The Private History of Conversion to Islam

İslam tarihi, bir açıdan, ihtidalar tarihidir. İslâm, ilk günlerinden itibaren,
evvelce başka bir din veya yol üzere iken İslâm'a dönen insanların ellerinde ilerlemiştir.
İslâm'ın ilk tâbileri olan Mekkeli Muhacirîn ile Medineli Ensâr -Hz. Ebu Bekir gibi
daha önce de hanîf dinine müntesip çok az kişi müstesna- önceden putperest yahut
Hıristiyan idiler. Keza, içlerinde önceden Yahudi olanlar da vardı.

Tamamına yakını tevhid hakikatinden kopmuş Araplar arasında ve Resûl-i Ekrem
(a.s.m.) hayatta iken gerçekleşen İslâm'ın ilk yayılma sürecinde, önce fert fert,
sonra grup grup, sonra kabile kabile ihtidalar yaşanmıştır. Arabistan'ın bu ihtidalar
ile tam anlamıyla İslâm beldesine dönüştüğü bu dönemi takip eden yüzyılda ise, sırasıyla
Acemler ile Türklerin büyük kısmı İslâm'a gelecektir. Daha sonraki yüzyıllarda İslâm'ın
Orta Doğu, Asya ve Afrika'nın değişik halkları arasında peyderpey ilerleyişi, gene
ihtidalar suretinde gerçekleşecektir.

Bu bakımdan, bugün 'doğma büyüme Müslüman' yahut 'doğuştan Müslüman' diye tabir
edilen** hangi kişinin geçmişine bakarsanız bakın, soy kütüğünün bir yerinde, gayrimüslim
iken İslâm'ı seçmiş bir ecdad vardır. Müslüman Arapların soy kütüğünün bir yerinde
müşrik atalar vardır; Müslüman Acemlerde Mecusî, Müslüman Türklerde Şamanist, Müslüman
Urdu halkında Hindu, Müslüman Afrika halklarında totemist veya animist, Müslüman
Endonezyalı ve Malezyalılarda ise Hindu veya Budist bir geçmiş bulunmaktadır. Her
birinin soy kütüğündeki bu 'gayrimüslim' renk, şu veya bu tarihte yaşanmış bir 'İslâm'a
dönüş,' yani 'ihtida' ile kırılmakta; ve o kırılma çizgisinden itibaren, soy kütüğü
İslâmî bir renge kavuşmaktadır.

Tek İstisna: Avrupa

İslâm'ın yayılış tarihinde çağlar boyu sergilenen bu vâkıanın tek istisnası Avrupa'dır.
Özellikle de, Batı Avrupa'dır. Çünkü Doğu Avrupa'da, gene de, Boşnakların atası
olan Bogomiller misali, ihtida etmiş sayıca küçük halklar mevcuttur; ama Batı Avrupa'da
-ve bir uzantısı olarak, Kolomb sonrası Amerika'da- ihtida, çok yeni bir durumdur.

Batının ihtida karşısında sergilediği bu direnci, fıtratının dinine geri dönmüş
bir İngiliz bilim adamı Avrupa özelinde şöyle dile getirir:

Uzun süredir varlığını sürdüren bir çoğulculuk geleneğinden mahrum durumdaki
yegâne kıta, Avrupa'dır. Orta Çağ Asya veya Afrika'sında, Çin'de yahut Songhai imparatorluğunda
yahut Mısır'da veyahut başka hemen her yerde, genel olarak, bir insan kendi dinini
huzur içinde tatbik edebilirdi. Bu, hangi din olursa olsun. Yalnızca Avrupa'da,
dinsel tekbiçimliliği [tek bir dini] dayatan kalıcı bir tarz-ı siyaset mevcuttu.1

Bu durumun, Hıristiyan akidesindeki, ancak 1962 gibi geç bir tarihte tâdil edilen
"Kilise dışında kurtuluş yoktur" (Extra ecclesiam nulla salus) doktriniyle elbette
bir ilintisi vardır. Öyle ki, Orta Çağ Katoliklerinden, vaftiz edilmemiş çocukların
dahi cehennemde ebediyyen azap göreceğine inanmaları beklenmiştir:

"… Böyle bir mutlak bakış açısına sahip olduktan sonra, doğal olan, Avrupa'nın
mütemadiyen dinsel tekbiçimlilik uğrunda çabalamasıdır ancak. İngiltere, Avrupaî
dünyanın bir parçası olarak, tarihindeki aynı totaliter mirasın sancısını çekmiştir.
Bu bakımdan, Müslüman bir ülkede bir Hıristiyan olmak her zaman mümkün olduğu halde,
1812 yılına kadar, İngiltere'de Müslüman olmak kanuna karşı gelmek demekti."2

Batının kendi dinsel doktrinlerinden gelen bu totaliter ve tekçi yaklaşımın İslâm
hakkında sürekli bir yanlış bilgilendirme ile pekiştirilmek istendiğini ise, İslâm'ı
seçmiş bir başka bilim adamı olarak Polonyalı tarihçi Atâullah Boğdan Kopanski,
manidar örneklerle sergiler. Prof. Kopanski'nin belirttiğine göre, Avrupa, Endülüs,
Haçlı Seferleri, seyyahlar ve başkaca vesileler üzerinde İslâm ve Müslümanlar hakkında
doğru bilgilere erişme imkânına sahip olmuştu. Ancak, ortada, 'tahsil görmüş Hıristiyan
din adamları tarafından İslâm'ın kasden yanlış biçimde sunulması' şeklinde bir vâkıa
vardı. Nitekim aralarında Aquino'lu Thomas, Cusa'lı Nicholas, John Scotus Erigena
ve Protestan mezhebinin öncüsü Martin Luther gibi çok saygın isimlerin de bulunduğu
pek çok Hıristiyan'ın İslâm'a bakışı şu şekilde özetlenebilirdi:

Deliramenta ipsius Machometi qui more insanientium et more etiam pecudum locutus
est non sunt disputatione digna, sed potius igne ac gladio extirpanda. (Yani: "Muhammed'in
mecnunluğu ve onun cünûn alâmetleri yüklü tebliği fikrî bir münazarayı değil, ateş
ve kılıç ile kökünden kazınmayı hak etmektedir.")3

Atâullah Kopanski, söz konusu çalışmasında, böylesi bir tezi haklılaştırabilmek
için bir tevhid dini olarak İslâm'ın ne kadar çarpık biçimde tanıtıldığına dair
ürpertici örnekler verir. Hıristiyan kalem erbabı, İslam'ın kronolojisinden bîhaberdi.
Hz. Peygamber'in (a.s.m.) ne zaman İslâm'ı tebliğe başladığını bilmiyorlardı. Meselâ
Mainz'li Embrico, onun dördüncü yüzyıl başlarında yaşadığına inanıyordu. Ama öte
taraftan, Müslümanların Maosim Cobar adı verilen bir puta taptıkları; Kudüs'teki
Kubbetü's-Sahra'da bulunan 'Mahumaetus' adlı bir heykele ibadet ettikleri; her Müslüman
erkeğin on karısı ve her Müslüman kadının on kocası olduğu; Müslümanların Mahom,
Appolinus ve Tervagan adlı üç antik puta ibadet ettikleri; bir dizi puta, bilhassa
Afrodit, Safa ve Merve'ye taptıkları türünden çirkin, tutarsız ve hakikatsiz iddialar
rahatlıkla tedavülde dolaşıyordu.4

Norman Daniel, The Arabs and Medieval Europe adlı eserinde, bütün bu saçmalıkların
'herhangi bir Arap'a sormakla veya hatta belki de bu işte hiçbir çıkarı olmayan,
Arapça konuşan bir Hıristiyan'a danışmakla kolayca düzeltilebilecek şeyler olduğunu'
yazmaktadır. Fakat Orta Çağ Hıristiyanları, bütün bu iddialarının doğru olduğuna,
lâkin Müslümanların bunları örtbas etmeye çalıştıklarına kâni idiler. "Hâkim olan
değer, kendilerinin haklı olduğu kanaatine sıkı sıkıya dayalı bir kültürel kibirlilik
idi."5

Prof. Kopanski ise, bu kültürel mirasın Hıristiyan Avrupa'nın ardı sıra vücuda
gelen seküler Avrupa tarafından da devam ettirildiğini vurgular biçimde, şu genellemede
bulunmaktadır:

"Seküler müfritlerin modern İslâm aleyhtarı propagandasında olduğu gibi, Orta
Çağ'daki papalar, piskoposlar ve fanatik keşişler tarafından da İslâm şeytanî bir
din, Müslümanlar ise insanlıktan çıkmış mahluklar olarak gösterildi."6

Hıristiyan akidesinin mutlakçı tabiatından beslenen totaliter ve tekçi yaklaşıma
bu sözde 'bilgi'ler de eklenince Avrupalı zihinlerin İslâm'a ne şekilde yaklaşacağı
kolaylıkla kestirilebilir. Blaise Pascal (1623-1662) gibi parlak bir zekayı dahi
İslâm, Hz. Muhammed ve Kur'ân'la ilgili olarak tam bir körlüğe sevk eden unsurlardan
biri bu olsa gerektir.7

Abdulhakim Murad'ın Avrupa'nın İslâm karşısındaki geleneksel tavrını da değerlendirdiği
makalesinde, 'İslâm lehinde yazılar yazan ilk Hıristiyan Avrupalı' olarak belirttiği
Henry Stubbe'un durumu (öl. 1676), bu noktada son derece öğreticidir. Bir kere,
Avrupa, bu kadar uzağında olmayan İslâm'ı müspet bir yaklaşımla değerlendirecek
bir bilginin ortaya çıkması için, on yedinci asır ortalarına kadar, hemen hemen
bin yıl beklemiştir. (Oysa, henüz 705'te Müslümanlar Avrupa'ya ayak basmış durumdaydılar.)
İkincisi, Stubbe'un bu kabil yaklaşımlarından dolayı 'sapkınlık'la suçlanmış ve
ömrünün bir kısmını hapishanede geçirmiştir ki, bu durum, söz konusu edilen dinsel
tekbiçimliliğin ve de çoğulculuktan mahrumiyetin açık bir tezahürüdür. Üçüncüsü,
Stubbe, "An Account of the Rise and Progress of Mahometanism, and a Vindication
of him and his Religion from the Calumnies of the Christians" (Muhammedîliğin Yükseliş
ve İlerlemesine Dair Bir Değerlendirme ve Onun ve Onun Dininin Hıristiyanlığın İftiralarından
Beraati) adlı ilgili risalesi 1911 yılına kadar elle yazılmış bir nüsha olarak kalmış
ve böylesine geç bir tarihte neşredilebilmiştir.8

Goethe: İlk Avrupalı Müslüman

Bu bakımdan, Henry Stubbe olayı, Avrupa'nın İslâm karşısında sergilediği duygusal
ve zihinsel direnç ve inadın manidar bir belgesi hükmündedir. Bu direnç ve inat
Stubbe'dan sonraki yüzyılda da sürüp gidecektir. Ancak, Avrupa'nın dünya hâkimiyeti
projesinin bir uzantısı olarak bu yüzyıldan itibaren gelişen oryantalizm, hayırlı
bir niyetle yola çıkılmış olmasa dahi, İslâm'ı Avrupa gündemine biraz daha yaklaştırma
gibi bir fonksiyon da icra edecektir. Oryantalizm cümlesi içinde gerçekleştirilen
çeviriler kanalıyla İslâm'a dair bilgilenme imkânı bulan Johann Wolfgang von Goethe'nin
(1749-1832) İslâm'a dair olumlu yaklaşımı, onun Almanya'nın ve hatta Avrupa'nın
en büyük şairi ve ayrıca saygın bilim adamı ve düşünür kimliği göz önüne alınırsa,
gerek kendi yaşadığı dönemde gerek daha sonrasında, İslâm'a karşı söz konusu direnç
ve inadın bir derece kırılması yolunda bir köşe taşı olarak görülebilir. Batı-Doğu
Divanı adlı eserinde Hâfız gibi büyük Müslüman şairler kadar, doğrudan İslâm'dan
ve Hz. Muhammed'den de övgüyle söz eden Goethe'nin, bu eserine "Müellif, Müslüman
olduğu şüphesini reddetmez" notu düşebilmiş; ama açık bir iman ikrarına -gerçekten
buna niyeti olduğunu farz etsek dahi- gene de cesaret edememiştir. Lâkin, Carlyle,
Lamartine, Rilke gibi sonraki kuşaklara mensup önemli isimlerin İslâm hakkında sergilediği
müspet tavırda, bir öncü olarak Goethe'nin rolünden herhalde söz edilebilir.

Kendisi de bir mühtedi olan Abdulkâdir el-Murâbıt (Ian Dallas) bir makalesinde
Goethe'den, 'modern Avrupa'daki Müslümanların ilki' olarak söz etmektedir.9 Bunun
gerçekten böyle olduğunu kabul etsek dahi, 'ilk Avrupalı Müslüman' için 1800'leri
beklemek zorunda kalınması, Avrupa'nın İslâm karşısındaki direncinin açık bir delilidir.

Ne ki, 1800'lerin son yarısından itibaren, Avrupa, açıkça ifade edilmiş ihtidalarla
yüz yüze gelmeye başlar. ABD'li Profesör Harun Mustafa Leon (1882), 1900'lerin hemen
başında İslâm'ı seçtiğini ilan eden İngiliz Abdullah Quilliam, 1913'te İslâm'ı seçen
Lord Headley el-Fâruk, bu ilkler arasında zikredilmesi gereken öncü isimlerdir.
Lord Headley, kendi ihtida öyküsünü anlatırken, şunları da söylemektedir:

"İnanıyorum ki, kalben Müslüman olan binlerce erkek ve kadın var. Ancak, görenekler,
aleyhte yorumlara maruz kalma korkusu ve herhangi bir endişe veya değişimden kaçınma
arzusu, onları bu vakıayı açıkça ilan ve ikrar etmekten alıkoyuyor."10

Gelin görün ki, ok yaydan çıkmış ve bin yıllık direnç nihayet çözülmüştür. Bir
yüzyıl önce 'Müslüman olduğu şüphesini reddetmeyenler'e mukabil, yirminci yüzyılın
ilk çeyreğinde 'Müslüman olduğunu alenen ifade eden' yüzlerce insan gün yüzüne çıkacak;
sonraki on yıllarda bu sayı önce binler, sonra on binler ile anılır hale gelecek
ve 2000 yılına gelindiğinde bu rakam on milyon sınırını zorlayacaktır.

Yirminci Yüzyılda İslâm, Batı ve Mühtediler

İslâm âleminin, 1900'lerin başından bugüne, bu ihtidalar karşısında sergilediği
ilgi ve heyecan son derece anlamlıdır. Çünkü bir kez daha belirtirsek, ilk asrından
itibaren İslâm'ın Asya ve Afrika'nın değişik halkları arasında yayılmasına ve bu
kıta halklarının tarih içerisinde en azından Müslüman bir grup da barındırır hale
gelmesine mukabil, Avrupa kıtası İslâm'a karşı hep dirençli, mesafeli ve hasmâne
durmuştur. Böylesine sert bir tavır sergileyen bir kıtada, bırakalım milyonları,
yüzlerce, hatta onlarca insanın İslâm'ı seçmesi dahi büyük bir gelişme mesabesindedir.

İkincisi, Avrupa'da gitgide genişleme istidadı gösteren bu ihtidalar, oryantalizmin
İslâm'a karşı ürettiği en vurucu ve etkili tezlerden birinin, 'sevgi dini' Hıristiyanlığa
mukabil İslâm'ın 'kılıç dini' olduğu ve 'kılıçla yayıldığı' tezinin panzehiri hükmündedir.
Bu tezin tarihî olgulara denk düşmeyişi bir tarafa, yaşanan ihtidalar 'kılıçla yayılma'
iddialarını peşinen kesmektedir. Zira, 1900'lerin başında İslâm âleminin neredeyse
tamamı doğrudan veya dolaylı biçimde sömürgeleştirilmiş haldedir. İslâm'ın 'kılıçla
yayılması' şöyle dursun, Müslüman halkların kendi topraklarını koruyacak mecalleri
dahi yoktur. İslâm dünyasının tarihindeki bu belki de en zayıf döneminde İslâm'a
karşı en güçlü dönemini yaşayan Avrupa'da gerçekleşen ihtidalar, elbette 'kılıcın
eseri' değildir. Bilakis, bu ihtidalar, ya sömürgeleştirilmiş İslâm beldelerine
'efendi'ler olarak giden Batılıların Müslümanlarla doğrudan temas içinde yaşadıkları
gözlemler ve sorgulamalar sayesinde; yahut, İslâm'a dair kitabî bilgi edinme çabaları
hengâmında gerçekleşmiştir.

Bir bakıma, 'mağlupların zaferi' türünden bir vâkıadır ortadaki. Bu vâkıa, Müslümanların
zahirî zayıflığına mukabil İslâm'ın her zaman içinde taşıdığı gücün ve cazibenin
delili ve işareti olmuştur. Siyasî, iktisadî, fikrî ve de duygusal açıdan en zor
ve zayıf dönemlerini yaşayan Müslümanlar, bu vâkıadan hareketle, hem kendilerine
ve dinlerine olan güveni tazeleyip pekiştirme, hem de dinî hamiyet ve gayretlerini
kamçılama gibi bir imkân üretmişlerdir. İhtida öykülerinin son yüzyıl içinde icra
ettiği bu fonksiyon göz ardı edilmemelidir. Müslümanların ihtidalar karşısında gösteregeldiği
heyecanı, bu bakımdan, dikkatle ve anlayışla değerlendirmek gerekmektedir.

Her hâlükârda, Batının İslâm karşısındaki ezici propagandasına, siyasal hâkimiyetine,
ekonomik ve bilimsel üstünlüğüne ve de kültürel hegemonyasına rağmen Batı'nın kendi
içinde son yüzyılda gelişen bu ihtida olgusu, İslâm'ın hayatiyetini devam ettirme
gücünün ve kabiliyetinin alâmeti olmuştur. Dahası, onun en zor şartları dahi lehine
çevirmesini mümkün kılan dönüştürme ve yayılma potansiyelini gözler önüne sermiştir.
Elbette, bu potansiyelin ardındaki asıl muharrik unsur olarak İslâm'ın bir din ve
bir hayat biçimi olarak taşıdığı muazzam akidevî sağlamlık ve iç tutarlılığın farkına
varılmasını da sağlayarak.

Velhasıl, bin yıllık bir gecikmeyle de olsa, Batı dünyası, İslâm'ın yayılış sürecine
katılmış durumdadır. Dahası, tecrübe edilen bu ihtida sürecinde, gerek sayıca, gerek
ulaştığı toplumsal katmanlar itibariyle sürekli bir genişleme söz konusudur.

Rakamları ele alacak olursak; elde çok kesin veriler olmamakla birlikte, gerek
Müslüman, gerek gayrimüslim kaynaklar, ABD'de üç milyon civarında mühtedinin varlığı
konusunda hemfikirdir.11 İngiltere için verilen rakamlar 50.000 ilâ 250.000 arasında
değişmekte; Fransa için ise 100.000'in üzerinde bir rakam telaffuz edilmektedir.12
Brezilya gibi, Müslümanların ilgi alanının uzağında kalmış bir ülkede dahi bugün
10.000'in üzerinde mühtedi yaşamaktadır. Kısacası, bugün Batı dünyasında yaşayan
otuz milyona yakın Müslüman'ın on milyona yakınını İslâm'ı seçmiş mühtedi kardeşlerimiz
oluşturmaktadır.

Bu minvalde, on dokuz yaşında İslâm'ı seçmiş bir mühtedi olarak Abdulhakim Murad'ın
İngiltere özelinde yaptığı şu değerlendirmenin ise, ayrıca dikkate alınması gerekmektedir:

İngiltere'de, kısmen İngilizlerin geleneksel ketumluğundan dolayı, birçok tahsil
görmüş mühtedi, ihtida ettiğinden, ailesinin en yakın üyesini dahi haberdar etmez;
o yüzden, mühtedilerin sayısı hakkında tahminde bulunmak mümkün değildir. Kendim,
meselâ, üniversitemde bir profesör biliyorum. Karısıyla birlikte, otuz yıldır İslâm'ı
yaşıyor; ama beraber çalıştığı öğretim üyelerinden hiçbiri bundan haberdar değil.
Lord Northbourne gibi kültürel açıdan temayüz etmiş bazı İngiliz şahsiyetlerin mühtedi
oldukları ancak vefatlarından sonra öğrenildi.13

Bazı "ihtida öyküleri" bu durumun yalnız İngiltere'ye has olmadığını düşündürmektedir.
Ancak, gayrimüslim ve de Batılı bir toplumda İslâm'ı seçenlerin sayısı arttıkça;
bu sayede İslâm'ı seçmek 'marjinal' ve 'münferit' bir hadise görüntüsünden daha
da uzaklaştıkça; yani İslâm'ı tercih, olağan bir 'sosyal olgu'ya dönüştükçe, iman
ikrarını 'gıyabî'likten 'şifahî'liğe çevirenlerin sayısının artacağı rahatlıkla
söylenebilir. Bunun, ihtidaların daha ciddi rakamlara ulaşması yolunda bir hızlandırıcı
etki icra etmesi de kaçınılmazdır. İslâm'ın ilk döneminde Arabistan yarımadasında
yaşanan durum da bu merkezdedir. İlk on üç senede ancak birkaç yüz olan Müslümanların
sayısının yirmi üçüncü yılda, yani bir on yıl sonra yüz binlerle ifade edilir hale
geldiği bilinen bir vâkıadır.

İhtidaların Verdiği Mesaj

Bu noktada, Batı'da İslâm'a dönüş olgusunun belli bir yaş, etnisite, sosyal sınıf,
meslek veya eğitim düzeyine münhasır kalmayıp, her türden insanı içerir hale gelmesi
çok önemli bir gelişmedir. Meselâ, ABD'de, İslâm'ı seçen öncü isimlerin önemli kısmı
Afrika kökenli Amerikalılar, yani siyahlardır. Yirminci yüzyılın ortasında Malcolm
X'in efsanevî dönüşü ve mücahedesi ile ihtidaların sayısında ciddi bir patlama yaşanmış;
ama o patlama Afro-Amerikanlara münhasır kalmıştır. Bugün de ABD'li mühtedilerin
yaklaşık yarısını Afro-Amerikanlar teşkil etmektedir. Fakat mühtediler arasında
Latinoların (Latin/İspanyol kökenli Amerikalılar), Kızılderililerin ve de beyazların
sayısı gitgide artmaktadır. Özellikle Latinolar içerisinde yakın bir gelecekte 1960'larda
Afro-Amerikanlar arasında yaşanana benzer bir ihtida patlamasının muhtemel olduğu
söylenmektedir.

Öyle ya da böyle, 90'lı yılların her birinde 100.000 civarında Amerikalının İslâm'ı
seçtiği tahmin edilmektedir. İslâm'ın Amerika'da son yarım yüzyılda gerçekleştirdiği
ilerlemeyi, yaklaşık kırk yıl kadar önce Müslüman olan Kaliforniyalı bir mühtedi,
o tarihte bir şekilde ulaştığı Kur'ân'dan etkilenerek Müslüman olmak istediğinde
çevresinde tek bir Müslüman bulamadığını anlattıktan sonra, şunları demektedir:
"Şimdi, otuz dokuz yıl sonra, güney Kaliforniya'da yaklaşık bir milyon Müslüman
yaşıyor ve en az yüzün üstünde İslâm merkezi mevcut bulunuyor."

Her yerde bu kadar keskin bir ilerlemenin vâki olduğunu söylemek mümkün değil
elbette. Ama her hâlükârda, gitgide hızlanarak yaşanan ihtidaların, bir dizi olumsuz
unsura rağmen gerçekleştiğini görmek de gerekiyor. 'Geri kalmış' Müslümanlara karşı
'ilerlemiş' ve 'medenî' Batı denklemi, elbette, en önemli olumsuz unsurlardan biridir.
Batı medyasının İslâm'a dair durmaksızın yayıyor olduğu çarpıtılmış imajların, özellikle
de İslâm'ı kabalık ve terörizmle özdeşleştirmenin Batılı zihinlerde yol açtığı tahribat
inanılmaz boyutlardadır. Gayrimüslim bir toplumda, üstelik medya tarafından bu kadar
aşağılanan ve şiddet ve gerilikle özdeş kılınan bir dini seçmenin ailevî ve sosyal
planda getirdiği veya getireceği problemler ve açmazlar ihtimal ki, çokları için
bir caydırıcı unsur niteliğindedir. Bazı Müslümanların İslâm'a uygun olmayan ama
İslâm'a mal edilen yanlış fikir ve tavırları bir başka engeldir. İslâm'a dair bugüne
kadar ortaya konmuş eserlerin önemli kısmının arzulanır kıvamda olmayışı; bu bâbda,
sığ, ufuksuz veya mizansız bazı çalışmaların da İslâm adına tedavülde olması, olumsuz
bir rol oynamaktadır.

Böylesi olumsuz unsurlara rağmen, İslâm'ın zâtında taşıdığı iç tutarlılık; Kur'ân'ın
Kelâmullah olarak üzerinde taşıdığı vuzuh ve i'caz; Peygamber'in örnek alınması
sayesinde İslâm'ın 'yirmi dört saati tarif eden' bir tevhid dini ve bir hayat biçimi
olarak tezahür edişi, en önemli avantajlardır.

Öte yandan, maddeten ilerlemiş Batının manen geri kalmışlığı, doygunluk noktasına
gelindiği halde maddî refahın beklenen huzur ve sükûnu getiremeyişi, özellikle kadının
meta'laştırılması ve bir 'cinsel obje'ye indirgenmesi; bütün bunlar birçok Batılı
insanı daha sade, dengeli ve tutarlı bir din ve hayat biçimi arayışına sevk etmektedir.
Bunun üzerine hemencecik İslâm'a yönelindiğini söyleyecek değiliz. Bilakis, bir
Batılının İslâm'a gelişine dair çizebileceğimiz ortalama resim, şu şekildedir:

(1) Mevcut halinden veya mevcut fikirlerinden tatmin olamama,

(2) Bir başka Hıristiyan mezhebine yönelerek çözüm arama,

(3) Yahudiliğe ve/veya Hinduizm ve Budizm'e ve/veya mevcut manevî boşluk içinde
mantar gibi üreyen insan eseri New Age maneviyatlarından birine yönelme,

(4) Hiçbirinden tatmin olmama ve aradığı şeyi bulamayacağı yönünde umutsuzluğa
düşme ve bu umutsuzluk içinde ya depresyona girme veyahut sefahete meyletme,

(5) Eldeki bütün şıkları tükettikten sonra, 'deneyecek başka bir şey kalmadığı
için' İslâm'ı incelemeye başlama,

(6) İslâm'a geliş.

Elbette bütün mühtediler bu süreci aynen tekrarlamış değildir; ama ihtidaya giden
yolda yaşanan en genel seyir budur.

Bu noktada, Batı medyasının İslâm karşısında sergilediği düzeysiz ve haksız tavrın
-ki, bazı İslâm ülkelerinde medyanın çok farklı bir tavrının olduğunu söylemek ne
yazık ki mümkün değil- çoklarını İslâm'a yönelmekten alıkoymakla birlikte, İslâm'a
karşı bir merak uyandırabildiği de gözlemlenmektedir. Meselâ, bir Yahudi, Hıristiyan
veya Budist'in yaptığı yanlış karşısında o kişinin dinini karalamaya kalkışmayan
medyanın Müslümanların sergilediği her yanlışı İslâm'a mal etme konusundaki dizginlenemez
alışkanlığının, vicdanlı insanların nazarında bir istifham uyandırdığı ve en sonunda
İslâm'ı seçmeye uzanan bir 'doğru bilgi edinme' sürecini başlattığı görülmektedir.
Keza, "İslâm ve kadın" konusunda artık 'gına geldi' dedirten o bildik tezlere mukabil,
İslâm'ı seçen Batılıların beşte dördü, kadınlardır. Muazzam bir orandır bu! Birçok
kadın, kendi ihtida öyküsünü aktarırken, Müslime hanımların emr-i ilâhîye binaen
tercih ettikleri tesettürü, kendi hidayetlerine vesile olan bir unsur olarak zikredebilmektedir.

Bu çerçevede, 'doğuştan Müslüman' yüz binlerce, belki de milyonlarca gencin okumak
üzere ABD ve Avrupa'ya gidişinin, İslâmî tebliğ için muazzam bir imkânı da beraberinde
taşıdığı söylenebilir. İslâm'ın yayılış tarihine baktığımızda, meselâ Endonezya
gibi nüfusça yoğun bir beldenin, bu ülkeye gelen Müslüman tacirler ve de dervişler
eliyle İslâm'ı tanıdığı görülür ki, aynı Endonezya, bugün sınırları içinde en fazla
Müslüman nüfus barındıran ülkedir; yaklaşık iki yüz milyon. Hatta İslâm'ın kılıçla
fethettiği bilinen Anadolu gibi topraklarda, bu fetihlerden önce ilgili beldeye
iman tohumları atan dervişler ve alperenlerin bulunduğu da bir gerçektir. Her hâlükârda,
tarihte olduğu gibi bugün de İslâm'a yönelişin en birinci vesilesi insan insana
bire bir temaslardır. Abdulhakim Murad, bu durumu "İslâm her zaman öncelikle işle
ilintili sosyal etkileşimler vesilesiyle yayılmıştır" diye ifade ederken, Hişam
Zübeyr İslâm'ı yaymanın en olası yolunu; (1) örnek olmak, (2) barışçı yollar diye
özetlemektedir. Bu noktada insan Bediüzzaman Said Nursî'nin 1900'lerin başında yaptığı;
"Medenîlere galebe ikna iledir" ve "Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-ı imaniyenin
kemâlâtını ef'âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyet'e
girecekler…" tesbitini zikretmeden geçemiyor.

Gerçekten, meselâ internet ortamında değişik siteler üzerinden dolaşımda olan
ihtida öyküleri incelendiğinde görülecektir ki, birçok gayrimüslimin İslâm'a gelişindeki
en önemli unsur, tanışmalardır. Birçok mühtedi, İslâm hakkındaki yanlış bilgilerine,
medyadaki çarpıtılmış İslâm imajına, kendi egosantrik ve etnosantrik eğilimlerine
mukabil, hayatı boyu tanımış olduğu ilk Müslüman(lar)ın kendinde uyandırdığı ufuk
açıcı etkiden özellikle söz eder. Yüzlerine akseden sekinet ve huzur hali, sabır,
dürüstlük, ince ruhluluk, samimiyet, sadakat… Birçok mühtedi, meselâ bir üniversite
öğrencisi olarak, hayatında tanıdığı ilk Müslüman(lar)ı önce uzaktan gözlem altına
almış; onların hayatlarına ve fiillerine akseden bu özelliklere binaendir ki, onlarla
bilfiil temasa geçme, doğrudan İslâm'a dair sorular sorma ve en sonunda ihtida etme
gibi bir süreci yaşamıştır. (Müslüman kimliği taşıyan güzel insanların yaşayışlarıyla
sergiledikleri bu güzel örnekliğin 'ihtida' şeklindeki sonuçlarını okurken, öte
taraftan, Müslüman kimliği altında kaba ve kötü davranışlar sergileyen başkaca kişileri
'Müslümanların örneği' olarak tanıdığı için İslâm'a gelememiş kaç insan var acaba
diye düşünmeden de edemiyoruz.)

İslâm hakkında kitabî bilgilenme kaynaklarının ihtidalardaki rolüne ve tesirine
de değinecek olursak; bu noktada, tartışmasız bir vâkıa mevcut: Kur'ân'ın -meali,
tilaveti ve hattı ile- ihtidalarda birinci derecede müessir kitap oluşu. Kitabullah
olarak, ona yakışan da elbette budur. Kur'ân'ın yanı sıra, elbette hepsi de Kur'ân'dan
beslenen çok sayıda eserin İslâm'a gelişte bir köşe taşı olduğu görülmektedir. Ancak
bunlar, kâinata, hayata ve insana dair eserlerdir. Oysa "İslâm'da İktisadî Düzen,"
"İslâm'da Siyasal Yapı," "İslâm'da Devlet" türünden bir dönem Müslüman zihinleri
çokça meşgul eden kitapların ihtidalarda bir müşevvik ve müsebbib unsur olmadığı
görülmektedir. Anlaşılıyor ki, yirminci yüzyılın bilhassa ikinci yarısında İslâm
coğrafyasının neredeyse tamamında çokça yapıldığı üzere, Batının zaten bir şekilde
işleyen sosyal, siyasal ve iktisadî modellerine karşı yine modernitenin kalıpları
içinde alternatif modeller üretmek değildir aslolan; bir 'model'den öte, bilfiil
yaşanan bir hayat biçimi sunabilmektir. Kâinata, hayata ve fıtrata dair sahici,
köklü ve yaşanılır bir bakış verebilmektir. Adalet, rahmet, hikmet, beka arzusu,
infak ve şefkat gibi, fıtratın derinliklerinde mevcut duygulara ve kâinata ve de
hayatın anlamına dair sorulara cevap getirebilmektir. Asırlar önce bir İslâm coğrafyasında
yazılmış Mesnevî yahut Umdetü's-sâlikîn gibi bir eser bile ihtidaya giden yolun
köşe taşı olabilir iken, sözünü ettiğimiz türde eserlerin böyle bir fonksiyon icra
edemeyişi, dikkatle tahlil edilmesi gereken bir vâkıadır.

90'lı yıllarda insanlığın gündemine yerleşen internet de, sınırları aşması ile
şerre erişim kadar hayra erişimi de kolaylaştıran bir unsur olarak, İslâm'a dair
yeni bir bilgilenme ve iletişim vesilesi olma istidadındadır. Müslümanların interneti
bu yolda kullanma noktasında giderek artan becerileri, önemli ve anlamlıdır. Çarpıtılmış
ve terörle özdeşleştirilmiş İslâm imajından dolayı bir Müslüman ile birebir temasa
geçme cesaretini asla gösteremeyen bazı insanlar, internet üzerinden İslâm'ı ve
Müslümanları tanıma imkânı bulmuşlardır. Kitaplaştırdığımız ihtida öyküleri arasında,
internet vesilesiyle İslâm'a gelen, hatta internet üzerinden kelime-i şehadet getiren
insanların öyküleri de vardır. Önümüzdeki dönemde, internetin bu yolda daha da önemli
bir rol oynaması umulabilir. (Maalesef, yine internetin diğer taraftan, Müslüman
toplumlara mensup pek çok insan için tahripkâr ve yozlaştırıcı etkilerinin olduğu
da bir vâkıadır.)

İhtidalar Yalnızca Batı'da mı?

Son olarak, iki hususu daha belirtmemiz gerekiyor.

İlki, 'ihtida'nın salt Batıya özgü bir olgu olmaması; İslâm'ın yayılışının başkaca
coğrafyalarda da el'an devam edişidir. Hatta başka bazı coğrafyalarda, ihtida süreci
daha hızlı bir biçimde devam etmektedir. Nitekim değişik İslâmî ve sair haber kaynaklarında,
bu diyarlarla ilgili münferit veya toplu ihtida haberleriyle yüz yüze gelinmesi
mümkündür. Meselâ, IANA'nın geçtiği, "Madagaskar'ın güneydoğu kesiminde yaşayan
İntimor kabilesine mensup 17.500 kişi İslâm'ı seçti" kabilinden haberler… Yahut,
1994'teki dehşet verici katliam esnasında ülke içindeki Müslümanların sergilediği
'İslâm'a yakışır' tutumdan dolayı, Ruanda'da son on yıl içinde yarım milyon İslâm'ın
İslâm'ı seçtiğini bildiren haberler…

Belirtmek istediğimiz ikinci ve son husus, mühtedileri, yani hayatının bir bölümünü
gayrimüslim bir çevrede ve gayrimüslim olarak yaşadıktan sonra İslâm'ı seçmiş iman
kardeşlerimizi oldukları gibi görmek gerektiğidir. Gayrimüslim bir ortamda, bir
dizi maddî-manevî sıkıntı ve mahrumiyeti göze alarak, sırf içindeki hakikat arayışına
karşılık geldiği için İslâm'a girmeleri itibarıyla, bütün mühtedi kardeşlerimiz
elbette takdir ve tebrik edilmesi gereken insanlardır. Müslüman bir çevrede doğup
büyümüş olmayı onlara karşı bir üstünlük, 'sonradan' Müslüman olmayı ise onlar için
bir gerilik vesilesi gibi görmeye kesinlikle hakkımız yoktur. Öte yandan, onları
gerçekte olduklarından daha da yüksek bir konumda görmeye de hakkımız yoktur. Vâkıa,
İslâm âleminde Müslümanların geneli ne tür yönelimler içindeyse, onların da bu mozayiği
yansıtıyor olduğudur.

Dolayısıyla, mühtediler içinde, bu fikir, tavır, yönelim, istidat ve inkişaf
farklılıkları itibariyle, fikren ve tavren kendimize çok yakın bulduklarımız da
olacaktır; fikren ve tavren kendimize pek yakın bulamadıklarımız da.

Yine de, hepsinin farklı yollardan gelmiş de olsalar, farklı tarz ve hızlarda
yol alıyor da olsalar, her birinin çok büyük bir manevî mesafeyi aşmış olduğu unutulmamalıdır.
Ahirzamanın büyük fitnelerine maruz kaldıkları bir fetret ortamında İslâm'ı kucaklama
gibi bir zoru başarmak, başlı başına bir takdir sebebidir. Beş parmağın beşi bir
olmadığı halde, hangisinden vazgeçebiliriz ki?

Öz

İslâm tarihi, bir bakıma, ihtidalar tarihidir. İslâm, çağlar boyu, ihtidalar
üzerinden yayılmış; bu şekilde hemen her ırk, renk, dil ve etnisiteden insanı içinde
barındıran bir bütünlük sunar hale gelmiştir. Bu ihtida sürecinin son halkası, İslâm'a
karşı çağlar boyu en keskin direnişi gösteren Avrupa ve bir bütün olarak Batıya
ilişkindir. Çağlar boyu İslâm'a direnen Batı dünyasında hem de en güçlü olduğu son
yüzyıl boyunca gerçekleşen ve giderek kitleselleşen ihtidalar, oryantalizmin İslâm'a
karşı ürettiği en vurucu ve etkili tezlerden birinin, 'sevgi dini' Hıristiyanlığa
mukabil İslâm'ın 'kılıç dini' olduğu ve 'kılıçla yayıldığı' tezinin panzehiri hükmündedir.
İslâm dünyasının tarihindeki bu belki de en zayıf döneminde İslâm'a karşı en güçlü
dönemini yaşayan Avrupa'da gerçekleşen ihtidalar, elbette 'kılıcın eseri' değildir.
Batının İslâm karşısındaki ezici propagandasına, siyasal hakimiyetine, ekonomik
ve bilimsel üstünlüğüne ve de kültürel hegemonyasına rağmen Batının kendi içinde
son yüzyılda gelişen bu ihtida olgusu, İslâm'ın hayatiyetini devam ettirme gücünün
ve kabiliyetinin alâmeti olmuştur. Bu durum, Bediüzzaman Said Nursî'nin 1900'lerin
başında söylediği iki sözün; "Medenîlere galebe ikna iledir" sözü ile, "Eğer biz
ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-ı imaniyenin kemâlâtını ef'âlimizle izhar etsek, sair
dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler…" tespitinin de teyidi
hükmündedir.

Anahtar Kelimeler: İslâm, ihtida, hidayet, revert, muhtedi, Avrupa, ABD, Batı

Abstract

Islamic history, in a way, is a history of conversions. Throughout the centuries,
Islam has spread by these conversions and has become a composite body consisting
of people from about all races, colours, languages and ethnicities. The last ring
of this conversion chain is Europe and the West as a whole which has demonstrated
the severest resistance to Islam for ages. Conversions which are becoming mass conversions
happening in the Western world, which resisted to Islam for ages, especially when
its power has peaked in the last century, have disproved the most striking hypothesis
put forward by Orientalism against Islam that Islam is "the religion of sword" in
contrast to Christianity as "the religion of love". Conversions in Europe happening
when its power has peaked against Islam which is probably in the weakest period
in its history are definitely not "the work of sword". This phenomenon of conversion
developing in the West itself in the last century, against all overwhelming propaganda,
political sovereignty, economic and scientific superiority and cultural hegemony
of the West over Islam, marked the power and ability of Islam to continue its vitality.
This situation confirms two statements by Bediuzzaman Said Nursi made in the beginning
of the twentieth century: "To overwhelm the civilised is through persuasion" and
"If we were to display through our actions the perfections of the moral qualities
of Islam and the truths of belief, without doubt, the followers of other religions
would enter Islam in whole communities…".

Key Words: Islam, Conversion, Guidance (Hidayath), Revert, Converted, Europe,
USA, West

Dipnotlar

* Bu yazı, internet üzerinden, genel olarak dünyada, özelde Batıda İslâm'a dair
iki yüzün üzerinde makale taranarak hazırlanmıştır.

** Esasında bunun doğru bir tabir olmadığını belirtmem gerek. Gerçekte her çocuk
'doğuştan Müslüman'dır; anne babası hangi dinden olursa olsun. "Her çocuk fıtrat
üzere doğar. (…) Çocuğu anne ve babası Yahudileştirir veya Hıristiyanlaştırır veya
Mecusîleştirir" hadisi de; bu hadisin (…) ile geçtiğimiz kısmında Resûl-i Ekrem
aleyhissalâtu vesselâmın okumuş olduğu "Artık sen yüzünü hanîf olarak dine yönelt.
O din ki, Allah insanları onun üzere yaratmıştır…" âyeti de (Rûm, 30:30) bu dersi
vermektedir. O yüzden, 'doğuştan Müslüman' (Muslim-born) tabirinin, yalnızca Müslüman
anne-babalardan doğan çocuklara hasredilmesi esasında yanlıştır ve bu yazıda da
tırnak içinde ve kerhen kullanılmaktadır.

1. http://ds.dial.pipex.com/masud/ISLAM/ahm/british.htm

2. a.g.m.

3. Prof. Atâullah B. Kopanski tarafından, Alignan'lı Benoit'nın Tractatus Fidei
Contra Diversos Errores adlı risalesinden iktibas edilmiştir; Bibliotheca Alessandrina
(Roma), MS 141, fol. 354va.

4. Atâullah Boğdan Kopanski'nin 1997 Mayıs'ında İstanbul'da yapılan II. Fetih
Sempozyumuna sunduğu, "Orta Çağ Avrupa'sında Dinler Çatışması: Endülüs Fatihi Gazi
Tarık b. Ziyad'dan İstanbul Fatihi Gazi II. Mehmed'e" başlıklı tebliğden alınmıştır.

5. N. Daniel, The Arabs and Mediaeval Europe, Londra 1979, s. 42, 96.

6. Kopanski, a.g.e.

7. Blaise Pascal, Pensées, İng. çev. A.J. Krailsheimer, Londra: Penguin Books,
1966, s. 95-98.

8. http://ds.dial.pipex.com/masud/ISLAM/ahm/british.htm

9. Abdulkadir el-Murabıt, Goethe.

10. www. usc.edu/dept/MSA/newmuslims/headley.htm

11. Margaret Ramirez, "New Islamic Movement Seeks Latino Converts," Los Angeles
Times, 15 Mart 1999.

12. http://ds.dial.pipex.com/masud/ISLAM/ahm/karic.htm (Enes Karic'in Bosna'da
yayınlanan Ljiljan gazetesi adına Abdulhakim Murad'la yaptığı söyleşinin İngilizce
tercümesidir.)

13. aynı söyleşi.