekten. Saz deyu lehv ve Lu’b aletine denur ki, onlardan ârâz zuhur eder, nefsin ve şeytanın telezzüz
ettiği ârâzlardan olur. Şeştar, zurna, davul, tanbura, kopuz, çeng, kanun, ney ve gayr-ı âlet-i lehr gibi. Bunlar
lehv ve lu’b, oyun-eğlence aletleridir. Bunları dinlemek caiz değildir. Teganni ile zikir, Kur’an ve şiir dinlemekten
kulaklarını sakındıralar. (Kadızade Şerhi, İst. 1258, 171)

Bütün bunlar göstermektedir ki musiki, sema, raks ve folklor gibi hususlar bazı hocalar tarafından çok olumsuz bir şekilde
ele alınmış, bunlar ve benzeri sanatlar her çeşit şerrin ve günahın kaynağı sayılmış, musiki şeytan veya onun
baştan çıkardığı adi ve gâfil insanların işi olarak görülmüştür. Bunları burada anlatmamızın sebebi bu ve
benzeri konulara ilişkin olmak üzere İslam kaynaklarında rastlanan bilginin güvenilirlik derecesine dikkat çekmektir.
Kaynakların dikkatle, itina ile ama eleştirel bir şekilde kullanılması şarttır. Aksi halde İslam’ın gerçeklerine ve
doğrularına ulaşmak mümkün olmaz. Kur’an ve sahih hadislerin ışığı hakkında kaynaklarımızdaki bilgileri tenkit
ve muhakeme süzgecinden geçirmeyenler hem yanılır, hem de başkalarını yanıltırlar.

Pek çok türleri bulunan müzik, dini açıdan ikiye ayrılır: a) Lâ-dini/profane, b) Dini müzik. İslam’da bunların her
ikisi de önemlidir. Her iki türünde önemli olduğunu gösteren delilleri ve hadisleri yukarıda zikrettik.

Dini musiki çeşitli şekillerde kendini Kur’an tilavetinde; ezan ve ilahi okumada, tekbir ve salavat getirmede, mevlît ve
benzeri dini metinlerin okunmasında kendini gösterir. Bunun tabiî, fıtrî, mutedil ve ölçülü şekli, dini geleneklere
uygun tarzı insana güzel duygular yaşatır, dini hayatın canlı ve etkili bir şekilde devam etmesine katkı sağlar,
insanı dine ve dince önemli olan hususlara ısındırarak Allah’a yaklaştırır. Bu sebeple İslamî hayat tarzında bunun
meşru sayılarak önem verilmesi ve geliştirilmesi gerekir.

Lâ-dini/profan müziğe gelince bunun ibadet ve sevap boyutu yoksa da insanî ve fıtrî boyutu vardır. Gerek bireylerin,
gerekse toplumların dinlenmeye ve eğlenmeye ihtiyaçları vardır. Müzik dinlemenin ve eğlenmenin en etkin araçlarından
biridir. Bayramlarda, düğünlerde ve bazı özel günlerde dinlenen bireyler ve toplumlar hem diğer dünya işlerini daha
hevesli ve daha güçlü olarak görürler, hem de ibadetlerini daha şevk ve huşu ile ifa ederler.

Musiki ve benzeri güzel sanatlar ayrıca insanın estetik zevkini de tatmin eder. Musiki, resim, şiir, hitabet ve mimari
gibi güzel sanatlarla meşgul olmaktan veya bunları dinlemekten ve seyretmekten alınan haz ve zevk de meşru ve mübah bir
tattır, su gibi, ekmek gibi değerli bir dünyevi nimettir. Bu nimetten dolayı da yüce Allah’a şükredilmesi lazım
gelir. İşte müzikteki tabiî, fıtrî, beşerî ve insanî boyut da budur.

Herhangi bir sebepten dolayı müzikten hoşlanmayanların, tat almayanların varlığını normal saymak gerekir. Herkes her
işten ve sanattan hoşlanmayabilir. Ancak bundan hoşlanmayanların hoşlanmadıkları işleri ve sanatları kötülemeleri,
hele bunların günah ve haram olduklarını iddia etmeleri toplum hayatı bakımından yanlış olduğu kadar da zararlıdır.

Müziğin dili olamaz, tercümana ihtiyaç hissettirmez, evrenseldir, denir. Bu doğrudur. Ama müziğin bir de milli ve dini
yönü vardır. Her kavmin ve her milletin kendine özgü bir müziği olduğu gibi, her dinin ve dini cemaatın/ümmetin de
kendine özgü bir müziği vardır. Özellikle ideolojik hareketler müziğin insanı büyüleyen etkisinden olabildiği
kadar yararlanırlar.

Çeşitli Müslüman kavim ve milletlerden her birinin bir milli musikisi vardır. Ve bu musiki o kavmin ve milletin kültürünün
bir parçasıdır. Müslüman bir kavme ve millete mensup olan bir kişi, başka bir Müslüman kavmin ve milletin
musikisinden hoşlanmayabilir, tat almayabilir. Çünkü musiki sevgisi de mutfak ve damak zevki gibi kavimden kavime,
milletten millete, hatta bölgeden bölgeye farklılıklar gösterir. Dünyadaki müslim ve gayr-i müslim kavim ve
milletlerin musikileri ilke olarak mübahtır, biz hoşlanalım ya da hoşlanmayalım meşrudur. Ancak bestelerin güftelerinde,
melodilerin sözlerinde, İslam akaidine İslam akaidine aykırı sözler bulunuyorsa o zaman musikiye değil de ondaki sözlere
caiz değildir, denir.

Her din mensubunun kendine özgü bir dini musikileri vardır. Hıristiyanlıktaki kilise müziği gibi. Bu tür dinî musiki
sözüyle, müziğiyle, güftesi ve bestesiyle o dini başkalarına çekici gösterir, gönüllerini çelebilir. Onun için
dinlerin, dini musikileri konularında dikkatli ve ihtiyatlı olmak gerekir. Bununla beraber çeşitli sebep ve maksatlarla
bu tür musikilerin de sınırlı bir şekilde ve alışkanlık haline getirilmemesi şartıyla dinlenmesinin caiz oluşundan
söz edilir. Tıpkı Hıristiyan ve kilise mimarisinin seyredilmesinin caiz oluşu gibi.

İçki ve fuhuş alemlerinde çalınması adet olan meyhane müziği ve benzeri müzik türleri de cevazın dışında kalır.

Müzik, insan ve çalgı seslerinin kulağa hoş gelecek, insanı duygulandıracak şekilde ahenkli/armonik ve ölçülü
olarak düzenlenmesidir. Müziğin temel özelliği titreşimdeki düzen ve ahenktir. Bu özellik müzikal sesleri gürültüden
ayırır. Sesin tonu, ritmi, tınısı, rengi ve dokusu da müziğin önemli unsurlarıdır. Bu özelliğiyle de müzik
milli, kavmi ve mahalli kültürlerin önemli bir parçasıdır. Bir milletin müziğini o milletin örf, adet, anane ve
tarihinden, kısaca kültüründen ayrı düşünmek mümkün olmadığı gibi, o milletin dini musikisini de din dışı
musikiden ayrı düşünmek mümkün olamaz. Dini ve tasavvufî besteler yapan ünlü Osmanlı bestekarlarının, aynı
zamanda şarkı formunda eserlerinin de olması bunu gösterir. Şu halde milletlerin dini musikileri lâ-dini musikilerine sıkı
bir şekilde bağlı olduğu gibi her ikisi birlikte o milletin kültürüyle iç içedir. Bu yüzden dindışı müziğin de
hoşgörüyle karşılanması, korunması ve geliştirilmesi gerekir.

Öteden beri musiki-ahlak ilişkisi üzerinde önemle durulmuştur. Eflatun’a göre müzik ahlakın bir parçasıdır, Semavi
ahenk müzikte yankılanır. Ritim ve melodi Semavi cisimlerin hareket esnasında çıkardıkları seslerin bir taklididir. Böylece
müzik evrenin ahlakî düzenini yansıtır. Dünyevi müzik ideal müziğin bir gölgesidir. Dünyevi müziğin bazı modları
tehlikeli olduğundan sakınılması gerekir. Ahlak bakımından sakıncalı görülen müzik türlerine İslam uleması ve hükeması
da dikkat çekmişlerdir. Bediüzzaman sesleri biri ulvi, diğeri süfli duygular uyandıran olmak üzere ikiye ayırıp
ilkine helal, ikincisine haram demesi İslam’daki söz konusu geleneğin bir devamıdır.

Bir gün Farabi, Sultan Seyfüddevle’nin bulunduğu meclise girdi. Mecliste pek çok faziletli ve şöhretli kişi
bulunuyordu. Sultan Farabiye, "Müzik dinlemek caiz midir?" diye sordu ve "evet" cevabını aldı. Sonra
her çeşit müzik ve çalgı aleti getirildi. Sâzını ele alıp çalan herkesin kusurunu gösterip kulağını çeken
Farabi, en sonunda kuşağından bir harita çıkardı. Birkaç çubuk getirip onları belli bir tarzda birleştirdi,
birbirine çattı. Bir çeşit lu’b eyledi/oyun oynadı ki, oradakiler ellerinde olmaksızın güldüler. Sonra bu çubukları
başka bir tarzda birleştirdi, bunları çalınca oradakilerin hepsi ağladılar. Farabi çubukların bu tarzını değiştirdi.
Yeni bir tarzda birleştirip hareket haline geçirince oradakilerin üzerine bir uyku çöktü, hatta kapıda nöbet bekleyen
bekçiler de uyuyakaldılar. Farabi’de oradan çıkıp gitti. Rivayete göre kanun denilen musiki aleti onun icadıdır."
(Taşköprüzade, Mevzuatü’l-ulum, I, 343)

Bu örnekte de görüldüğü gibi insan üzerinde meydana getirdikleri etkiler bakımından melodiler/nağmeler çeşit çeşittir.
Kimi nağmeler gülme, kimisi ağlama, kimisi uyuma, kimisi sevinme, coşma, kimisi üzülme ve hüzün etkisi meydana
getirir. Annelerin bebeklerini uyutmak için söyledikleri ninniler uyutma etkisi yapar, matem müziği ise hüznü artırır.

İnsanı büyüleyen ve derinden etkileyen müziğin ahlak alanındaki etkileri kadar, dini hayat üzerindeki etkileri de önemlidir,
incelemeye ve üzerinde düşünmeye değer. İnsanı dine ve Allah’a yaklaştıran musiki türleri yanında dinden ve
Allah’tan uzaklaştıran, onları unutturan ve hiç hatıra getirmeyen türleri de vardır. Bir üçüncü türde ise Allah’a
ve dine yakın ya da uzak olmak sözkonusu olmaz. Burada sözkonusu olan yorulan, usanan, üzerine bıkkınlık çöken ve
uyuşuk hale gelen insanların geçici bir sürede neşelenmeleri, sevinmeleri, hoşça vakit geçirip dinlenmeleri, eğlenmeleri
sonra da dünya işlerine ibadet ve kulluk hayatına dönmeleridir. Musikinin bu türü meşru ve mübahtır. Yeter ki,
maksat meşru bir şekilde dinlenmek, eğlenmek, açılmak, dinamizm kazanmak, sonra da faaliyete ve ciddi hayata dönmek
olsun.