Guidance (Hidayath) Given By Faith to the Heart

Giriş

Hidayet kelimesi Arapça H-D-Y kökünden masdar olup; terim olarak dalaletten,
şirk ve küfürden, haksızlık ve zulümden kurtulmak anlamına gelmektedir. İnsanın
hak ve hakikat yoluna, yani heva ve hevesin sevk ettiği yola değil, Hüda'nın yoluna
gitmesine hidayet denilmektedir. Bundan dolayı lügatte Hidayet, "Allah yoluna girmek"
olarak tarif edilmiştir. Allah'ın insanlara gösterdiği hak ve hidayet yoluna giren
kimseye de "hudabin, hudaperest ve hakendiş", yani hak ve hakikati görerek Allah'ı
tanıyan, Allah'ı severek O'na gönülden ibadet eden, hak ve hakikate taraftar olup
haksızlık yapmaktan korkup titreyen kişi denilmiştir.1 İnsanı hak yoldan ayıran,
aklının kendi görüşünü beğenerek hevasına göre hareket etmesi, nefsinin heveslerine
aldanarak hoşlanacağı şekilde davranması sonucudur.

Kişinin bâtıl yolu bırakıp, hak ve hakikat yolu olan hidayete yönelmesi ancak
Cenab-ı Hakk'ın dilemesi ve yardımı ile olur. Çünkü hak ve hakikat yolu Allah'ın
peygamberleri vasıtası ile insanlara gösterdiği yoldur. Allah peygamberleri aracılığı
ile insanlara kitaplar göndererek razı olduğu adalet ve hak yolunu göstermemiş olsaydı,
insanlık kendi aklının hevası ve nefsinin hoşuna giden hevesinin peşinden gider,
hak ve hakikati asla bulamazdı. 21. asırda hak dinden nasibini almamış, fen ve felsefenin
tekâmülü ile medeniyetin fantezileri içinde şımarmış insanlığın ne derece haksızlık
ve zulme sebep olduğu, hak ve hakikatten ne derece uzaklaştığı, dolayısıyla insanlığı
ne derece felakete attığı görülmektedir.

Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'inde peygamberine şöyle demesini emreder: "Resulüm
insanlara de ki: Ey insanlar, size Rabbiniz tarafından hak ve hakikati anlatan bir
kitap geldi. Bundan sonra kim ona uyar da hidayet üzere olursa, kendi lehine hareket
etmiş ve kurtulmuş olur. Kim de onun dışında heva ve hevesine göre hareket ederse
o da doğru yoldan, hak ve hakikat, kurtuluş ve hidayet yolundan ayrılmış olur. Ben
de o kitaba uymakta sizinle aynı konumdayım, üzerinizde vekiliniz değilim. Ey Resulüm,
onlar uymazlarsa sen, sana vahyolunan kitaba tabi ol, Allah hakkınızda hükmünü vereceği
zamana kadar sabret. O Allah hüküm verenlerin en hayırlısıdır."2 Yüce Allah bu ayette
Kur'an'a uymayı hidayet, onun dışında hareket etmeyi de dalalet olarak vasıflandırmaktadır.
Bir başka ayetinde ise "Allah kimi saptırırsa, artık onu doğru yola sevk edecek,
hiç bir kimse bulunmaz" buyurur.3

A. Kur'an'da Hidayet Kavramı

1. Hidayet Yolunu Gösteren Allah'tır

İnsanı hidayete götüren doğru yolu bize gösterenin Allah olduğunu beyan eden
Kur'an-ı Kerim, "Hidayet yolunu gösteren yardımcı olarak sana Rabb'in yeter"4 buyurur.
Hidayet aynen rızık ve şifa gibi Allah'tandır. Her ne kadar rızkın sebepler ve şifanın
da ilaçlar vasıtası ile Allah’tan olduğu gibi, hidayet de peygamberler, kutsal kitaplar
ve âlimler aracılığı ile Allah'tandır. Bir kudsî hadiste yüce Allah "Ey kullarım!
Benim hidayete ulaştırdıklarımdan başka hepiniz yanlış yoldasınız. O halde benden
hidayet isteyiniz ki, sizi hidayete erdireyim"5 buyurarak hem hidayetin Allah'tan
olduğunu, hem de hidayetin ancak kulun isteği ile Allah tarafından ihsan edileceği
belirtilmektedir.

Kul hidayeti talep etmedikçe, rızık ve şifa gibi hidayeti de Allah vermeyeceği
gibi, Allah dilemedikçe de bir kimsenin, Peygamber'in istemesiyle dahi hidayete
kavuşamayacağı ayetlerde şöyle ifade edilir: "Ey Resulüm! Şüphesiz sen, sevdiğini
hidayete erdiremezsin. Fakat Allah, dilediğini hidâyete erdirir. O, hidayete erecekleri
çok iyi bilir."6 "Onları hidâyete erdirmek sana düşmez, ama Allah dilediğini hidâyete
erdirir."7

Buhârî ve Müslim'in naklettiği bir hadise göre, Allah Resûlünün amcası Ebû Talib,
Rasûlullah'ı (s.a.v) korur, ona yardım ederdi. Hz. Peygamber (s.a.v.) de onu tabiî
bir sevgi ile severdi. Vefatına yakın, yanına gelerek şöyle demişti: "Ey amca, Allah
katında kendisiyle senin lehinde şahadette bulunabileceğim bir kelimeyi; 'Allah'tan
başka ilâh yoktur' kelimesini söyle" Ancak, Ebû Talib, bu kelimeleri söyleyemedi.8
Vefatından sonra, Hz. Peygamber'in (s.a.v.), onun hakkında istiğfarda bulunması
üzerine hidayete ermeyenler için yapılacak duanın geri çevrileceği şu âyetle bildirilmiştir:
"Ne Peygamberin ne de Mü'minlerin, cehennemlik oldukları belli olduktan sonra, yakın
hısımları da olsa, müşrikler için af dilemeleri asla doğru olmaz."9

Allah'ın hidayet nasip etmemesinin de makul sebepleri vardır. Bunların başında
kulun hidayeti istememesi ve talep etmemesinin ifadesi olan niyeti, davranışları
ve ahlakıdır. Bunların başında ise küfürde, isyanda ve yalancılıkta ısrar etmesidir.
Allah insanları hak ve hidayet olan doğru yola, dünya ve ahiret saadetine davet
etmek ve bunun yollarını göstermek için kitabını ve peygamberini göndermiştir. İnsanlar
bu büyük nimete koşması gerekirken inat ve isyan ile karşı çıkar, Allah hakkında
yalan yanlış bilgilerde ısrar eder, gerçeği kabul etmez, inananları da işkence ve
zulümler ile vazgeçirmeye çalışırsa, Allah o kimseleri hidayet nimetinden mahrum
bırakmakla cezalandırır.10 Yalancılıkta, zulüm ve haksızlıkta aşırıya giderek bu
kötü sıfatları ve yanlış yolu meslek haline getirenleri de Allah, hidayet nimetinden
mahrum bırakmakla cezalandıracağını pek çok ayetlerinde ifade etmiştir.11 Böyle
olmakla beraber yüce Allah, yanlışını görerek tövbe eden ve vazgeçenleri lütfu ile
affedeceğini de pek çok ayetlerinde açıklayarak yine bir açık kapı bırakmıştır.

Aynı şey Kur'an'ın gösterdiği hidayet yolunu gizleyip açıklamayan ve yanlış yorumlayanlar
için de geçerlidir. Onlar hem uyarılmakta hem açık kapıdan yararlanmaya davet edilmektedir:
"İnsanları hak ve hidayete yöneltmek için indirdiğimiz delilleri ve hidayet yolunu,
biz insanlara kitapta açıkladıktan sonra onları gizleyenlere Allah lânet eder. Hem
de bütün lânet edebilenler lânet ederler. Ancak tövbe edip kendilerini düzelten
ve Allah'ın indirdiğini doğru şekilde açıklayanlar müstesna. İşte onların tövbelerini
kabul ederim. Ben, tövbeleri çokça kabul eder ve çok merhamet ederim."12 Öyle ise
bir kimse hidayeti yüce Allah'tan istemeli ve bu hali ömür boyu korumak için, salih
ameller işlemelidir. Allahu Teâlâ, irade-i cüz'iyesini hak yola dönmek için kullanan
ve iyi hal gösteren kimselere aydınlık yolu elbette gösterir. Bunu da "Uğrumuzda
mücahede eden ve hak yolu arayanlara biz yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki, Allah,
iyilik peşinde koşan muhsinlerle beraberdir"13 ayetinden anlıyoruz.

2. Hidayetin Zıttı Dalalettir

Dalalet, yolunu şaşırma, kaybolma, yoldan çıkma, sapkınlık ve batıla yönelme
anlamlarına geldiği gibi; ayrıca, helâk olmak, yanlışa yönelmek ve unutulmak manalarına
gelmektedir. Nitekim "dâll" ve "dalâl" kelimeleri Kur'an-ı Kerim'de hem peygamberler
hem de kâfirler için kullanılmıştır.14 Dilimizde dalâlete sapmak ve sapıklık denir.
Dalâl, bazen gafletten ve şaşkınlıktan, bazen de küfür, inat, haset ve zulümden
doğmaktadır.

Dâll kelimesinin çoğulu "dâllîn" kelimesidir. Bu dinde doğru yoldan, istikamet
olan "Sırat-ı Müstakimden" ayrılma anlamında olduğu için Kur'an-ı Kerim'de ilk sure
olan Fatiha Suresi'nde "Allah'ım! Bize sırat-ı müstakimde, kendilerine nimetler
verdiğin peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerin takip ettiği yolda istikamet
ver, kendilerine öfke duyduğun, dalalete attığın kullarının yoluna değil!"15 şeklinde
dua etmemizi emrederek hem hidayet yolunun istikametli yol olduğunu beyan etmiş,
hem zıddının dalalet yolu olduğunu ifade etmiştir. Önemine binaen de ibadetlerin
başı olan namazın her rekâtında okumamızı peygamberi aracılığı ile emretmiştir.
Böylece her gün en az kırk defa bu duayı okumamız ve gereğini yapmamız istenmiştir.

Kur'an-ı Kerim'de "küfrü imana tercih etmek"16 dalalet sayıldığı gibi, "Allah'ı
bildiği halde şirk koşmak",17 "Allah'ın ve Resulünün hükmüne karşı çıkmak"18 da
dalalet ve hak yoldan ayrılmak olarak ifade edilmektedir.19

Hz. Peygamber'in (s.a.v.) hadislerinde de hak ve hidayet yolu olan Kur'an ve
Sünnet yolundan ayrılmanın "dalâlet" olduğu ifade edilmektedir. Nitekim Peygamberimiz
(s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde "Sonradan uydurulan ve sünnetin yerini almaya
çalışan şeylerden sakınınız. Çünkü sonradan uydurulan her adet bid'attır ve her
bid'at dalâlettir."20 buyurarak bu gerçeği bize haber vermiştir.

3. Hidayet İmanın Kendisidir

Hidayet imanın kendisidir. Bediüzzaman'ın ifadesi ile "Hidâyet büyük bir nimettir,
vicdanî bir lezzettir ve ruhun cennetidir."21 İman, Saadettin-i Taftazaniye göre
"Cenâb-ı Hakk'ın istediği kulunun, cüz-i ihtiyarının sarfından sonra ilkâ ettiği
nurdur."22 Bu nur vicdanı ışıklandırdığı gibi, insanın tüm kâinat ile bir ünsiyet
peyda etmesine, kalbinde büyük bir kuvve-i maneviyenin husule gelmesine sebeptir.
İman ile kâinatın yaratıcısına dayanan ve güvenen bir insan o kuvvet ile her musibete,
her hâdiseye karşı mukavemet edebilir. Bu imanın verdiği genişlik ile geçmiş ve
gelecek zamanlarla alakadar olmaya başlar. Yine iman nuru ile saadet-i ebediyeden
bir parıltı vicdanını ve kalbini aydınlatır. Böylece insan o iman ile vicdanındaki
bütün emel ve istidatlarının tohumları neşv-ü nemaya başlar ve ebed memleketine
doğru harekete geçer.23

Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de Fatiha Suresi'nde istikamet üzere hidayeti talep
etmeyi istemesinden sonra ikinci sure olan Bakara Suresi'ne müminlerin vasıflarını
anlatmakla başlar. Hidayetin sebepleri ve vesileleri olan imanın şartlarını sayar.
Bunlar "Allah'tan korkanlar için hidayet rehberi olan ve kendisinde Allah'ın kelamı
olduğunda şüphe bulunmayan Kur'an'a inanmak, o imanın gereği olarak namaz kılmak,
zekât vermektir. Bunları da dünyevi bir çıkar için değil, sadece ahirete kesinlikle
inanmanın sonucu olarak yapmaktır. İşte Rablerinden hidayet üzere bulunanlar bunlardır.
Gerçek kurtuluşa ulaşanlar da bunlar olacaktır,"24 buyurur. Bu ayetlerle anlatılmak
istenen hidayetin insanın kurtuluşuna sebep olmasıdır. Bediüzzaman bu ayetleri açıklarken
"Hidayette saadet-i dâreyn vardır. Hidayetin neticesi hidayetin kendisidir. Çünkü
hidayet büyük bir nimettir ve vicdanî bir lezzettir ve ruhun cennetidir. Nasıl ki
dalalet, ruhun cehennemidir; öyle de hidayet ahiretin felah ve saadetini temin eder"25
demektedir.

Hidayet Allah'tandır. Ancak kişi cüz'i iradesi ile hidayeti Allah'tan istemelidir.
Nasıl ki rızık Allah'tandır, ancak kul cüz'i iradesi ile rızkı talep etmelidir ki
rızka kavuşabilsin. Peygamberlerin hidayetteki rolü da sadece tebliğden ibarettir.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) bu sırra işareten "Ben sadece tebliğ ediciyim, hidayet
ve iman Allah'tandır. Ben sadece taksim ediciyim, rızık veren Allah'tır"26 buyurmuşlardır.
Yine bir hadislerinde "Ben halkı Allah yoluna davet eden ve Allah'ın emirlerini
insanlara ulaştıran olarak gönderildim. Hidayet konusunda elimden bir şey gelmez.
Şeytan da Allah'ın yasak kıldığı şeyleri süslü olarak gösterici olarak yaratılmıştır,
dalalet hususunda elinden bir şey gelmez."27 buyurdular.

Peygamberimiz (s.a.v.) Medine'de okuduğu bir hutbesinde de şöyle buyurmuşlardır:
"Ey insanlar! Sözlerin en doğrusu Allah'ın kitabı, en sağlam tutunacak kulp ise
Kelime-i şahadettir. En hayırlı millet İbrahim'in (as) milletidir. Yolların en hayırlısı
Muhammed'in (s.a.v.) yoludur. Sözlerin en değerlisi Allah'ı zikretmektir. Kıssaların
en güzeli Kur'an'dır. Amellerin en hayırlısı farz amellerdir. İşlerin en şerli olanı
da farz ve sünnetlerin yerine konulan sonradan uydurma adetler olan bid'alardır.
Davetlerin en güzeli peygamberin irşadıdır. Ölümlerin en şereflisi şehit olarak
ölmektir. Körlüğün en kötü olanı da hidayetten sonra dalalete sülûk etmektir. İlmin
en iyisi faydalanılan ilimdir."28 buyurmuşlardır.

Bu hadislerden de anladığımız hidayetin iman ile eşdeğer olması ve bu hususta
insanın irade-i cüz'iyesinin önemli bir rolünün bulunmasıdır. Hidayet Allah'tandır,
ancak Allah'ın bu hidayeti vermesi ve imanı nasip etmesi için insanın istemesi adi
bir şart olmakta. Bu şart bulunmazsa o iman ve hidayet Allah tarafından verilmemektedir.
Nasıl ki şifa için ilaç, rızık için çalışma adi birer şarttır, şifayı ve rızkı veren
Allah'tır.

4. Hidayet, Her Şeyde Yaratılış Amacını Gerçekleşmesi ile Tahakkuk Eder

Yüce Allah Fatiha Suresi'nde insanın yaratılış amacı ve vazifesinin Allah'ın
birliğine iman etmek ve bu imanın gereğini yapmak olarak ortaya koyar. İmanın gereğini
ise "Âlemlerin Rabbine hamdetmek, O'nun Rahman ve Rahim olduğunu bilerek rahmetini
istemek ve şefkatine sığınmak, din gününün tek sahibi olduğunu bilerek yalnız O'na
ibadet etmek ve yalnız O'ndan yardım istemek" olduğunu ders verir.29 Sonra nasıl
ibadet etmek gerektiğini ve ne şekilde yardım istemek gerektiğini de devam eden
ayetlerde öğretir.

Allah'tan istenecek yardımın en önemlisi ve en büyüğü "Sırat-ı müstakimde hidayet"
talebidir.30 Burada hidayetin isteyene göre anlamı da farklılık arz eder. Mü'minin
hidayet istemesi, imanda sebat ve devam anlamına gelir, zenginin istemesi ziyade
anlamını, fakirin istemesi îtâ manasını, zayıfın istemesi yardım talebini ifade
etmektedir.31 "Allah her şeyi yaratmış ve hidayet etmiştir"32 ayet-i kerimesinin
ifadesine göre düşünülünce her şeyin yaratılış amacına uygun tekâmülü, meyve vermesi
ve amacını gerçekleştirmesi onun hidayeti anlamına gelmektedir. Bundan dolayı Bediüzzaman,
"En büyük hidayet, hicâbın kaldırılması ile hakkı hak, bâtılı bâtıl göstermektir"
der.33

5. Hidayet İstikamet Üzere Olmaktır

Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de "Emr olunduğunuz gibi dosdoğru olun!"34 emreder.
Peygamberimiz (s.a.v.) bu emrin şiddetinden dolayı "Hud Suresi beni ihtiyarlattı"
buyurmuştur.35 Allah'ın koruması altında bulunan Peygamberimizi (s.a.v.) ihtiyarlatan
kendi istikametinden endişe etmek değil, ümmetinin istikamet üzere gitmemesi endişesi
idi. Çünkü ayetin devamında "İman ve tövbe ile Allah yoluna girenlerin dosdoğru
olmaları ve aşırılıklardan kaçınmaları"36 açıkça ifade edilmekte idi. Her aşırılığın
zulüm ve haksızlıkla sonuçlanacağı gerçeğini de nazara veren yüce Allah, devam eden
ayette ise, "Zalimlere en küçük bir meyil dahi göstermeyin; aksi takdirde Cehennemin
dehşetli azabına uğrarsınız."37 buyurarak aşırılığın zulümle, zulmün ise Cehennem
azabı ile sonuçlanacağı uyarı ve tehdidinde bulunur.

Aşırılık Kur'an-ı Kerim'de "fısk" olarak ifadesini bulur.38 Bu da istikametli
olan orta yolu, normali bırakarak "ifrat ve tefrite" yönelmenin sonucudur. Bediüzzaman,
dalaletin sebebini izah ederken bu sebeplerin haktan ayrılmak, haddini aşmak, kuvve-i
akliye, kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye dediğimiz insanın temel kuvvetlerinin
ifrat ve tefritinden kaynaklandığını izah eder. Çünkü ifrat ve tefrit, Allah'ın
kâinata ve insan nefsine koyduğu sınırları aşmaktır. Toplumu idare eden, nizam ve
intizam altına alan kuralları çiğnemek yine insandaki öfke ve şehvet duygularının
haddi aşması ve masumların zulme uğraması iledir. Aklın istikametini kaybederek
inançta ve fikirde aşırılık ve safsataya girmesi ile de hem yeryüzünde fesat başlar,
hem de ebedi hayatın mahvolmasına sebep olur.39

Bütün bunlardan anlıyoruz ki, Fatiha Suresi'nde Allah'tan isteyeceğimiz hidayet
"Sırat-ı Müstakim" ile ifadesini bulan aşırılıklardan uzak doğru yoldur. "Hikmet"
olarak da Kur'an'da ifadesini bulan ve Allah'ın yaratılış amacını ve bunun hayırlı
sonuçlarını ifade eden istikamet tüm hayırların başıdır. Bunun için Kur'an "Kime
hikmet verilmiş ise ona pek çok hayır verilmiştir"40 der.

Hikmet aklın istikameti ve hidayetidir. Akıl istikametini koruyarak nefsine ve
kâinata hikmet nazarı ile bakarsa her şeyde tevhit hakikatını görür ve imanı daima
inkişaf eder. İfratında inkâra, tefritinde ise teşbihe yönelerek aklın ifsadına
sebep olur. Hak din olan İslamiyet'te de hikmetten uzaklaşarak inançta ifrata, aşırılığa
yönelirse Cebriye mezhebinin düştüğü dalalete ve hataya düşerek insanı iradeden
mahrum bırakır, iradenin inkârına sebep olur. Tefrite yönelir ise o zaman da Mutezile
mezhebinin düştüğü dalalete ve hataya düşerek tesiri bütün bütün insana verir ve
Allah'ın irade sıfatını inkâra yönelir. İstikameti muhafaza eden Ehl-i Sünnet ve'l-cemaat
mezhebi ise doğru yolu tutarak insan fiilinin başlangıcını insanın cüzî iradesine
ve isteğine, sonucunu ise Allah'ın küllî irade ve kudretine vererek doğruyu bulur.41

Aynen akılda olduğu gibi, "iffet" kuvve-i şeheviyenin istikameti, "şecaat" da
kuvve-i akliyenin istikametidir. Hikmet, iffet ve şecaatin bir arada beraber bulunması
ise adl ve adalet olup, istikametin ve hidayetin sonucudur. "Sırat-ı Müstakîm"den
maksut ve murat bu üç mertebedir.42 Bunun için yüce Allah Kur'an-ı Kerimde istikamet
üzere olan ve aşırılıklardan kendini koruyabilenler hakkında da şu müjdeli ifadelere
yer verir: "Rabbimiz Allah'tır dedikten sonra doğru yolda, istikamet üzere sebat
edenlere melekler yardımcı olurlar ve onlara 'Korkmayın, üzülmeyin size va'd olunan
Cennet ile sevinin. Dünyada da ahirette de biz sizin dostunuz ve yardımcınızız.
O Cennette canınızın çektiği her şey vardır ve bu çok bağışlayıcı ve merhametli
olan Allah'ın size ziyafeti, ihsanı ve ikramıdır' derler."43

Müminlerin inancına ve hayatına istikamet veren ve hidayet üzere olmalarını sağlayan
"Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş"44 bulunan peygamberin sünnetidir. Peygamberin
sünneti ölçü olmadığı takdirde Kur'an doğru olarak anlaşılamadığı için doğrudan
hidayet ve istikamet vesilesi olmamaktadır. Nitekim Müslümanlar arasında çıkan ve
yeryüzünde fesada ve ifsada sebep olan inançta, ibadet ve ahlakta sapmalar Kur'an
ayetlerinin sünnet ölçüsü ile yorumlanmamasından kaynaklanmaktadır. Bu da Kur'an'ın
bir imtihan olarak gönderilmesi hikmetinden kaynaklanmaktadır. Peygamber rahmettir,
ama Kur'an bir imtihandır. Peygambere uyan kesinlikle dalalete gitmez, çünkü o Allah'ın
koruması altında yaşayan Kur'an'dır, ama Kur'an imtihan için gönderildiğinden okuduğu
halde yanlış yorumlayanları ve peygamberin sünnetine göre anlamayanları dalalete
atar. Mekke müşriklerinin dalaletinin en mühim sebebi Kur'an ayetlerine itirazları
değil, peygamberin şahsına olan itirazlarıdır. Nitekim Yüce Allah "Allah sivrisinekle
veya ondan daha küçüğü ile misal vermekten çekinmez. İman edenler onun Rablerinden
gelen bir hakikat olduğunu bilirler. Müşrikler ise 'Allah bununla ne demek istedi'
derler. Allah bu misalle pek çoklarını dalalete atar, birçoğunu da doğru yola iletir.
Allah'ın dalalete attıkları ise ancak fasıklardır."45 buyurarak Kur'an'ın inkârcılar
ve inananlar için bir imtihan olduğunu ifade etmiştir. "Kur'an ayetlerinin bir kısmı
muhkem, bir kısmı ise müteşabihtir. Kalplerinde hastalık bulunanlar müteşabih olan
ayetleri yanlış tevil ederek fitne ateşi yakarlar. Gerçekten inanan ve ilimde rüsuh
kazanmış olanlar ise 'Biz bu ayetlerin Allah katından geldiğine şüphesiz inandık'
diyerek işin gerçeğini ortaya çıkarırlar. Bunları ancak akıl sahipleri doğru olarak
anlar."46 ayeti ile ifade etmiştir.

Peygamberimiz (s.a.v.) bu hakikatleri ümmetine haber vermiş ve ümmetin istikameti
için sünnetinden ayrılmamaları tavsiyesinde bulunmuştur.47 Hatta "Ümmetin fesadı
zamanında sünnete sarılanın yüz şehit sevabı kazanacağı" müjdesini vermiştir.48
Çünkü Peygamberimizin (s.a.v.) bütün akval, ahval ve ef'alinde istikamet kat'i bir
surette görülmektedir.49 Yüce Allah da inananlara peygambere uymaları çağrısını
pek çok ayetinde yinelemiştir.50 Hatta "Peygambere itaatin Allah'a itaat olduğunu"51
açıkça beyan etmiştir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) "Her işin bir gayret dönemi
vardır. Her gayret döneminden sonra bir gevşeme dönemi başlar. Kim gevşeme döneminde
benim sünnetime uyar, sünnetimi ölçü alırsa o hidayete ermiştir. Kim de sünnetimi
ölçü almadan hevasına göre hareket ederse o da helak olmuştur."52 buyurmuşlardır.

Bir toplum hidayete erdikten sonra tekrar dalalete düşebilir mi? Elbette düşebilir.
Çünkü her insan son nefesine kadar imtihana tabidir. İhlâslı olanın her an ihlâsı
kaybetme, hidayette olanın da dalalete düşme, inkârcının iman etme, fasıkın ise
tövbe etme imkânı vardır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) "Bir topluluk hakkı bâtıl,
bâtılı hak gösteren bir çekişmeye girerse dalalete düşer."53 buyurur. Yine bunun
tersi, "Musibete sabreden, nimete şükreden, zulme uğradığında bağışlamasını bilen,
haksızlık yaptığında af dileyen kimselerin de emniyete kavuşturularak hidayete erdirileceği"ni54
de Peygamberimiz (s.a.v.) haber vermiştir. Böylece dalaletin de hidayetin de ancak
hak etmekle kazanılacağı anlaşılmaktadır.

Süfyan bin Abdullah (ra) bir gün Peygamberimiz’e (s.a.v.) gelerek "Bana öyle
bir şey söyle ki, onu yaptığım zaman hiçbir şeye ihtiyaç duymayayım, bana her halimde
yeterli olsun" dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) ona cevaben: "Allah'a inandım de, sonra
istikamet üzere ol" buyurdular.55 Bunun için Bediüzzaman devamlı olarak "Allah'ım
bize hakkı hak olarak göster ona uymayı nasip et, bâtılı da bâtıl olarak göster
ondan bizi koru!"56 şeklinde dua ederdi, bize de böyle dua etmemizi tavsiye etmektedir.

B. Hidayetin Dünyadaki Ruhi, Akli ve Vicdani Kazanımları

Hidayet maddi ve ameli olmaktan ziyade hissi, aklî, vicdanî ve kalbî bir meseledir.
Her ne kadar dinin amelî ve ahlakî yönü iman ve hidayetin pratikte yansıması olsa
da asıl incelenmesi gereken ve gerçekten zor olanı hidayetin ruha, akla, vicdana,
kalbe ve hissiyata yaptığı tesirdir. Bu hususu Bediüzzaman'ın yorumları ile ortaya
çıkarmaya çalışacağız. Çünkü elimizdeki kaynaklar imanı ve imanın insana sağladığı
hidayetin ruhî, vicdanî, aklî ve maddi sonuçlarını incelemek yerine imanın sadece
pratikteki ameli yönüne bakmış, ibadet ve ahlak açısından insana sağladığı kazanımları
üzerinde durmuşlardır. Bu konuda da pek çok eserler ortaya koymuşlardır. Bu hususu
o eserlere havale ederek biz işin manevi yönünü ele alacağız. Bu konuyu ele alarak
inceleyen sadece Bediüzzaman'dır. Bediüzzaman bu konuda tüm Külliyat içinden derleyerek
müstakil bir eser de ortaya koymuş ve adına "İman ve Küfür Muvazeneleri, Hidayet
ve Dalalet Mukayeseleri" adını vermiştir.

Ancak biz burada mezkûr kitabı incelemek yerine temel kaynak olan "Sözler" ve
"İşaratü'l-İ'câz" isimli eserler üzerinde incelememizi yürüteceğiz.

1. İman Kâinatın Yaratıcısına İntisaptır

"İnsan nur-u iman ile âlây-ı illiyyîne çıkar, Cennete layık bir kıymet alır.
Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer ve Cehenneme ehil olacak vaziyete girer."57
Çünkü iman insanı kâinatın yaratıcısına bağlar. İman bir bağdır. İnsan bu bağ ile
tüm kâinatın yaratıcısı, son derece kudret ve haşmet sahibi yüce Allah'ın kulu olduğunu
anlar. Çölde yalnız başına kalan ve kendisini düşmanlarından koruyacak ve ihtiyaçlarını
karşılayacak güçlü birine dayanmayan bir insanın ne derece dehşet içinde kalacağı
malumdur. Güçlü bir padişaha dayanan birinin ise ne derece rahat olduğu ve her gittiği
yerde yardım ve hürmet göreceği de bilinir. İşte iman ile Allah'a intisap eden insanın
durumu da böyledir. Dünya çölünde dağlar gibi sıkıntılar içinde çok rahat hareket
eder. İmanlı bir insan askere kaydolarak padişaha intisap eden ve ordunun gücünü
arkasına alan bir asker gibi güç ve kudrete kavuşur. İşte imanın insana verdiği
manevi güç de böyledir.58

2. İmanın Verdiği Hidayette Büyük Bir Saadet ve Lezzet Vardır

İman ile Allah'ı tanıyanın nazarında dünyadaki bütün varlıklar Allah'ı zikreden
şuurlu varlıklardır. Dünya ise bir imtihan meydanıdır. Ölümler vazifeden terhis
olup mükâfat almak için daha güzel bir başka âleme geçmektir. Bütün doğumlar vazifeye
başlamadır. Bütün varlıklar o yüce padişahın emrinde birer asker ve memurdur. Bütün
sesler ya vazifeye başlama şevki ile yapılan zikirler veya paydostan gelen şükürden
kaynaklanan neşeli nağmelerdir. Bütün varlıklar yüce Allah'ın musahhar memuru, munis
hizmetkârları ve onu anlatan birer şirin kitabıdır. İşte bunun gibi pek çok güzel
hakikatler imandan kaynaklanır ve o insana büyük bir saadet ve mutluluk verirler.59
Bu hakikatler insanın aklını, kalbini, ruhunu ve vicdanını rahatlatır.

3. İmanın Hidayeti ile İnsan ve İnsanın Aza ve Aletleri Büyük Bir Değer Kazanır

İmanın hidayeti ile insanın her aza ve hasselerinin kıymeti birden bine çıkar.
Akıl öyle tılsımlı bir alet olur ki, şu kâinatta olan sonsuz rahmet hazinelerini
ve hikmet definelerini açar ve her şeyde Allah'ın varlık ve birliğinin, isim ve
sıfatlarının tecellilerini anlar ve bununla sahibini saadet-i ebediyeye müheyya
eden bir mürşit-i Rabbani derecesine çıkarır.

Göz ruhun penceresi olup ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. İmanın hidayeti
ile eşyaya ve âleme bakınca göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalaacısı ve
âlemdeki Allah'ın sanat eserlerinin bir seyircisi derecesine yükselir. Her gördüğü
şeyden bir ibret dersi alır ve böylece ruhunu ve aklını tekâmül ettirir. Dil imanın
hidayeti ile rahmet-i ilahiye hazinelerinin keşşafı, nazırı ve rahmet sofralarının
şükredici müfettişi derecesine çıkar. Böylece Cennete layık bir kıymet alır.60

Kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman kâinattan gelen manevî nidaları
işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hatta o nur-u
iman sayesinde rüzgârların terennümatlarını, bulutların naralarını, denizlerin dalgalarının
nağamatını ve hâkezâ yağmur, kuş ve sâire gibi her nevîden Rabbânî kelamları ve
ulvî tesbihâtı işitir. Sanki kâinât ilâhî bir mûsikî dâiresidir. Türlü türlü âvazlarla,
çeşit çeşit terennümâtla kalplere hüzünleri ve Rabbanî aşkları intıbâ' ettirmekle
kalpleri, ruhları nurânî âlemlere götürür, pek garip misâlî levhaları göstermekle,
o ruhları ve kalpleri lezzetlere, zevklere gark eder.61

4. İmanın Verdiği Hidayet ile İnsan Mânevi Hastalıklarını Tedavi Eder

İnsanın bu dünyadaki misali, uzun bir yolculuğa çıkan bir adamın yolda giderken
düşmanlar tarafından etrafı çevrilerek sağından ve solundan dehşetli iki darbe alarak
yaralanan, önüne bir darağacı dikilen ve arkasında da kendisine saldırmak için bir
aslanın beklediği müthiş bir vaziyettir. Bu dehşetli vaziyette beklerken birden
bir nurani zat gelerek verdiği ilaçlar ile yaralarını tedavi etse, aslan kendisini
evine götüren bir at şeklini alsa, darağacı da kendisini taşıyan bir sedyeye dönüşse
ne derece memnun ve mesrur olacağı malumdur. İşte imanın verdiği hidayet de bunun
gibidir. İnsan iman sayesinde kendisini kuşatan acizlik ve fakirlik gibi iki dehşetli
yarasını son derece kudretli ve her ihtiyacını karşılayan Allah'a sığınmakla tedavi
eder. Ölüm, kendisini idam eden bir darağacı olmaktan çıkar, Cennete ve ebedi saadete
kendisini götüren sedyeye döner. Aslan gibi kendisini takip eden ecel onu amacına
götüren bir vasıtaya dönüşür. Namaz gibi ibadetler ise ruhlar âleminden başlayan
ve Cennette sonuçlanacak olan uzun yolculuğunda kendisine bilet ve vasıta olur.
İşte insanın içinde bulunduğu dehşetli vaziyetini mükemmel bir duruma çeviren iman
ve imanın insana verdiği hidayet ışığıdır.62

5. Kur'an'ın Açtığı "Nurani Yol" İmanın Verdiği Hidayet Işığı ile Görülür

"İman insanın zaaf ve aczini, fakr ve ihtiyacını bir Kadir-i Rahim'e tevekkül
ile tedavi eder. Hayat ve vücut yükünü, Onun kudretine, rahmetine teslim edip, kendine
yüklemeyip, belki kendisi o hayatına ve nefsine biner hükmünde bir rahat makam bulur.
Ölüm ve eceli âlem-i bekada olan ahbaplara kavuşma mukaddimesi olarak görür ve gülerek
karşılar.

İman insana der: İhtiyarın cüz'î ise kendi Mâlik'inin irade-i külliyesine işi
bırak. İktidarın küçük ise, Kadîr-i Mutlak'ın kudretine itimat et. Hayatın az ise
hayat-ı bakiyeyi düşün. Ömrün kısa ise ebedi ömrün var; merak etme. Fikrin sönük
ise, Kur'an'ın güneşi altına gir, imanın nuru ile bak ki, yıldız böceği olan fikrin
yerine her bir ayet-i Kur'an birer yıldız misüllü sana ışık verir. Hem hadsiz emellerin,
elemlerin varsa, nihayetsiz bir sevap ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor. Hem hadsiz
arzuların, makasıdın varsa, onları düşünüp muzdarip olma; onlar bu dünyaya sığışmaz,
onların yerleri başka diyardır ve onları veren de başkadır"63 gibi güzel fikir ve
düşünceler imandan kaynaklanır.

İman insana bu gibi düşünceleri vererek kalbini, vicdanını, aklını ve ruhunu
rahatlatır, aydınlatır ve nurlandırır. İşte bu hal ve keyfiyet kişinin hidayete
ermesi olarak değerlendirilir. Kişi böyle bir vaziyet ve hal kesp etmiş ise o insan
hidayete ermiş ve imanın halâvetine ve tadına ulaşmış demektir. Bu durumu kast ederek
Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: "Bir kişi Allah ve Resulünü her şeyden
daha çok sever, sevdiğini Allah için sever, küfre düşmekten ateşe düşmekten korktuğu
gibi korkarsa o kimse imanın halâvetine, tadına ermiştir."64 Bir başka hadiste ise
"Allah'ın birliğine kesinlikle inanır, zekâtı malının en iyisinden gönül rahatlığı
ile verirse imanın tadına ulaşmıştır"65 buyrulur. Burada imanın halâveti olarak
bahsedilenin imanın verdiği hidayet nuru olduğu söylenebilir.

6. Kalbin İslam'a Açılması ile Nurlanması

Yüce Allah Kur'an-ı Kerimde "Allah'ın göğsünü İslam'a açarak nurlandırdığı kimse
ile kalbi küfür karanlığı içinde olan bir olur mu? Allah'ın zikrine kalpleri kapalı
olanlara yazıklar olsun. Onlar apaçık bir dalalet içindedir"66 buyurur. Bir başka
ayetinde "Allah her kimi hidayete erdirmek isterse onun göğsünü İslam'a açar. Her
kimi de dalalete atmayı murat ederse onun da kalbini daraltıp sıkıştırır"67 buyurarak
kalbin daralmasının küfür zulmetinden genişlemesinin de iman nurundan olduğunu beyan
buyurmuştur. Bu durum ise yukarında imanın insana verdiği hak ve hakikatin doğru
ve güzel düşünceleri ile kalbin rahatlaması, aklın tatmin olması ve vicdanın feraha
kavuşmasıdır.

Sahabeler Peygamberimize (s.a.v.) sordular: "Ey Allah'ın Resulü! İnsanın kalbi
nasıl açılır? Bunun alameti ve işareti nedir?" Peygamberimiz (s.a.v.) cevaben: "Kişi
imanın gereği olarak bu fani dünyadan kalben uzaklaşır ve ebediyet yurdu olan ahirete
yönelirse ve ölüm gelmeden önce ölüm için hazırlığa başlamış ise kalbi İslam'a açılmış,
iman nuru ile parlamış demektir"68 buyurdular.

İmanın insana kazandırdığı bu gibi parlak neticeleri sadece insanın psikolojik
yönüne bakar, dünyaya ait ve ahirete mahsus diğer neticeleri saymakla bitmez. Sadece
Saadet-i Ebediye ve Cennet nimeti bütün nimetlerin fevkindedir. Bundan dolayıdır
ki Peygamberimiz (s.a.v.) "Senin vasıtanla bir kimsenin hidayete ermesi, deve sürülerine
sahip olup bunları Allah yolunda tasadduk etmekten daha hayırlıdır.69 Hatta güneşin
üzerine doğup battığı yerlere sahip olmaktan daha hayırlıdır"70 buyurmuşlardır.

Sonuç

Hidayet, imanla insan kalbini nurlandıran, aklını tatmin eden, vicdanını ışıklandıran
ve ruhunu rahata kavuşturan bir huzur halidir. Bu hali kazanmak her insanın hedefidir.
Hayatın amacı olan mutluluğu kazanma ancak hidayetle mümkündür.

Rızık ve şifa Allah'tan olduğu gibi hidayet de Allah'tandır; ancak insanın rızık
için çalışması ve şifa için ilaçları kullanması gerektiği gibi hidayet için de irade-i
cüz'iyesini iman ve ibadet yönüne sarf ederek imanda terakki edip hidayeti hak etmesi
gerekir. Mümin iradesini yaratılış amacını kavrama ve imanda terakki ve tekâmül
etme yönünde kullanırsa yüce Allah da onun aklını ve kalbini hidayete açar. O insanın
aklı, kalbi ve ruhu hidayet nurlarından istifade etmeye başlar. Hatta gözü, kulağı
ve dili gibi maddi aza ve duyguları dahi bu hidayetten nasibini alarak kıymet kazanıp
kendileri değerli hale geldikleri gibi, sahibini de Allah katında değerli hale getirirler.
Böylece insan Cennete layık bir kıymet kazanmış olur. Bundan dolayı hidayet, imanda
sebat etme, istikamet üzere olma ve terakki etme sonucu kazanılan bir hal, bir keyfiyet
olup, iman-ı tahkiki halidir.

Hidayetin bu güzel neticesinden dolayıdır ki yüce Allah Fatiha suresinde, istikamet
üzere hidayeti talep etmemizi istemiş ve bunu namaz ibadetinin her rekâtında farz
kılmıştır. Böylece namaz kılan her mümin her gün en az kırk defa hidayet ve istikameti
Allah'tan istemektedir. Öyle ise hidayet, istenen, iman ve ibadetle kazanılan Allah'ın
razı olduğu bir kemal halidir. Bu hali kazanmak yeterli değildir, önemli olan devam
ettirmektir.

Hidayetin meyvesi, dünyada kalp huzuru, aklın tatmini ve vicdanın aydınlanması
ile kâinatın yaratıcısı olan Allah'a tam bir tevekkül ile teslimiyettir. Ahirette
ise en küçük meyvesi Cennet ve saadet-i ebediyedir. Öyle ise insan olan her insanın
amacı hidayeti Allah'tan istemek ve ameli ile hidayet üzere devam ve sebat etmek
olmalıdır. Çünkü Bediüzzaman'ın ifadesi ile "Hidayet büyük bir nimettir; vicdani
bir lezzettir ve ruhun cennetidir."

Öz

Yeryüzünün tek akıllı varlığı olan insan, aklının gereği her şeyin nedenini ve
niçinini sorgular. Bunların başında kendi varlık nedeni gelir. Sonra bunu münasebet
kurduğu eşya ve varlıklar takip eder. İnsanın kendi yaratılış sırrını bulmak için
sorgulama girişimine "Hakikati arama" faaliyeti denir. Hakikat ise doğru bir mantık
silsilesi ile kurulan ilgi sonucu ortaya çıkar. Hakikati bulmaya "Din" hakikat üzere
devam etmeye "İstikamet" adı verilmektedir. Bulduğu hakikat ile aklın tatmini, kalbin
nurlanması ve vicdanın aydınlanması ve ruhun huzura ermesi hadisesine ise "Hidayet"
denir. Bu halin insan açısından kazanımı iki cihan saadeti, saadet-i dareyn ve en
önemlisi de "Saadet-i Ebediye" olacaktır. Saadet insanın sadece bir duygusunu veya
bir yönünün tatmini değildir. Midenin rahatı için kalbi ve beyni yemek ne derece
insana huzur ve saadet temin eder? Gerçek huzur ve saadet insanın tüm duygu ve azalarının
memnuniyeti ile sağlanan gerçek saadettir. İşte bu saadete erme ve huzura kavuşma
haline "Hidayete erme" olayı denilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Hidayet/Dalalet, İman/Küfür, İstikamet, Akıl, Kalp, Vicdan,
Ruh, Yaratılış amacı, Saadet-i dâreyn, Saadet-i ebediye.

Abstract

As being the only thinking creature in the world, man questions everything in
accordance with his mind. Firstly, he questions the reason of his existence. Then,
he questions goods and beings that he is related. The questioning initiative to
find the secret behind his own creation is called "quest for the truth". The truth
can be revealed through a correct chain of logical arguments. Finding the truth
is called "religion", and enduring on the truth is called "integrity". Satisfaction
of the mind, illumination of the heart, enlightenment of the conscience and peace
of the soul by this truth is called "hidayath" (guidance). The gain of the man is
happiness in two worlds and in eternity. Happiness is not a mere satisfaction of
one feeling or one side of man. How come eating heart and brain to relieve stomach
brings happiness? The real peace and happiness can be achieved by the satisfaction
of the all feelings and members of the man. This state of peace and happiness is
called "hidayath" (guidance).

Key Words: Guidance/Heresy, Faith/Infidelity, Integrity, Mind, Heart, Conscience,
Soul, Purpose of Existence, Happiness in Two Worlds, Eternal Happiness

Kaynaklar

Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtü'l-İ'câz, (Yeni Asya Neşriyat, 2001, İstanbul)

Bediüzzaman Said Nursi, Lem'alar, (Yeni Asya Neşriyat, 2005, İstanbul)

Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, (Yeni Asya Neşriyat, 2004, İstanbul)

İbn-i Kesir, Tefsir, (1988, Beyrut)

İmam Nevevi, Riyazü's-Sâlihîn, Bab-ı İstikame, (Kahire)

Kütüb-ü Sitte, Hadis Külliyatı (Buhari-Müslim-Ebu Davut- Tirmizi)

Celalettin Suyuti, Camiüs'-Sağir, (Yeni Asya Neşriyat, 1996, İstanbul)

Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, (1990, İstanbul)

 

Dipnotlar

1. Sözler, s. 32

2. Yunus, 10:108-109

3. Ra'd, 13:33

4. Furkan, 25:31

5. Müslim, Birr, 55

6. Kasas, 28:56

7. Bakara, 2:272

8. İbn-i Kesir, Tefsir, 3:406

9. Tövbe, 9:113

10. Zümer, 39:1-3

11. Mü'min, 40:28 ; Âhkâf, 46:10; Saf, 61:5-7 ; Cuma, 62:5 ; Münafıkun, 63:6

12. Bakara, 2:159-160

13. Ankebut, 29:69

14. Bkz, Yusuf'un kardeşleri Yakup (as) için "Babamız açık bir yanlışlık içindedir"
(Yusuf, 12:8) derken elbette sapıklık anlamında değil, 'yanlış kanaata varmak, hata
içinde olmak' anlamında kullanılmıştır. Duha Suresinde de Peygamberimize (sav) hitaben
"Seni yolunu şaşırmış bulup da hidayete, doğru yola ulaştırmadık mı?" (Duha, 93:7)
buyururken de peygamberimizin çocukluk yaşında Mekke dışına çıkarak yolunu şaşırıp
bulamamasını hatırlatmaktadır. Buradaki "Dall" kelimesi elbette yolunu kaybetme
anlamındadır.

15. Bkz, Fatiha, 1:6-7 Burada nimet verilenlerin yolu olarak gösterilen "Sırat-ı
Müstakim" Nisa Suresi 69. ayette "Allah'ın kendilerine nimet verdiği kimseler nebiler,
sıddıklar, şehitler ve salihler olduğu" açıklanmıştır. Biz Bediüzzaman'ın izah ettiğine
binaen anlamını beraberce vermiş olduk. (İşaratü'l-İ'caz, s. 30-31)

16. Bakara, 2:108

17. Nisa, 4:116

18. Ahzab, 33:36

19. Bu hususta ayrıca En'am Suresi, 74, Âl-i İmran, 164, Nisa Suresi, 60, 113
ayetlerine de bakılmalıdır.

20. Ebu Davut, Sünnet, 5

21. İşaratü'l-İ'câz, s. 62

22. İşaratü'l-İ'câz, s. 46

23. İşaratü'l-İ'câz, s. 46

24. Bakara, 2:1-5

25. İşaratü'l-İ'câz, s. 62

26. C. Suyuti, Câmiü's-Sağir, 2:64

27. Camiü's-Sağir, 2:196

28. Camiü's-Sağir, 1:435

29. Fatiha, 1:1-5

30. Fatiha, 1:6

31. İşârâtü'l-İ'câz, s. 28

32. Tâhâ, 20:50

33. İşârâtü'l-İ'câz, s. 28

34. Hud, 11:112

35. İbn-i Kesir, Tefsir, 2:451 Tirmizi, Tefsir-i Sure, 56:6

36. Hud, 11:112

37. Hud, 11:113

38. Bakara, 2:26-27

39. İşaratü'l-İ'câz, s. 215-216 Bediüzzaman Bakara Suresi 27. ayeti izah ederken
bütün bu hususları nazara verir.

40. Bakara, 2:269

41. İşaratü'l-İ'câz, s. 29-30

42. İşaratü'l-İ'câz, s. 30

43. Fussilet, 41:30-32

44. Enbiya, 21:107

45. Bakara, 2:26

46. Âl-i İmran, 3:7

47. Peygamberimiz (sav) "Size iki şey bırakıyorum. Onlara uyarsanız kurtulursunuz.
Biri Allah'ın kitabı diğeri Âl-i Beytim" buyurmuştur. (Müslim, 4:1874 ; Müsned-i
Ahmet, 3: 14, 17, 26, 59; Tirmizi, 5:663) Bediüzzaman "Âl-i Beytten vazife-i risaletçe
muradı Sünnet-i Seniyesidir" diye hadis-i şerifi izah eder. (Lem'alar, (2005) s.
44)

48. Müsned-i Firdevs, 4:198 ; Feyzü'l-Kadir, 9:171

49. Lem'alar, s. 192

50. Âl-i İmran, 3:31; Ahzab, 33: 21 ; Nisa, 4:69 ; Fetih, 48:17 ; Maide, 5:92

51. Nisa, 4:80

52. Celalettin-i Suyuti, Camiü’s-Sağir, 2:36

53. Tirmizi, Tefsir-i Sure, 43 ; İbn-i Mâce, Mukaddime, s. 7

54. Camiu's-Sağir, 3:309

55. İmam Nevevi, Riyazü's-Sâlihîn, Bab-ı İstikame, s. 52

56. İşârâtü'l-İ'câz, s. 28

57. Sözler, s. 495

58. Sözler, s. 15-16

59. Sözler, s. 34

60. Sözler, s. 49-40

61. İşârâtü'l-İ'câz, s. 71-72

62. İnsanın bu dünyadaki durumunu ve imanın insana kazanımlarını Bediüzzaman
Altıncı, Yedinci ve Sekizinci Sözler'de güzelce açıklamıştır. Çok özet olarak aldığımız
bu durumun geniş izahları için bakınız (Sözler, s. 46-69)

63. Sözler, s. 1033-1035

64. Buhari, İman, 14; Edeb, 42; Müslim, İman, 66, 67; Tirmizi, İman, 10

65. Ebu Davut, Zekât, 4 (Hadis No:1582)

66. Zümer, 39:22

67. En'am, 6:125

68. Yazır, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, (1990-İst) 9:293

69. Buhari, Ashab-ı Nebi, 9; Buhari, Cuma, 29, Cihat, 102,143; Megazi, 38; Ebu
Davut, İlim, 10 (Hadis No: 3661); Müslim, Fedail-i Sahabe, 34; Buhari, Cuma, 29,
Cihat, 102,143; Megazi, 38

70. Camiü's-Sağir, 3:192