Socialized Narcissism: Nationalism

"Başkalarının övünmesini çekilmez kılan, bizimkini engellemiş olmasıdır."
La Rochefoucauld

Tüm kavgalar "ben" ve "öteki" arasındadır. "Biz" ve "ötekiler" ayrıştırması da aslında "ben" ve "öteki"nin türevidir. En temelde "ben" ayrımından başlar, ben
merkezli, -bir başka deyişle- bencil-ce-dir. "İnsanları benzer kılan, her insanın içinde bir öteki figürü taşıdığı gerçeğidir" diyor Hannah Arendt.

Çocuk egosentrik düşünür. Bencildir. İstek ve arzularının hemen doyurulmasını ister, onları erteleyemez. Geliştikçe (gelişme büyümeden farklı olarak bir ruhsal
yetkinleşme, başka bir ifadeyle tekamüldür) empati yapmayı, kendisini başkalarının yerine koyarak değerlendirmeyi, sadece kendi çıkarları için değil, ötekilerin
de çıkarlarını gözeterek hesap yapmayı, isteklerini arzularını diğerlerinin de kabul edeceği yer ve zamana ertelemeyi öğrenir.

İnsan tekinin (bireyin) yaşadığı bu süreç insanın birim olarak merkezde yer aldığı tüm sosyal yapılanmalarda da benzerdir. Bazı toplumsal organizasyonlar bireyin
çocukluk dönemine tekabül eden benzeşimler taşırken, bazıları ergenlik, bazıları ise erginlik ya da erişkinlik dönemine tekabül ederler.

Çocuğun ruhsal gelişiminin (tekamülünün) bir şekilde aksaması ile bu narsisistik dönemin aşılamaması, bazı erişkinlerdeki narsisistik kişilik organizasyonlarının
ortaya çıkmasının nedeni olarak kabul edilir. Bir başka deyişle o kişi o boyutuyla çocukluğunu aşamamış ve o aşamada saplanıp kalmıştır. Narsisistik kişilik organizasyonunun
belli bir ölçüde herkeste -biraz az, biraz fazla- bulunması normal kabul edilir. Ancak bunun bu "belli ölçüyü" aşması durumunda artık "narsisistik kişilik bozukluğundan"
söz etmemiz gerekir ve bu patolojik kabul edilir. Konumuzla bağlantısı temelinde narsisistik kişilik bozukluğunun temel özelliklerine kaba hatlarıyla bakacak olursak;

En önemli ve başat özellikleri empati yapamamalarıdır. Farazi olarak bile kendilerini başkasının yerine koyarak onun duygularına yaklaşamazlar.

Her zaman kendilerinin "üstün", "özel" ve "ayrıcalıklı" olduğu düşüncesindedirler.

Herkes için geçerli olan kuralların onlar için de geçerli olmasını anlamazlar ve kabullenmezler.

Kayrılmalarının kendileri için bir hak olduğunu düşünürler.

Kişiler arası ilişkileri kendi çıkarı için kullanır, amaçlarına ulaşmak için çevresindekilerin zayıf taraflarını kullanırlar.

Eleştiriye tahammülsüzdürler, sürekli övülme ihtiyacı içindedirler ve bu ihtiyaç temel gıdalar gibi hayatidir onlar için.

Pişmanlık duymazlar, hep doğru yaptıklarını ama başkalarının onları anlamadığını düşünürler.

Sınırsız başarı, güç, zeka, güzellik ya da kusursuz sevgi hayalleri üzerine kafa yorar, başarılarını ve yeteneklerini abartırlar.1

Şimdi bu özellikleri bir çocukta gördüğümüzü varsayalım, şaşırmayız, bunun bir "çocukluk" olduğunu söyler, güler geçeriz. Bu özellikleri bir erişkinde gördüğümüzde
eleştiririz ve itici buluruz. Ama aynı özellikler kolektif ölçekli olarak, yani "ben" yerine "biz" koyarak ifade eden bir milliyetçinin söylemini o derecede neden
yadırgamayız. İnfantil bir sürecin toplumsallaşmasıdır bu.

İnsanlar toplumsal yaşantıları içinde bu tür çıplak halde başkalarının tepkisini çekecek olan değerlendirmelerini giydirerek maskeleyecek ve toplumun kabulleriyle
uzlaştıracak mekanizmaları da sıklıkla kullanır. "Bizim ailede bir ben cahil kaldım" şeklindeki bir değerlendirme çoğu zaman aslında mensup olduğu aileyi-boyu-sülaleyi
-dolayısıyla mensubiyeti nedeniyle kendisini- yüceltme amacının kişisel bir tevazu makyajıyla maskelenmesi çabasıdır. Böyle bir cümle başkaları nezdinde "benim
ailemde herkes okumuş ve kültürlüdür" cümlesinden çok daha sempatik bulunur ve kabul görür. Hele aile mensubu bir birey nezdinde tadına doyum olmaz "zekice" bir
iltifattır.

Kişi ilk olarak kendini sever. Ve kendisiyle irtibatı sadedinde ailesini, köyünü, şehrini, ülkesini sever. "Ben" merkezinden başlayıp genişleyen halkalar şeklinde
azalarak yayılan bu aktarım sevginin en ilkel ve doğal varoluş biçimidir. İnsanoğlunun ruhsal ve zihinsel olarak tekamülü sürecinde eriştiği daha rafine ve üstün
şekli ise kendisiyle olan bağlantısı ve yakınlığı dolayımıyla değil ama "doğru olan", "güzel olan", "adil olan"la olan karşılıklı ilişkisi temelinde bir sevgi ve
ilgi üretimi ve yönlendirmesine yükselebilmesidir. Bu durumda kişi "ben" ve "öteki"nin sınırlarını belirlerken, kan bağının dar çerçevesi veya menfaat birliği yerine
kıstas olarak zihinsel ve ruhsal düzlemli daha üst belirleyicileri referans alır. Bu durumda dürüst yabancı değil, kötü kardeş öteki olur.

Gerek bireyler gerek toplumlar ve devletler ötekine karşı saldırıya geçerken "biz saldırganız ve senin/sizin sahip olduklarınızda gözüm/üz var" demezler. Bu
saldırı için gerekli bahaneleri sebepler şeklinde rasyonalize ederler. Bu, bireylerin de toplumların da sık kullandıkları temel psişik savunma düzeneklerinden biridir.

Ötekisini kan bağının ulaştığı yerin dışında ya da yaşadığı ülkenin sınırları dışında değil, kendi içinde, vicdanı ve adalet duygusunun rehberliğinde belirleyen
ve aslında bir Yahudi olduğu halde İsrail'in ve ABD'nin şiddet politikalarını şiddetle eleştiren bir aydın olan Noam Chomsky'nin "Saldırı İdeolojisi" adlı yazısından
kısa bir paragraf:

"Hep bir Alman ya da Hun buluyoruz, kendimizi saldırısına karşı korumamız gereken birisini hemen icat ediveriyoruz. Daha evvel de kendimizi başka saldırganlara
karşı müdafaa etmek zorunda idik. Polk (James Knox, 11. ABD başkanı, 1845-49) Meksika'nın üçte birini alıyor ve Meksikalıların saldırganlığına karşı kendimizi korumamız
gerektiğinden dem vuruyordu. Kaliforniya'yı almak zorundaydık (Yoksa İngilizler alırlardı)! Kızılderili savaşlarında da öyle olmamış mıydı? Biz yine savunmada idik
ve Kızılderililer İngiliz ve Meksikalı istihkamlarından üzerimize ateş açmaktaydılar. Neyse ki biz Florida'yı ve Batı'yı alarak kurtulduk!.."2

Peki içimizden bu saldırgan ve saldırganlık için bahaneler arayan şeytanı kovmak mümkün değil midir? İnsanoğlunun bir arada kardeşçe ya da katlanarak, ama kavga
etmeden yaşaması bir hülya mıdır? Freud'a göre evet. 1932 yılında, Milletler Birliğinin (Cemiyet-i Akvam) de içinde bulunduğu bir organizasyon Albert Einstein'dan
çağın önemli bir sorununu seçerek kendi seçtiği bir şahısla tartışmasını istemiş, daha sonra bu mektuplaşma Birleşmiş Milletler tarafından "Neden Savaş?" başlığı
altında yayınlanmıştır. Einstein'ın çağın en önemli sorununa ilişkin seçtiği soru "İnsanlığı savaş tehdidinden kurtarmanın bir yolu var mıdır?" Bu soruyu cevaplamaya
en çok yetkin bulduğu kişi ise 1930'da yayımladığı "Uygarlık ve Huzursuzlukları" kitabında "medeni toplum, bu insanın insana ilksel düşmanlığıyla doğan çözülme
tarafından sürekli tehdit edilmektedir" diyen Freud'dur. Freud, "İnsanlığın saldırgan eğilimlerini bastırabileceğimiz ihtimali yoktur" görüşündedir. 1930'da Sovyetler
Birliği'nde özel mülkiyetin ilgasıyla birlikte bir sevgi ve yardımlaşma çağı açılacağı beklentilerine karşı, Freud burjuva sınıfının eritilmesinden sonra zulmün
sona ermeyeceği ve Rus komünistlerinin kaçınılmaz olarak saldırgan eğilimlerini dış dünyaya yöneltecekleri uyarısında bulunmuştur.3 Ona göre, benzer şekilde, Havari
Paulus'un sevgiyi Hıristiyan cemaatinin temeline yerleştirmesinden sonra, Hıristiyanlığın dışarıda kalanlara karşı aşırı hoşgörüsüz davranması da kaçınılmaz olmuştur.4

Freud insandaki sevgi ve saldırganlık dürtülerinin yok edilemeyeceğini ancak yönünün değiştirilebileceğini ve dönüştürülebileceğini söyler. Ona göre; "Medeniyet
esas itibariyle insanın içgüdülerini uysallaştırma ve evcilleştirme sürecidir." Ve bütün bu karamsar görüşlerin ardından kısmi bir ümit taşır; "Bu arada kültürel
gelişme için ne yapılırsa savaşa karşı işe yarayacaktır teminatına dayanabiliriz." Çünkü sanat, kültür, bilim gibi insanlığın temel kazanımları da bu içgüdülerin
terbiye edilmiş üretimleridirler ona göre. Ancak insanlar bu saldırgan eğilimlerine milli ve dini gerekçeler bulmakta zorlanmayacaklardır.

Freud, 1930 yılında yayımladığı ve insanın çıplak tabiatı (fıtratı) ve bunun uygarlık süreci içindeki terbiyesini analiz etmeye çalışan Das Unbehagen in der
Kultur (Uygarlığın Huzursuzluğu) adlı eserinde şöyle der: "Homo homini lupus (insan insanın kurdudur). Bu yaşamın ve tarihin bütün deneyimlerinden sonra kim bu
söze karşı çıkacak cesareti gösterebilir ki? Bu korkunç saldırganlık, kural olarak ya bir kışkırtma kollar ya da kendini, hedefine daha yumuşak yöntemlerle de erişilebilecek
bir davanın hizmetine koşar. … Kavimler göçünün, Hunların istilasının, Cengiz Han ve Timurlenk'in önderliğindeki Moğol denen halkın akınlarının, Kudüs'ün sofu Haçlılar
tarafından fethinin vahşetlerini, hatta yalnızca şu son dünya savaşının dehşetini anımsayacak olursak…"5

Milliyet bir kan bağı türevidir. En iç merkezinde yine "ben" vardır. Bununla bağlantılı olarak da milliyetçilik, toplumsallaşmış bir bencilliği ve narsisizmi
içinde taşır. Aslında bunu içinde taşıyan sadece milliyetçilik de değildir. Ancak milliyetçilik düzlemindeki bağlar çıplakken diğer birçok alanda çeşitli kamuflajlar
söz konusudur. Örneğin meslek dayanışmasının, hemşehriliğin, kuşak dayanışmasının da temel çekirdeği "ben"dir. İlkinde ilgi-iş, ikincisinde coğrafya, üçüncüsünde
zaman düzleminde ben, kendine benzeyene, kendine benzediği için ve oranda ilgi ve sevgi duyar.

İnsanlar iptidai toplumsallaşma zamanlarından beri klanın, kabilenin, sitenin, milletin çıkarını kutsallaştırmışlardır. İlkel tabuların azımsanmayacak bir kesiminde
toplumsal çıkar-yarar fetişleştirilir ve bu uğurda insanlar birey olarak kurban edilir. En etkili tabulardan biri de toplumsal çıkarlara "ihanet" etmektir. Bugün,
modern zamanlarda bile ülkesinin çıkarı aleyhine, -doğru ve adil dahi olsa- bir yanlışı dile getiren, muhalefet eden, "karşı" tarafa destek veren kişi lanetlenerek
dışlanmaktadır. Bu anlamda ve bu nedenle "milli çıkar" bir modern tabu olarak işlev görmektedir. Sartre'ın bir Fransız olarak Fransa'ya karşı savaşan Cezayirlilerin
safında yer almasını çoğumuz takdir ederiz, alkışlarız, ama "bizden" birinin aynı şeyi yapması yine de ihanettir ve vatana ihanet en büyük suçtur. Sartre da Amerika'nın
ya da Almanya'nın zorbalıklarına karşı çıkmakla yetinebilirdi, ama o zor olanı, Fransa'nın yanlışını görmeyi ve onunla mücadele etmeyi tercih etti. Herkes kendi
evinin önünü süpürmeliydi, ama çoğunluk "bizim evin önü zaten temiz" diye düşünmeye eğilimlidir.

Evimizin önü gerçekten temiz mi? İşte herkesin sorması gereken soru bu. Çoğunlukla bu sorunun hiç sorulmaması ve sorulduğu veya sorulur gibi yapıldığı zaman
da doğru cevaba karşı kör kalınması karşısında Franz Fanon'un yakarışı; "…son duam da şu; ey ruhum, hep soru soran bir ruh olarak kal kaldığın yerde!" Franz Fanon,
soru sormasaydı, Fransa vatandaşı olmasına ve daha önce Fransa adına katıldığı ve yaralandığı bir savaşta cesaret nişanı almış olmasına karşın Cezayir Bağımsızlık
Savaşında direnişçilerin safında yer almayacak, önce Cezayir Kurtuluş Cephesinin sözcülüğünü daha sonra da Geçici Cezayir Hükümeti adına Afrika ülkeleriyle ilişkileri
yürütmeyi üstlenmeyecek, katıksız bir "vatan haini"(!) olduğu için iki kez suikasta maruz kalmayacaktı. Soru sormak belalı işti!..

"Milli çıkar" ve "vatan hainliği" kavramları üzerinde düşünmek gerekir. İki kavram birbiriyle bağlantılı ve birbirini besleyen ortak orijine sahiptir. Birini
nasıl konumlandırırsanız öteki de ona göre bir konuma ve hususiyete sahip olacaktır. Esasen milli çıkar tarih boyunca milletin çıkarından çok, egemen yönetici erkin
çıkarlarını temsil etmiştir. Kabilenin, klanın ortak çıkarı gerçekte büyücünün, şamanın, kabile reisinin çıkarıdır. Modern ulus devletlerde de bu düzeneğin daha
modern ve karmaşık bir versiyonu işler durumdadır. Vatan hainliği kavramı da aslında bu zümrenin çıkarını güvenceye alma işlevi görmektedir. Bir insan önemli bir
konuda ülkesinin, toplumunun yönetici iradesiyle paralel düşünmüyor ve farklı bir tercihte bulunuyor ise durum ne olacaktır. Kanaatimce buradaki ölçü şu olmalıdır;
vatan hainliği olarak isimlendirilen muhalefet ve karşı koyuş bir şahsi menfaat karşılığında ortaya çıkıyor ise bu tanımlamaya itirazımız olamaz, ama aksi durumda
bir "vicdani ret" veya "vicdani muhalefet"ten sözetmek daha yerinde olacaktır.

Ancak bu serinkanlı düşünceleri başkaları için kabul etmek kolay olsa da sıra kendimizi sorgulamaya gelince iş değişir. Bu yazıyı kaleme alırken bile okuyucu
nezdini dikkate alan bir teenni ihtiyacını göz ardı edemeyişim bu kolektif bilinçaltı duyarlılığımızın bir göstergesidir. Fanon aynı zamanda bir psikiyatristti.
Fanon'a göre kolektif bilinçdışının oluşumunda evrim değil, kültür belirleyicidir. Kolektif bilinçdışını kalıtımla aktarılan ve beyinin yapısal-işlevsel bir parçası
kabul eden Jung'un aksine Fanon kolektif bilinçdışını bir grubun önyargı, mit ve toplu tutumlarından ibaret kabul ediyordu. Peki bizim önyargı, mit ve toplu tutumlarımız
nelerdir? Toplu çıkar veya milli çıkar bizim için birey olarak neyi ifade ediyor? Toplumsal bilinçdışından azade olmak için "mürekkep yalamış" olmak yeterli mi?

Kıbrıs konusunda milli çıkarlarımıza aykırı yazılar yazdığı gerekçesiyle Mustafa Erdoğan'ı eleştiren okurunun sorusu mu kolektif bilinçaltımızı yansıtıyor, yoksa
Mustafa Erdoğan'ın aşağıdaki cevabı mı?

"Ulusal çıkar, modern ulus devletlerin temel politik şifresidir. Çağdaş dünyada insan haklarının ve demokrasinin imkanı ancak bu şifrenin çözülmesiyle aydınlatılabilir.

"Millî çıkar, ahlâk-üstü bir kavram değildir; nasıl ki, bir kişinin her çıkarı meşru olmayabilir, aynı şekilde meşru olmayan (yani, ahlâki olarak onaylanması
kabil olmayan) millî çıkarlar da vardır. Öyle olmasaydı, mesela, gerek birey, gerekse toplum düzeyinde sadece "kendini savunma" için silaha sarılma meşru sayılmaz,
kişinin veya toplumun kendisi için yararlı gördüğü her şeyi başkalarının pahasına da olsa elde etmesine onay verilirdi."

"… Kıbrıs'ta barışçı bir çözüme ulaşılamaması yüzünden Kuzey Kıbrıs'ın hâlihazırdaki askerî garnizon statüsünün ebedileşmesi bir bütün olarak Türkiye'nin yararına
mıdır, yoksa onun etrafında oluşmuş bulunan ve Türkiyeli-Kıbrıslı koalisyonuna dayanan küçücük bir "yerleşik çıkar" grubunun yararına mı? Kıbrıslı Türklerin hâlihazırdaki
sefaletinin devam etmesi mi, yoksa daha özgür ve müreffeh bir dünyanın kapısının aralanması mı daha hayırlıdır?… Nihayet, hâlihazırdaki şekliyle Türkiye'nin Kıbrıs
politikası aslında Kıbrıslıların ve bizim politik irademizle mi belirlenmiştir, yoksa oradaki statükoyu mu bize "millî dava" diye dayatıyorlar?"6

Aynı konuda bir başka köşe yazarının yaklaşım tarzı da ilgiye değer;

"Olaya soğukkanlılıkla bakacak olursak, Kıbrıs'taki müzakereler 'sıfır toplam' denen cinsten bir şey olmalı. Bir tarafın kaybı, diğer tarafın kazancı olacaktır.
…O halde, mantıklı ve soğukkanlı bir değerlendirme yapılırsa, bir tarafın sevindiği oranda diğer tarafın üzülmesi gerekirdi. Oysa öyle olmuyor. Her iki taraf da
kızıyor, Annan'a küfrediyor, aldatıldığını veya aldatılacağını ileri sürüyor.

"Böyle olunca, pazarlık nasıl gelişirse gelişsin, oyun 'sıfır toplam' olmaktan çıkacak, büyük ölçüde her iki taraf için de 'negatif toplam' biçimini alacaktır.
İnsanlar kendi özverilerini, karşı tarafın özverilerinden daha farklı bir ölçütle değerlendirecektir.

'Negatif toplam', bir bakıma ulusçu veya etnosentrik siyasetin dayattığı bir sonuç olmalı. Ulusçu eğilimler ne kadar güçlüyse, ödün vermek o kadar katlanılamaz
ve kabul edilemez bir davranış oluyor. Ödün verenler hemen 'vatan haini' damgasını yiyor. Ve uzlaşmaya varmak güçleşiyor. Aslında bu tür müzakerelerin kalıcı anlaşmalarla
sonuçlanabilmesi için 'pozitif toplam' anlayışına ulaşabilmek gerekiyor: Her iki tarafın da anlaşmadan, kayıptan çok kazanç elde ettiklerini düşünmeleri halinde
bu sağlanabilir.

"…Hergün İsraillilerle Filistinlilerin birbirini öldürmesinin kime ne yararı var? Bundan daha âlâ 'negatif toplam' sonucu veren bir oyun düşünebiliyor musunuz?

Ve neden herkesin kaybettiği bir oyunu oynamak, her iki taraf için de 'vatanseverlik' sayılır, anlamak zor."7

Burada şunu hatırlamakta yarar var; toplumları yöneten egemenler yönettikleri toplumdan yönetimlerine yönelik tepkiler ve tehditler söz konusu olduğunda çoğu
zaman dışarıdan gelen bir tehlike veya tehdit icat ederek veya var olan bir tehdidi abartarak ve tahrik ederek ona karşı topyekün seferber olmayı bir strateji olarak
sıkça kullanırlar. Böylece kendisine yönelmiş veya yönelecek olan tehdidi yeni düşmana karşı kendi saflarına çekmiş olurlar. Toplum psikolojisi buna yatkındır ve
bu yatkınlık toplumun milliyetçilik katsayısıyla paralel artar azalır. "Saldırganlıklarının dışavurumuna maruz kalacak başka bir topluluk olduğu sürece, çok sayıda
insanı sevgi bağı ile birbirine bağlamak mümkündür."8

Yönetici erk veya bir yönetici klik vitrinde ya da önemli konumlardaki bazı "aydın", "sanatçı" ya da yazarları da bu politikalarını destekleme konusunda maniple
etme eğiliminde olur ve her zaman da böyleler bulunur. Erdoğan'ın yazısının devamında bunun tipik ve şaşırtıcı bir örneği yer aldığı için aynen aktarıyorum;

"Genelin iyiliğini, bilinçlerine kazınmış milliyetçi mitlere ve hayallere kurban edecek kadar kendi 'millet'inin veya 'ulus'unun kaderine kayıtsızlaşan milliyetçi
hezeyanın hüküm ferma olduğu zamanlarda yaşıyoruz.

"Milliyetçi safsatanın esiri olmak için, ilk bakışta zannedilebileceğinin aksine, cahil olmak da gerekmiyor. Tahsilli, dünya görmüş, 'hatta profesör olmuş' kişiler
bile bu akıntıya kapılabilir. İşte en son örneği: İstanbul Üniversitesi'nin üstelik de tabip olan rektörü 'Güneydoğu'da 25 bin şehit verdik, bir 45 bin daha, 100
bin daha şehit verir, Kıbrıs'ı da alırız, Yunanistan'ı da!' buyurmuşlar. Adamdaki şu rahatlığa bakınız: Sanki insanlardan değil de sayılardan bahsediyor! Böylesine
irrasyonel ve 'bilim-dışı' bir söylemi bir bilim adamına yakıştıran var mıdır bilmem.

"Her halde biliyorsunuz, medeni dünyada anayasasında devleti 'milliyetçi' olarak tanımlayan tek ülke Türkiye'dir. Ayrıca, milliyetçilik Anayasa'nın dibacesinde
de sıkça tekrarlanan bir temadır. … Bir kişinin, hatta bir siyasi partinin değil, bir devletin 'milliyetçi' olmasının nasıl bir şey olabileceği üstünde bilmem
hiç düşündünüz mü?

"Türkiye'de değil, dünyanın başka yerlerinde de sosyalizmin en karikatürize biçimleri milliyetçilikle harmanlanmış olanlarıdır. Öte yandan İslâmcı söyleme bir
bakınız: Bugün İslâmcıların çoğunluğunun savundukları fikriyatın özünde saf milliyetçilerinki kadar milliyetçi olması İslâm'ın evrenselci mesajı adına ne hazin
bir tecellidir!"9

Totaliter ideolojik yaklaşımlar dışarıda tutulmak şartıyla insanlığın ortak kaderi, adalet, eşitlik, hak, hukuk vs. gibi daha üst idealler ve ideler etrafında
bir araya gelmiş toplulukların merkezinde "ben" yoktur. "Ben" ve "öteki"yi aşan ve onlara eşit mesafede duran daha üst değerler vardır.

Peki din bağlılığı ve din müşterekliği temelinde "biz"in sınırlarını dindaşları etrafında oluşturan birinin kullandığı merkez hangisidir? Bu iki gruptan hangisine
girer? Zannımca her ikisine de. Buradaki niteliksel fark bu üst yapının hangi psişik ve zihinsel altyapı üstüne kurulduğu ile ilgilidir. Sözün burasında şunu belirtmem
gerekir; Yahudilik örneğinde olduğu gibi bazı dinlerin, bağlıları tarafından ırk-millet temelli ve sınırlı olarak algılanmaları bu bağlamda oldukça ilginç olmakla
birlikte, biz burada sosyolojik din motifi analizi değil, daha çok dini duyguların üzerinde yapılandığı, inşa edildiği psikolojik zeminden bahsettiğimiz için bunu
izaha girişmeyeceğiz. Ancak bu ayırımı yapmak -ne kendimiz için ne de başkaları için- hiç de kolay değildir. Belki bazı teorik değerlendirmeler bir ölçüde ışık
tutabilir, hepsi bu…

İçinde doğduğu ve veri olarak hazır bulduğu toplumsal, kültürel, dini değerleri "ben"inin etrafına dolayıp, bir milliyetçinin kullandığı ruhsal ve zihinsel mekanizmaları
ve süreçleri aynen kullanarak oluşturulan dini hüviyet aslında bir tür din milliyetçiliğidir ve merkezinde "ben" vardır. Akrabalar gibi, içinde yaşanılan toplum-şehir-kabile
gibi din de "ben"in bir uzantısı olarak algılanmış ve içselleştirilmiştir. Böyle biri için bir başkasıyla (ötekiyle) niza içinde olan bir yakınının her zaman haklı
olması gibi, bir dindaşı da din temelli ötekine karşı niza mevzuundan bağımsız olarak daima haklıdır ve desteklenir. Çünkü destek "ben"le olan yakınlığadır ve bu
da konunun içeriğinden ve kişilerin tutumundan bağımsız ve değişmezdir. Bununla bağlantılı olarak da merkezi "ben" olan dindarlık saldırgan ve katıdır.

İkinci gruba giren din mensubu ise bu mensubiyetini aktif ve kişisel çabası sonucunda oluşturmuştur. Ya uzaktan arayarak bulmuş ya da etrafında hazır bulduğu
bu değerleri yeniden bir sorgulama ve yargılama sürecinden geçirerek filtre ettikten sonra inşa etmiştir (tahkik).

Burada merkez "ben" değil, "hakikat"tir. Destek özneye göre değil, fiile göre belirlenir. Yani destek -akrabaya olduğu gibi- dindaşa değil, adalete ve haklı
olanadır. Agresif değildir, ötekini "ıslah" etmeye, kendine katmaya çalışabilir ama yok etmeye çalışmaz.

Sonuç olarak; içine doğulan kültür, bireyin hayatını cam bir fanus gibi çevreler. Her kurumuyla birlikte, bireyin doğumundan ölümüne kadar davranışlarını, tutumlarını,
inançlarını, değerlerini çoğunlukla fark ettirmeden içselleştirmesini sağlar ve her kültür kendi normalini belirler. Fanusun dışında kalan kültürleri, ötekileri,
anlamamak (tabii anlamamaya çalışmak da) bireylerarası, ülkelerarası, kültürlerarası çatışma sebebidir. Sosyal psikolojide yapılan araştırmalarda empati kurmada
başarılı olamamanın nedenleri arasında olaylara etnosentrik olarak bakmak ön sırada yer almaktadır. (Katz, 1963, s. 21) Çünkü empati kurmak zahmetli bir iştir ve
bir insan diğer insanın dünyasında ilerlemeye başladığında, her şey farklı görünür. Daha önce küçük görünen şeyler büyük görünür, görünen şeyler görünmez olur.10

Bu çatışmaları en aza indirecek yollardan belki de en önemlisi ötekini tanımaya çalışmaktır. Önce tanıma, sonra onu, onun düşünce sistematiği içinde anlamaya
çalışmaktır (empati).

Aslında kendini doğru tanımanın yolu da ötekinin gözünden bakarak elde edilen bilgiyle olur. Bir kültür, kendisinin diğer kültürlerdeki temsillerinden habersiz
ise kendilik bilgisi eksik ve yanlıştır.

Fazlurrahman'ın, bu günkü Müslümanların önemli sorunlarına ilişkin görüşlerini dile getirdiği kitaplarında ısrarla üzerinde durduğu bir konu şudur; Kur'an'da
Müslümanlara çokça seyahat etmeleri, gezip görerek ibret almaları ve tefekkür etmeleri tahşidatla tavsiye edilmiş olmasına rağmen, Müslümanlar bu tavsiyenin önemini
kavrayamadıkları için kendi coğrafyaları dışına belki de diğer tüm toplumlardan daha az çıkmaktadırlar. Bu da diğer toplumları anlayamamalarına ve ilişkilerinde
daha bağnaz ve edilgen olmalarına neden olmaktadır. Diğer yandan onların kendileri hakkındaki önyargılarına mahkum olmaktadırlar.

Oryantalist Goldziher'ın şu ilginç sözleri Fazlurrahman'ın haklılığını teyit eder:

"Bir cuma günü Kahire'de binlerce muttakiyle beraber camideyken, içten içe ikna oldum ki, ben de bir Müslüman'ım. Alnımı secdeye götürmekten kendimi alamadım.
Hayatımın hiçbir döneminde o ruhani cuma günü kadar kendimi adanmış ve arınmış hissetmedim."

Eğer Goldziher bu sözü söylediği gün Kahire'de olmamış olsaydı belki de bu söz söylenmemiş olacaktı. Tanıma ve kendini tanıtma ne kadar zayıfsa, önyargılar o
kadar kuvvetli olacaktır.

Diğer yandan toplumun tekamülü, toplum bireylerinin tümünün ayrı ayrı tekamülünü gerektirmez. Toplum içinde bazı aydınların, düşünürlerin, sanatçıların, profesyonellerin
düşünülegelen biçimin dışında düşünmeye açık olmaları, farklı düşüncelerini ve tutumlarını serbestçe ifade etmeleri, edebilmeleri ve bu farklı fikirlerin toplumsal
bilinçdışına katılması ve onu etkilemesiyle meydana gelir. Sık sık empati egzersizleri yapmak, bizi kendi benimizin tuzağına karşı kısmen koruyabilir. Bir toplumda
Fanonlar, Sartrelar, Erdoğanlar kovuşturmaya, soruşturmaya tabi tutulmadan rahatça soru sorabiliyorsa, o toplum rüştünü asgari düzeyde ispatlamış sayılabilir. Ancak
ne yazık ki, insanoğlunun ben merkezci davranma eğiliminde ısrarcı olan yapısını aşmak her zaman bedel istemektedir. Son söz Fuzuli'nin;

Canı kim cananı için sevse, cananın sever
Canı için kim ki cananın sever, canın sever.

Öz

Bencillik toplum tarafından eleştirilir, dışlanır. Ancak ilginç olarak toplumsal düzeydeki bencillik demek olan milliyetçilik bir meziyet olarak kabul görür.
Milliyetçilik toplumsal bilinçaltının asli unsurlarından biri olarak da kuşaktan kuşağa aktarılma eğilimi gösterir ve insanın bireysel psikolojisinin derinliklerindeki
bencillik ve saldırganlık sacayaklarının üstüne oturur.

Toplumları yöneten egemen erk, topluma yerleştirdiği milliyetçilik duygusunu, gereğinde toplumu kendi amaçları doğrultusunda seferber edebilecek en etkili muharrik
olarak önemli bulduğu için çoğu zaman kontrollü bir destekle besler.

Toplumun tüm bireylerinin bunu görebilecek derecede tekamülü ütopik olacağından bu paradoksu aşmak için toplumsal bilinçdışının yavaş devinimine olumlu katkıda
bulunabilecek aydınların evrensel ölçekli düşünmeleri ve tavır almaları ön koşuldur.

Empati yapmak, "öteki"ni anlamak için güçlü bir araçtır.

Ulusal-toplumsal çıkarların değil, bireyselde olduğu gibi toplumsal hakların ve toplumlararası adaletin öne çıkması gerekmektedir. Bu ise, bazen, bunu savunan
aydının kendi toplumu nezdinde vatan haini olarak dışlanması ve cezalandırılması gibi ağır bedelleri göze alması demektir. Birer Fransız vatandaşı olmalarına rağmen
Cezayir Bağımsızlık savaşında Cezayir'i destekleyen Fanon ve Sartre bunun örneklerinden ikisidir. Bizim ülkemizde de resmi söylemle paralel düşünmediği için mahkemelerle
cezaevleri arasında dönüp duran aydınların sayısı ne yazık ki, az değildir.

Abstract

The society criticizes and excludes the idea of selfishness. But very interestingly, nationalism which means selfishness at the social level is recognized as
an outstanding quality. Nationalism also seems to tend to be transmitted through generations as one of the essential elements of the social sub-conscious. It is
based on the trivet of the selfishness and belligerence deep in the individual human psychology.

The predominant power which rules over the societies promotes the feeling of nationalism which it settles down by societies on its own control because nationalism
is recognized the most important instigator in order to activate the society according to its own goals when needed.

It is a utopia that all of the members of any society would be maturated to the degree that they could recognize this very fact. Therefore, intellectuals who
can contribute to the slowly transformation of the social subconscious positively should think universally and act accordingly in order to overcome this paradox.

To be able to set up empathy is a very strong instrument to understand the "other".

Rather than the national and social interests, the social rights and inter-societal justice should be emphasized as in the individual level. But this needs,
sometimes, to accept the risk of heavy prices for the intellectuals who are in favor of those such as his exclusion and punishment as traitor in the eyes of his
society. Two examples of this very fact were Fanon and Sartre who had supported Algiers in the Independence War even though both of them were French citizens. Also
in our country, the number of the intellectuals who think not in line with the official ideology and thus should visit the courts and prisons is not too few, unfortunately.

Dipnotlar

1. Amerikan Psikiyatri Birliği, Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı, dördüncü baskı (DSM-4), 1994, s. 247-48.

2. Noam Chomsky, Modern Çağda Entelektüellerin Rolü, Pınar Yayınları, s. 124.

3. William Ebenstein, Siyasi Felsefenin Büyük Düşünürleri, Şule Yayınları, Çev: İsmet Özel, s. 442-443.

4. Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu, Metis Yayınları, s. 70.

5. A.g.e., s. 67-68.

6. Mustafa Erdoğan, Milliyetçi Hezeyan, Tercüman, 29/03/2004.

7. Türker Alkan, Ulusçuluğun İkilemleri, Radikal, 09/03/2004.

8. Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu, s. 70.

9. Okuyucunun hoşgörüsüne sığınarak Erdoğan'ın alıntıladığım yazısının devamındaki paragrafı dipnot olarak aldım.. Zira teorik ve soyut metinlerin aktüel ve
somut anlatımları içine almaya tenezzül etmemesinin, taşımayı üstlendiği manayı okuyucu zihnine oturtmasını güçleştirdiğini düşünüyorum. Somut ve aktüel anlatımda
ise Erdoğan'ın anlatımı yetkin.

"…Modern insan "ulusal çıkar'ın her zaman ulusun çıkarına olduğunu düşünmeye şartlanmıştır; aynen tebaanın, mutlak kralın veya padişahın iradesinden bağımsız
bir çıkarının var olmadığının düşünülmesi gibi. Oysa gerçek durum her zaman böyle değildir, yani, 'ulusal çıkar' çok kere gerçekten ulusun çıkarına olan şeyden
farklıdır. Çünkü 'ulusal çıkar' aslında devletin topluma önceliğine dayanan bir siyasi tercihtir. Açıkçası, ulusal çıkar söyleminin referansı gerçekte ulusun kendisi
değil, devlet olduğu gibi, belirleyicisi de halk (veya onun temsilcileri) değil, bürokrasidir. Onun içindir ki, devletin her ne pahasına olursa olsun kendisini
idame ettirmesi en temel siyasi değer olarak kavranır. 'Devletin bekası' amacı karşısında ne bireylerin 'doğal hakları'ndan söz edilebilir, ne adaletten, ne de
demokratik katılımdan. Bu mutlak amacın 'zorunlu kıldığı' siyasetleri kararlaştırma imtiyazına sahip oldukları için de, devlet seçkinlerinin kararlarının "hikmetinden
sual olunamaz". Bizim gibi sade vatandaşların bu keramet ehlinin yaptıklarının doğruluğundan şüphe etmesi ve bunları sorgulaması zinhar caiz değildir." Mustafa
Erdoğan, Ulusal Çıkar Ulusun Çıkarına mı?, Tercüman, 03/03/2003.

10. N. Uluç, "Anlaşılmaz" Olan Aslında Kim? PiVOLKA, 2(9), s. 3-4.