Varlığı algılarken beynimizin önümüze çıkardığı en büyük
handikaplardan biri, hızlı korelasyon oluşturma eğilimidir. Üç aylık bir bebeğe
süt hazırlamak için mutfağa gidip döndüğümüzde, bebeğin elini konulu sallarken
yetişemeyeceği mesafedeki bir biberonun kırılmış olduğunu düşünelim. Çoğunlukla
ilk tavır, bebeğin biberona nasıl çarpmış olabileceğine dair tezler üretmek
olacaktır. Yere düşen biberonla çocuğun arasında ilgi kurulmaya çalışılacak ve
olay akla yaklaştırılmaya çalışılacaktır. Bütün bu korelasyon arayışının tek
gerekçesi, aynı anda odada gördüğümüz düşmüş kırık biberon ve üç aylık bebektir.
Aynı olay birkaç kez tekrar ettiğinde ise, artık korelasyon oluşturma gayretimiz
iyice şiddetlenecek veya bir izah mekanizması bulmuşsak, bu izah şeklinin
doğruluğu noktasındaki kanaatimiz iyice pekişecektir. Bir müddet sonra artık üç
aylık bebeğimizin kendinden uzaktaki biberonu devirdiği kanaatimiz
kesinleşecektir. Fakat bunun, evde saklanmış bir arkadaşımızın şakası olduğunu
öğrendiğimizde, uzun süre düşünerek geliştirdiğimiz tekellüflü tevillerimizin
bir anlamı olmadığını görürüz. Başta tıp olmak üzere pek çok bilim dalında, iki
olay arasındaki korelasyonu anlamak için yapılan çalışmalar, benzer bir
problemle yüzyüzedirler. Mesela, herhangi bir hastalık ile şifa arasındaki
ilişkiyi anlamak için "tek kör" ve "çift kör" şekilde yapılan, yani hastanın
ilaç mı yoksa ilaca benzer başka bir madde mi aldığının hasta ve doktor
tarafından bilinmediği çalışmalarda, alınan sonuç ve ilaç bağlantısı ile ilgili
korelasyon katsayıları ve anlamlılık testleri oluşturulur. Bu noktada gözlenen,
ilacın verilmesi ile iyileşmenin birlikteliğidir.

Aslında iyileşme, ilacın farmakolojik işleyiş ve etki
mekanizmalarından çok öte bir şeydir. Elbette bu yöntemlerle elde edilen veriler
tedavide kullanılabilir; ancak asılda ve özde tedavinin ilacın etkisi sonucu
olduğunu düşünmek için bu birliktelik yeterli değildir; ancak şifa ile
birlikteliği gözlenen ilaç, şifanın kaynağı olarak algılanır.

Sebep-sonuç bağlantısında da benzer bir süreç yaşanır. Sebep ve
sonucun birbirlerine olan etkileşimi ile ilgili hükmü zihnimizde oluşturan tek
neden, bir arada görülmeleridir. Bu hal, Bediüzzaman tarafından "iktiran" terimi
ile ifade edilmektedir. Kanaati pekiştiren ise olayın aynı tarzda işleyişinin
hep tekrar etmesi, her seferinde gözlenmesidir. Bu da "yeknesak istimrar" terimi
ile ifade edilmektedir.

Genler ve Canlılık

Genler ve canlılık bağlantısında iki unsur arasında netleşmiş
bir korelasyon, neredeyse zihinlere kazınmış gibidir. Canlılık olayının, canlı
hücreler içinde yer alan DNA molekülü şifrelerinin, proteinler şeklinde deşifre
edilmesi ile oluştuğu düşünülür. Bu bakış açısı canlılığı, tamamen sebep-sonuç
bağlantısı çerçevesinde cereyan eden mekanik bir işleyiş olarak görür. DNA,
genlerin yapıldığı maddedir. Genler ise, biyolojik bilgiyi taşır; canlıların
özelliklerini oluşturur ve nesilden nesile aktarılır. Yani bir kelebeğin
kanatlarının rengini, bir gülün kokusunu ya da bir bebeğin cinsiyetini hep
genler belirler. "DNA kromozom veya hücre gibi karmaşık yapılardan farklı
olarak, sadece kimyasal bir maddedir ve canlılığın moleküler imzası özelliğini
de yalnızca biyolojik bağlamda kazanabilir"1 diyen Susan Aldridge’in
ifadeleri de bu tarz bir yaklaşımın dile getirilmesi şeklinde algılanabilir.

Atomlardan başlayıp canlı bedenlere kadar uzanan süreçte, DNA ve
canlılık bağlantısını tam anlamıyla algılayabilmek, temel bir varlık anlayışını
gerekli kılmaktadır. Bu hal Hoagland’ın "Kargaşa (kaos) İçinde Düzen" başlıklı
yazısında şu şekilde izah edilmiştir: "Atomları biraraya getirip molekül,
molekülleri ekleyip zincir, zincirleri düzenleyip strüktür, strüktürleri
düzenleyip canlı hücre yapmak, çok büyük bir örgütlenme (organizasyon) işidir.
Bu iş insanların beyinleri, elleri ve bilgisayarlarıyla başarabileceklerinden
kat kat daha zor bir iştir. Ama bu inanılmaz olay her an dünyanın her yanında
yaşanıyor. Kuşkusuz yaşamın temelinde, canlı hücrelerin sürekli olarak
yaratmaya, düzeni sağlamaya, örgütlenmeye, karmaşıklığa adanması vardır.
Fizikçilerin bize bildirdiğine göre, cansız evren sürekli olarak düzenini
yitiriyor. Her şey milyarlarca yıllık zaman ölçeğinde kargaşaya (kaos) doğru
gidiyor. Termodinamiğin ikinci kanunu, entropinin (düzensizliğin fizikteki adı)
evrende her yerde sürekli arttığını belirtir.

"Evren neden düzensizliğe yönelmektedir? Bu ilk bakışta
görüldüğü kadar garip değildir. Şöyle bir örnek düşünelim; sulandırılmış biraz
mavi, biraz da sarı boyanız var ve bu iki boyayı aynı kaba boşalttınız; boya
molekülleri, moleküllere özgü zıplamalarla düzgün yeşil bir karışım olana dek
hareket edecektir. Moleküller tümüyle rastgele düzensiz dağılmışlardır, ama
kendileri için olabilecek en dengeli biçimi almışlardır. Eğer işlemi tersine
çevirmek, -diyelim ki, altta mavi, üstte sarı olmak üzere ayırmak- isterseniz,
sistemin karışmaya rastgele, dengeli ve düzensiz yeşil haline varmaya yönelen
güçlü ‘isteğine’ karşı savaşmak zorunda kalabilirsiniz.

"Bu kural evrendeki bütün atomlar ve moleküller için geçerlidir.
Rastlantısallığın Nirvanasını, tam anlamıyla düzensizliği, erişebilecek en son
dengeyi ararlar. Kumdan yaptığımız kale yavaş yavaş bozulur, özelliğini yitirip
dümdüz olur. Yanardağlar tekdüzeliğin dengesini aramada dünyanın gürültülü
sözcüleridir. Kayalar biz farketmeden kuma, kum da toprağa dönüşür. Kaçınılmaz
bir şekilde evrende her şey son dengeye doğru ilerler.

"Şimdi rastgele karmaşıklık durumu ile denge, cansız maddeler
için aynı şey olduğu halde, insanlar bu iki özelliği, özdeş görmede zorlanırlar.
Bu da çok doğal, çünkü yaşayan organizmanın bütün yönlendirmesi (dürtüsü) cansız
doğanın rastlantısallık güdüsüne karşıdır. Canlı varlık, sürekli olarak
‘dengesizlik’ durumunu yaratmaya çalışır. Yaşam rastlantısallık karşısındadır ve
düzen yaratır. Çok çok büyük ölçekte sürekli olarak yeşil boyayı ayrıştırma
yönünde çalışır."2

Burada hayatla bağlantılı şekilde işleyen düzen canlıya
verildiğinde, "yaratmak" fiiliyle ifade edilen muhteşem bir işleyiş
göstermektedir. İşleyişteki mükemmelliğin, yaratmayı gerekli kılar mahiyette
olduğu bir gerçektir. Ancak bu fiilin canlıya ait olduğu iddiası, izahı mümkün
olmayan bir durumdur. Böyle bir yaklaşım, pek çok soruyu beraberinde getirecek,
her canlıda büyük bir organizasyonu yürütebilecek sonsuz bir irade ve şuur
bulunmasını gerektirecektir.

Nitekim aynı bölümün devamındaki başlık "Düzeni Yaratmak İçin
Plan Gereklidir" şeklinde ifade edilmiştir. Bu bölümde ortaya konulan; varlık
aleminde işleyen ahenk ve düzenin, bunun canlı varlıklarda gözlenen şeklinin,
bir bilginin tezahürü olduğudur. Bu durum Hoagland tarafından şöyle ifade
ediliyor: "Hayat, evrende gerçekten düzen oluşturabilen tek şey midir? Cansız
örneklere bakalım: Su soğuyunca katı olur. Su molekülleri kendilerini çok güzel,
narin ve karmaşık biçimlerde düzenleyebilirler. Çözelti içindeki bir tuz,
çözeltiden ayrılarak kristalleşebilir ve bu işlem tuz molekülleri arasındaki
düzeni arttırır. Bu türden birçok izole örnek olmakla beraber, bunlar en basit
hücrenin başarılarıyla karşılaştırılınca tek başlarına hiç de etkileyici
değildir. Dahası, canlı hücrelerin düzen kuruşu temelde bu kristalleşme
işleminden farklıdır. Hücreler daha önceden var olan bir planı izleyerek düzen
kurarlar.

"Boşlukta nesnelerin bir düzene girmeleri için, bir planın
bulunması gerektiği fikri akla yakındır. ‘Birşeyler’in gerçekleşecek düzen
hakkında bir ‘önbilgisi’ olması gerekir."3

Düzenli işleyişten hareketle ulaşılacak en kesin sonuç, bu
düzeni oluşturacak bir bilginin var olması gereğidir. Aslında bu sadece canlı
hücreler için değil, bütün varlıklar için kabul edilmelidir. Belirli bir
alandaki işleyişi esas alarak, varlığın bütününü dikkate almadan bir sonuca
ulaşmak, sağlıklı bir varlık bilgisine ulaştırmaz.

Kâinatla ilgili "şimdiye kadarki hikaye"yi David Filkin şöyle
özetliyor: "Bir cismin, evrenin genişlemesini gerçek anlamda tanımlamak
imkânsızdır. Çok kısa bir sürede aklın alamayacağı bir büyüklüğe ulaştı. Üç
saniyeden daha kısa bir sürede Big Bang’in enerjisi egzotik parçacıklar
oluşturdu, bunlar birbirleriyle çarpışıp tekrar enerjiye dönüştü. Sonra hiçbir
şeyin olamayacağı kadar, sıcak atmosferde yeni parçacıklar oluştu. 30 dakika
içinde genişleyen evren o kadar soğudu ki, atomun çekirdeğindeki proton ve
nötronların oluşmasına fırsat verdi. Bu parçacıklar birleşip 300.000 yıl içinde
ilk hidrojen ve helyum atomları oluştu. Kütle çekim sonucunda çok büyük
bulutumsulara dönüştüler ve 1 milyar yıl sonra birbirlerini o kadar çektiler ki,
önce yıldızlar, sonra da galaksilerin temeli oluşmaya başladı. Günümüzde her
şeyin başlamasından 15 milyar yıl sonra, evren ve milyarlarca galaksi hala bize
evrenin genişlemesi konusunda küçük ipuçları vermeye devam ediyor."

Varlık aleminin oluşumu ile ilgili en çok kabul gören bu
teoriden hareket edersek, ard arda gelen bu işleyişlerin ve her bir adımda şu an
işleyen düzene doğru ilerleyen oluşların plansız, programsız olması normal aklın
ölçüleriyle bağdaşmamaktadır. Plan ve program bir bilgiyi gerekli kılmaktadır.
Bilgi ise varlığın işleyişinde maddi boyutta da ifade edilmektedir. Eğer bu alem
bir "ilk atom"un patlaması ile vücuda geldi ise, bu bilgi atomun içinde
potansiyel olarak (maddi boyutu ile ifade edilmiş olarak) var olmalıdır.

İşte DNA ve genetik şifre, ilk atomdan beri varlık ile görünür
hale gelen külli bilginin, bütün kâinatın bilgisinin canlılarda yansıyan kısmı
olmalıdır. Her bir varlığın içinde onu özetleyen tohumlar, çekirdekler şeklinde
ve belki şu an bilemediğimiz şekillerdeki kayıtlar, bütün kâinatın kaydına
işaret eden emareler gibidir.4

İlk Yaratılış

DNA’yı anlarken; varlık aleminin geçirdiği silsileleri, proton
ve nötronların oluşumlarını, atomların, moleküllerin oluşumlarını,
aminoasitlerin oluşumlarını ve kâinat silsileleri içinde DNA’ya geliş safhasını
ve sonrasını da göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Bu anlamda kâinatın
geçirdiği silsileler içinde dünyanın oluşumu ve canlılığa müsait hale gelişinde
geçirdiği safhalar, yeryüzünde canlılığın başlaması, şimdiki tabloyu
anlayabilmemiz açısından önem taşımaktadır.

Canlılığı anlamaya çalışan bir çok araştırmada, ilk hücreden
sonraki aşama ile ilgili çeşitli senaryolar üretilmekle birlikte, ilk yaratılış
bütün olarak ele alınarak yorumlanmamaktadır. Yalçın İnan, insanlığın bu
konudaki birçok tecrübesinden bahseder. Mesela, içine et konulan şişelerden
kapağı açık olanın içine sinek girmesiyle kurtlanmaların görülmesi; durgun su
içinde canlı organizmaların hayatlanması; kaynatılan et suyunun konulduğu şişede
mikroorganizmaların başgöstermesi ve Louis Pasteur’ün temiz olmayan sıvılarda
organizmaların görülmesine dair deneyleri, hep belli bir aşamadan sonraki
olayları açıklamaya yaramıştır. İnan, bu açıklama biçimlerinin eksikliğini ifade
etmek için, "ilk hücreyi yapan organik moleküllerin uzaydan mı geldiği, yoksa
atmosferde, cansız ortamlarda kendiliğinden mi olduğu"5 konusunun kesin
olmadığını söyler.

Bu izahlardaki temel problem varlık aleminin başlangıçtan beri
işleyişinin gözardı edilmesidir. İlk canlının uzaydan gelmiş olması canlılığın
başlangıç problemini çözebilecek mi? Sonra, yapılan her deneyin ve gözlemin
ardından gelen izahlar, bize ait yorumlar… Bize görünen kısmı ile şişe, et ve
tava şeklinde algıladığımız varlıkların bizler tarafından bütünüyle
algılandığını ve her yönüyle kuşatıldığını söyleyemeyiz. Kendi gözlemlerimiz
sonucunda ortaya koyduğumuz hava, şişe, et bağlantısı ile ilgili yorumun
canlılık ve eşyanın bütününe örnek olmakta ne derece yeterli olacağı da ayrı bir
tartışma konusu… Varlık tablosunun sürekli değiştiği bir dünyada, hiçbir olay
diğerinin tıpa tıp aynısı olamaz; her olay tektir. Bu yüzden belirli bir deneyin
bütün varlık aleminin izahında kullanılmasına da kayd-ı ihtiyatla bakmak
gereklidir. Bütün bunlar, varlık alemindeki işleyişin bir organizasyon
çerçevesinde yürüdüğünü ve varlık aleminin an an planlandığını ve İnan’ın
yazısında geçen safhaların ve onun yazıyı hazırlamasının ve şu an sizlerin bu
makaleyi okuyor olmanızın, kısacası her şeyin bir organizasyonun parçası
olduğunu göstermektedir.

Eşyanın normal işleyişi, varlığın gerisindeki organizasyonun
açık bir göstergesidir. Uzaydan gelen meteoritlerin bulunması ile yeryüzüne
canlılığın uzaydan geldiğinin ifade edebilmesinin ne derece mümkün olduğu ayrı
bir problemdir. Uzaydan gelmiş olsa bile organizasyon olmaksızın bunun nasıl
mümkün olabileceğini ya da organizasyonun kendi kendine oluşan bir parçası olup
olamayacağını da gündeme getirmek lazım. "Yıldırımların çıkardığı enerji ile
ilkel atmosferde oluşan ve sonra suya inen genilalanin, triptofan, histidin,
glisin ve valin gibi aminoasitler suda erimiş elementlerle birleşerek ilkel
çorbanın yağlı malzemesi (balçık) içinde kendini geliştirdi. Okyanus dibinde
kendine uygun ılık bir ortam bulan organik molekül RNA ile buluştu ve virüs
benzeri en basit mikroorganizmayı oluşturdu. Tek şeritli kısa RNA bir enzimin
yardımı olmadan kendi kopyasını üretecek bir haberci moleküldü. Bunun için bir
enzime ihtiyacı yoktu. RNA kendisinin bir kopyasını yaparak DNA molekülü ve
nükleotidleri şekillendirdi. Okyanus suyunda erimiş durumda bol miktarda karbon,
hidrojen, oksijen, azot ve fosfor bileşikleri vardı. DNA’nın nükleidleri için
bunlar gerekiyordu. İçinde DNA bulunan bir virüs benzeri organizma
şekillenmişti."6 şeklinde ard arda sıralanmış cümlelerde belirgin bir mantık
bağlantısı bulunmakla birlikte, pek çok nokta izahsız ve havada bırakılmıştır.
RNA ve DNA’nın ihtiyaç duyduğu malzemenin, lazım olduğu sırada hemen yanı
başında hazır bulunmasının bir izahı yoktur!..

Başlangıç anından itibaren DNA’ya kadar gelinen her bir safhanın
adım adım kontrol altında olması ve her küçük zaman diliminde atomlar boyutundan
DNA, genotip ve fenotip boyutlarına geçişlerin hepsinin anlık kontrol altında
tutulması kabul edilmeden bu muhteşem işleyiş havada ve boşlukta kalacaktır.
Sonsuz bir ilim, sınırsız bir güç ve her şeyi kontrolü altında tutacak bir irade
olmaksızın genotipten fenotipe geçişi kendi alanı içinde çözdüğümüzü düşünmek,
çok sınırlı ve dar bir bakışın ifadesi olmak durumundadır.

Genetik Şifrenin Çözülmesi

26 Haziran 2000 tarihinde Clinton ve Blair, insan DNA’sının %
97’sinin şifresinin çözüldüğünü açıkladılar.7 Çözülenin, kromozomlarda DNA
molekülleri boyunca dizilen ve genomda yalnızca % 1.5’lik gen içeren bölgenin
şifrelerinin dizilişi olduğunu ve henüz bu dizilişin ne anlama geldiğinin
netleşmediğini dikkate almamız gerekir. Ankara Üniversitesi, Tıp Fakültesi,
Tıbbi Biyoloji ve Genetik Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Işık Bükesoy’un, "Henüz
bulunanlar DNA dizisidir. Bunların ne yaptıklarını öğrenmek için çalışmalar
sürmektedir. Bu durum bilim çevrelerince önceden bilinmekteydi. Yapılan açıklama
toplumu bilgilendirmek içindi. Toplum aydınlatıldı; ancak bu sansasyon
yarattı."8 şeklindeki değerlendirmesi de konunun medyada mübalağa edildiğini
gösteriyordu. Genomun bütünü çözülmüş olsa ve genotipten fenotipe geçiş, yani
genler şeklinde ifade edilmiş şekilden, zahiri tezahüre (koddan oluşuma) geçiş
çözülmüş olsa bile bu, kâinat sisteminin genel işleyişi içinde çok küçük bir
alanı ifade etmektedir. Her şeye sahip olunmadan bir şeye sahip olunamayacağı
gibi, her şeyin çözümünü içine almayan bir şeyin çözümü havada kalmaya, sınırlı
olmaya mahkumdur ve işleyişi bütün yönleri ile kuşatamaz.

Hayatın yorumlanmasında önemli bir yanılgı da DNA’yı anlamaya
çalışan kişilerin, kendilerini işleyen sistemin dışında algılamalarıdır. Şu
anda, okurken beynin çalışması, gözlerin görmesi, DNA ile ilgili çalışmalar
yapan bilim adamlarının beden içi işleyişleri, DNA’ların şifrelediği protein
sentezleri ile yürümektedir. Beyinden beyine bilgi aktarımı, genler şeklindeki
bilgilerin beden şekline dönüşümü, daha sonra kelimeler ve cümleler şeklinde
bilgilerin oluşumu ve sonuçta ortaya çıkan manalar… Manaların DNA ve benzeri
şifrelerle ifade edilişi, eşya şekline dönüşümü ve tekrar zihinlerde oluşan
manalar… Tüm bu işleyişe bakınca, sanki alem, mana-madde-mana dönüşümlerinin
gerçekleştiği bir zemin gibidir. İnsan da bütün özellikleri ve idrak kabiliyeti
ile bu işleyişin parçasıdır. Kâinat, mekanik olarak kendi iç dinamikleri ile
işleyen bir yapı olarak algılanırsa, DNA’nın bir ürünü, yine DNA’ların teşkil
ettiği bir işleyişle varlığa muhatap olan, kâinatı anlamaya çalışan bir sistem
sözkonusudur. Bu zaviyeden bakıldığında, sanki DNA’nın içinde kendine yönelen,
kendini anlamaya çalışan ve bu maksada yönelik olarak şuur sahibi varlıklara
dönüşme eğiliminde bir potansiyel vardır. Bu ise hayatla ilgili bütün
işleyişleri, varlığın sınırlarını dört adet aminoasite yüklemek anlamına gelir
ki, bütün varlığı ve mükemmel nizamı havada bırakmak, anlamsızlaştırmak,
sahipsizleştirmek sonucunu doğurur.

DNA’nın ya da genetik şifrenin iki boyutu vardır. Biri ibda,
diğeri inşa boyutu… İbda boyutu ile her an yeniden şekillenen ve ard arda
gelen varlık tabloları içinde, tablolar arasındaki ahengin hayata bakan yönünü
ifade eden bir şifre. Ard arda gelen levhaların birbiriyle irtibatı olmamakla
birlikte, bu levhaların tamamına vakıf, hepsini kuşatan bir ilmin varlığı
levhaların birbiri ile irtibatından anlaşılıyor. Bu hali hayat manasında ifade
eden ise DNA ve genetik şifre. İnşa boyutu ile ilk atomdan bu güne adım adım
işleyen bir hayata hazırlık süreci, bunun bir parçası olarak kâinat ömrünün
belli bir döneminde DNA’nın oluşumu, DNA’dan hayat sahiplerine ve nihai meyve
olan insana doğru bir tekamül ve düşüncenin, idrakin, şuurun, sorgulamanın
alemde oluşumu… Belki bütün alemin milyarlarca yıldır işleyişi hep bunun için.
Mana boyutundaki kâinat şu an, bir insanın zihninde teklik şeklinde, işleyişin
bütününü birleştirir tarzda tekrar manaya dönüşüyor. Kâinatın tamamı bir tek
zihne, genetik şifre gibi mana tarzında kopyalanıyor. Bu bütün çekirdeklerde,
tohumlarda, genetik şifrelerde işleyen vahdet-kesret-vahdet dönüşümünün
ifadesidir. Bediüzzaman bu dönüşümü çok daha veciz şekilde şöyle ifade ediyor:
"Bütün meyveler ve içindeki tohumcuklar, hikmet-i Rabbaniyenin birer mucizesi,
sanat-ı İlahiyenin birer harikası, rahmet-i İlahiyenin birer hediyesi, vahdet-i
İlahiyenin birer bürhan-ı maddisi, ahirette eltaf-ı ilahiyenin birer müjdecisi,
kudretinin ihatasına ve ilminin şümûlüne birer şahid-i sadık oldukları gibi;
tekessür etmiş bir nev’i, alemin etrafında, vahdet aynalarıdırlar; enzarı
kesretten vahdete çeviriyorlar. Lisan-ı hali ile birisi der: ‘Dal budak salmış
şu koca ağacın içinde dağılma, boğulma; bütün o ağaç bizdedir. Onun kesreti,
vahdetimizde dahildir. Onun muhakemesi için dünya kapısı kapanıp ahiret kapısı
açılır.’

"İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider.
Cesetleri çürüyor, fakat insanın cesedinden bir çekirdek, bir tohum hükmünde
olacak acbü’z-zeneb tabir edilen küçük bir cüz’ü baki kalıp, Cenab-ı Hak, onun
üstünde cesed-i insaniyi haşirde halk eder, onun ruhunu ona gönderir. İşte bu
mertebe o kadar kolaydır ki, her baharda milyonlarla misali görülüyor."9

Bir meyvenin ağacı potansiyel olarak barındırması ve ağacın
tekrar meyvede ve çekirdekte tekleşmesi misali; milyarlarca yıllık kâinat
işleyişini tek kalpte özetlemek ve kalbin kuşattığı inançların tekrar kâinat
şeklinde açılabilmesi mümkün. İnsanın ruh boyutu, mana alemine ve bekaya
bakıyor. Bu yönüyle bütün zamanları ve mekânları, kromozom misali manevi
kıvrımlar ve bükülmelerle, manevi kalbe sığdırabilecek özellikler taşıyor.

Diğer yandan kâinatın genel bir programının olduğunu, her
varlığın plan-program dahilinde ve hikmetli işleyişleri gösteriyor. En başta,
(Büyük Patlama-Big Bang esnasında) yaşadığımız anın gözetilmesini ve ona göre
işleyişin devamını şart kılan bir düzen; bu anlamda, DNA’ya kadar ve DNA’dan
insana kadar işleyen düzen, yani kâinatın programı DNA ile uyum içinde
çalışarak, her iki programın aynı elden çıktığını da ortaya koyuyor. Şu an bu
satırları okuyabilmeniz için göz hücrelerinizdeki DNA üzerinden oluşturulan
RNA’lar için gerekli aminoasitler hemen hücrenin yanı başında hazır. Yine bu
dergiyi tutabilmeniz için kas hücrelerinizde lazım olan mineraller hemen
hücrelerin yanı başında bekliyor. O halde bu dergiyi okuyacak olduğunuz Büyük
Patlama esnasında biliniyor ve sonraki safhalar buna göre işlettiriliyor olmalı.
Bu, aynı zamanda, şu an her biri farklı işler yapan milyarlarca insanın, sayısız
farklı türde canlının da yapacaklarının ilk anda planladığının bilgisinin var
olduğunun bir işareti. DNA üzerinden RNA sentezi, bir anlamda hayat programı ile
kâinat programının buluşması, varlık aleminin işleyişinin gerisindeki kasıt ve
iradenin bir göstergesi.

Bediüzzaman, "rızık" olarak tanımladığı bu düzenlilikleri, "her
bir zerre bir vazife ile muayyen mekâna gitmek için memurdur." şeklinde
özetliyor. Maddelerin "Fail-i Muhtarın" özel bir kanunuyla cemadat aleminden
canlılık alemine geçtiklerini söyleyerek, kudret ve irade sahibi bir Zat’ın bu
tasarrufları yapabileceğine dikkat çekiyor. Çünkü bu mükemmelliği, "kanunsuz
tesadüf", "sağır tabiat" ve "şuursuz esbab"ın yapması mümkün değildir.10

Bütün bunlardan sonra ortaya çıkan sonuç şu: DNA ve genetik
şifre her anı, her türlü inceliği planlanmış bir hayat yaşadığımızı gösteriyor.
Saçımızın, gözümüzün rengi, boyumuz, parmak izlerimiz, yüzümüzün şekli hep
programlanmış. Yine kızacağımız, sevineceğimiz, üzüleceğimiz, depresif ya da
manik olacağımız haller de program dahilinde işliyor. Çünkü bunların zemini olan
sinir sistemi, buradaki akışı sağlayan nörotranstmiterler, hormonal sistemler
hep DNA-RNA bağlantılı protein sentezlerinin işleyişine bağlı. Bu da
sentezlenecek protein için lazım olan lojistik desteğin, yani gereken mineral,
vitamin benzeri yapıların ihtiyaç anında, ihtiyaç yerinde hazır bulunmasını
gerektiriyor.

Koordinasyon

Her hücre işlevlerini bağımsız değil, bedenle ahenk içinde
yürütmek zorundadır. Bu ise bütün beden hücreleri arasında haberleşmeyi ve uyumu
gerekli kılıyor. Bu uyum ve ahenk, aslında yeni fiziğin geldiği noktada -kelebek
etkisi ve atomlar arası haberleşme ile düşünüldüğünde- kâinatın bütününde de
vardır. İlk atomdan şu an bir hücre içinde yer alan DNA’ya, DNA ile bağlantılı
bir Adeninden kâinatın diğer ucundaki nötrinoya uzanan akıl almaz ilişkiler ağı
içinde hayat denen işleyiş gözleniyor. Bu işleyişin programı, ince ince dokunup
kıvrılarak, çok küçük hücrelerin küçücük çekirdekleri içine sığdırılmış. Bunlar
özde bilgi depolarıdır; bir CD’de ya da hafızalarda kayıtlı bilgiler gibi.
Yalnızca, kaydedilme yöntemi farklı. Ancak işleyişin bilgiyle olabileceğini
düşünmek ya da bilginin kendi işleme zeminini oluşturabileceğini öne sürmek, şu
alemde gözlediğimiz akli verilerle veya hikmetle bağdaşmaz. Yani CD’ye kayıtlı
programın, içinde yer aldığı CD’yi ve onu çalıştıracak bilgisayarı
oluşturabileceğini öne sürmek, bilgi ve eşya arasındaki şu ana kadar olan
gözlemlerimizle hiç bağdaşmayan bir iddia olur. DNA ve genetik şifre de farklı
bir dille kaydedilmiş hayat programlarıdır ve bu programların işleyeceği bir
varlık ortamı ve kâinat sistemi lazımdır. Sistemin ve programın uyumu ortak bir
organizasyonun ya da aynı kaynağın ürünleri olduklarına da bir delil olarak
kabul edilebilir. Aslında atomun en ince ayrıntılarında başlayan, küçücük
çekirdekte ince ince, ilmek ilmek dokunan DNA’larda gözlenen ve sonsuz uzay
boşluğundaki devasa cisimlere kadar uzanan bilinçli bir tasarım, akıllı bir
işleyiş, maksada yönelik tavırlar var. Akıl almaz küçüklüklerden akıl almaz
büyüklüklere uzanan bu hal, külli aklın ve sonsuz bir hikmetin göstergesi ve
ifadesidir. Yine buralarda kayıtlı bilgiler, sonsuz bir ilmin ifadesidir. Bu
sonsuz potansiyel, varlığın başlangıcından beri inşa ettiği ve her an ibda ile
yenilediği işleyişle şuuru ve idraki oluşturacak bir yöne doğru işlemiş ve
atomlar arası iletişimden DNA’ya, oradan hafızalara ve konuşmalarla beyinden
beyine geçen sürekli kendini genişletip, şuur boyutunda yayılan külli bir bilgi
var. Bu bilgi varlığın tamamında ve bütün işleyişin nihai meyvesi olduğu
gözlenen insanda kendini tamamlıyor. Bizler de şu an yaptığımız yazma ve okuma
fiilleriyle bu sürecin bir parçasını oluşturuyoruz.

DNA ve RNA bağlantılı hücreden hücreye bilgi akış süreci
hafızaların DNA ve yazıların RNA işi gördüğü beyinden beyine akış sürecine
dönüşüyor ve kolektif şuurun yansıttığı bilgi bütünlüğü hep genişliyor.
Yaşadığımız andan, bulunduğumuz noktadan bu verilerle geriye baktığımızda
hayatın mahiyeti şu tarzda ortaya çıkıyor: "Esma-i İlahiyeye ait garaibin
fihristesi, hem şuur ve sıfat-ı İlahiyenin bir mikyası, hem kâinattaki alemlerin
bir mizanı, hem bu alem-i kebirin bir listesi, hem şu kâinatın bir haritası, hem
şu kitab-ı ekberin bir fezlekesi, hem kudretin gizli definelerini açacak bir
anahtar külçesi, hem mevcudata serpilen ve evkata takılan kemalatın bir ahsen-i
takvimidir."11

İnsanın en mükemmel yönü, maddi şekilde ifade edilen manaların
tekrar asliyetine, yani manaya dönüş zemini olmasıdır. İmam-ı Mübin-Kitab-ı
Mübin-İmam-ı Mübin şeklinde çevrilen ilim ve emr-i İlahinin zaman ve mekâna
yayılıp maddi boyutta ifadesinin işaretidir. Bütün kayıtlar, çekirdekler,
tohumlar ve DNA bu ilmin mücessem hale gelişine işaret ederler. Kıvrılıp,
bükülerek metrelerle ifade edilen ve her milimetresine milyarlarca bilgi
sığdırılan ve trilyonlarca hücre adedince çoğaltılan bilgiler, ilmin
mutlaklığına ve sonsuzluğuna işaret ederler. Üstelik bu bilgiler zamanın çok
küçük dilimlerinde ve varlıkla yokluğun üst üste geldiği en küçük anlarda
tekrarlanmaktadır. Daha sonra bu kıvrımlar ve büklümler beyinlerde, hafızalarda
ve akli melekelerde klonlama, gen tedavisi, genetik şifrenin çözümü gibi
şekillerde devam etmektedir. Sosyal hayatta işleyen bilginin gelişimi, konuşma,
telekomünikasyon, internet gibi yollarla zihinler arası iletilen bilgi ile
DNA-RNA arası iletilen bilgi ve hücreden hücreye iletilen bilgiler arasında
sadece form farkı vardır. Bilginin kaydı biyolojik, elektromanyetik ya da
mekanik olabilir. İletilmesi de bu tarzlardan herhangi biri ile gerçekleşebilir;
ancak aslolan bilgidir. Bu anlamda DNA gibi inceliklerle ifade edilen ve
Bediüzzaman’ın, "halbuki görüyoruz ki, o esbab-ı maddiyenin elleri yetişemediği
ve temas edemedikleri o zihayatın batını on defa zahirinden daha muntazam, daha
latif, sanatça daha mükemmeldir. Esbab-ı maddiyenin elleri ve aletleriyle hiçbir
cihetle yetişemedikleri belki tam zahirine de temas edemedikleri küçücük
zihayat, küçücük hayvancıklar, en büyük mahluklardan daha ziyade sanatça acip,
hilkatçe bedi bir suretle oldukları halde, o camid, cahil, kaba, uzak, büyük ve
birbirine zıt olan sağır, kör esbaba isnat etmek, yüz derece kör, bin derece
sağır olmakla olur."12 şeklinde ifade ettiği mükemmellik ile insanlarda bilim ve
teknoloji şeklinde gelişen kök hücre tedavisi, gen tedavisi, preimplantasyon
genetiği ve insan genom projesi şeklini alan işleyişler birbirinin üzerine
kıvrılıp bükülerek külli ilmin sonsuzluğuna ve mutlaklığına işaret eden
hakikatlerdir. Mükemmelliklerin, harika işleyişlerin küçük alanda, mikronlar
düzeyinde olması kaba sebeplerin müdahalesini, incelikli olmayan ellerin
işleyişini engeller.

Sonuç

DNA’da işleyen el hangisi ise, klonlamayı, gen tedavisini,
preimplantasyon tekniğini de uygulayan odur. Araya giren cüz’i ihtiyarlar farazi
ve itibari olduklarından, asli vücutları bulunmadığından işleyişte pay sahibi
olamazlar. Onlarda oluşan meyiller, arzular, yönelimler, meraklar ve araştırma
arzuları da DNA-RNA mekanizmasının uzantısında yer aldığından aslında kompleks
biyolojik işlevlerdir.

Şu satırları yazdığımız ve sizlerin okuduğu anlar da dahil,
hayatın her anı bir plan program dahilinde ve en inceliklerine kadar
hesaplanmıştır. Bunun en büyük delillerinden biri, çok küçük zaman dilimlerinde
ihtiyaca göre ve hale uygun olarak protein sentezleyen DNA’dır. Bu, "Kadere
inanmıyorum!" cümlesinin bile kader programı dahilinde söylendiğini ortaya koyan
muhteşem bir gerçektir. Ancak işleyişin bize bakan tarafında halen yaşadığımız,
vicdanen hissettiğimiz bir cüz’i irade sorumluluğumuzun temel kaynağı, "varlık"
ile "ben" arası ilişkilerin zeminidir.

Bütün bunlardan sonra Clinton’un 26 Haziran 2000’de söylediği şu
sözler daha manidar hale geliyor: "Tanrının hayatı yarattığı dili bugün
öğreniyoruz…. Tanrının en kutsal armağanının ne kadar harika, güzel ve karmaşık
olduğunu daha yakından anlıyoruz."

Dipnotlar

1. Susan Aldridge, Hayatın İpuçları (Genlerin ve Gen
Mühendisliğinin Öyküsü), Çev: Murat Şokol, Engin Özkan, Esra Cantimer, Evrim
Yayınları, Bilim Dizisi: 14, 1998, s. 15.

2. Mahlon B. Hoogland, Hayatın Kökleri, Çev: Şen Güven,
TÜBİTAK, 16. Basım, Mayıs 2000, s. 9.

3. Hoogland, a.g.e., s. 12.

4. David Filkin, Stephen Hawking’in Evreni, Kâinatın
Sırları, Çev: Mehmet Harmancı, İstanbul 1998, Aksoy Yayıncılık, s. 153.

5. Yalçın İnan, Kosmos’tan Kuantum’a, Mavi Ada Yayınları,
Kasım 2003, s. 415-422.

6. İnan, a.g.e., s. 419.

7. Yunus Kaan Truvalı, Artıları ve Eksileriyle İnsan Genomu
Projesi, Zafer , Sayı: 284 (Ağustos 2000), s. 12.

8. Barbaros Nalbantoğlu, "İnsan Genleri Haritası", Zafer,
Sayı: 249 (Ağustos 2000), s. 5.

9. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, İstanbul 2001, Yeni Asya
Neşriyat, s. 561, 562.

10. Nursi, Sözler, s. 483.

11. Nursi, Sözler, s. 118.

12. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, İstanbul 2001, Yeni
Asya Neşriyat, s. 183.