Conversion in the Ottomans

Sözlükte "doğru yolu bulmak, yol göstermek" mânalarına gelen "hüdâ" (hedy, hidâyet)
kökünden türemiş olup gerçeğe ulaşmak ve doğru yolu bulmak demektir. Terim olarak
inançsız iken veya başka bir dine mensupken İslâm'a girip Müslüman olmayı ifade
eder. İhtidâ eden kimseye de "mühtedi" denir. Hidâyete eren anlamına gelen ihtidâ,
herhangi bir din için değil, sadece Müslüman olmayan bir kimsenin kendi dinini terk
ederek İslâm dinini kabul etmesi için kullanılan bir tabirdir. Tarih boyunca, Müslümanlarla
ilişki içinde bulunan birçok gayr-i müslimin, değişik sebep ve vesilelere bağlı
olarak İslâm dinini kabul ettiği görülür.

Arapça "HDY" kökünden gelen "ihtidâ" kelimesi, Kur'an-ı Kerim'de altmış yerde
geçmektedir. Biz bunlardan sadece birkaçının sûre ve âyet numaralarına işaretle
yetinmek istiyoruz. el-Bakara 135-137, Al-i İmrân 20, en-Nisa 97-98, en-Neml 41,
91-92, el-En'am 97, Yunus 108, ez-Zümer 41. Gerek burada verilen âyetler, gerekse
benzeri diğer âyetlere bakıldığı zaman bu kelimenin birbirine yakın farklı bazı
anlamları bulunduğu görülür. Buna göre "hidâyet" veya "ihtidâ", küfür, şirk ve sapıklıklardan
kurtularak doğru yolu arama, doğru yola girme, İslâm dinini kabul etme gibi manalara
gelmektedir. Istılahî anlamda ise hidâyeti isteme, hidâyete erip onda sebat etme,
İslâm dinini kabul edip Müslüman olma anlamlarına gelmektedir.

İslâm hukuk sistemine bağlı olan Osmanlı Devleti'nde, zimmet ehli denilen gayr-i
müslimlerin zorla Müslümanlaştırılmaları söz konusu değildir. Zira gerek Kur'an-ı
Kerim, gerekse Hz. Peygamber'in sünneti böyle bir şeyin olmasına imkân ve fırsat
vermezler. Bu yüzdendir ki, İslâm tarihi boyunca değil sadece Osmanlılarda, bütün
İslâm dünyasında böyle bir harekete rastlanmaz. Arnold'un "İntişar-ı İslâm Tarihi"
adlı eserine bakıldığı zaman İslâm'ın yayılışı ve ihtidâ hareketlerinin herhangi
bir zorlama olmadan nasıl kendiliklerinden meydana geldikleri görülür. Aslında bu
durum çok normal bir şeydir. Zira herkesi inanç ve düşüncesinde serbest bırakan
İslâm'ın bu tavrı onlar üzerinde büyük bir etki meydana getiriyordu. İnsanlar, Müslümanların
uygulamalarını, kendilerini yöneten eski idarecilerinin yaptıkları ile mukayese
edince bu uygulamanın sebeplerini araştırmaya başladılar. Bu da onları İslâm ile
karşı karşıya getirdi. İslâm'ı anlamaya çalışan bu insanlar, rahat, huzur ve ahiret
hayatının geleceğinin İslâm'da olduğunu anladılar.

Çok geniş bir coğrafya üzerinde hâkimiyetini kuran Osmanlı Devleti, farklı ırk,
dil, din, mezhep, kültür, örf ve âdetlere sahip toplulukları asırlarca âdilâne bir
şekilde idare etmişti. Ulaşım imkân ve teknolojisi bakımından günümüzle mukayese
edilemeyecek derecede imkânsızlıklar içinde bulunulan o asırların dünyasında bunca
farklı yapıdaki toplulukları zor kullanmadan idare etmek ve onlara normal bir hayat
seviyesi kazandırmaya çalışmak, basit bir yönetim anlayışının sonucu olmasa gerekir.

Bilindiği gibi İslâm, insanların hayatlarını belli bir düzene sokmak üzere Allah
tarafından gönderilen evrensel bir dinin adıdır. Bu bakımdan İslâm'ı kabul etmiş
olan insanlar (Müslümanlar), gerek diğer insanlara karşı olan hak, vazife ve salahiyetlerinde,
gerekse Allah'a karşı olan yükümlülüklerini yerine getirmede, onun emirlerine uygun
hareket etmeyi bir vazife telakki ederler.

Osmanlılar, yönetimleri altında bulunan gayr-i müslim (Müslüman olmayan) vatandaşlarının
dinî hak ve hürriyetlerini koruma hususuna titizlikle riayet ediyorlardı. Bu konuda
arşiv belgeleri, mahkeme kayıtları (şer'iye sicilleri), Piskopos mukataası kalemi
defterleri, gayr-i müslim cemaatlere ait olan defterler ile her gayr-i müslim topluluğa
ait müstakil defterler, Osmanlı devlet ve toplumunun bu konudaki hassasiyetlerine
âdeta şahitlik yapmaktadır.

Osmanlı Devleti, kuruluşundan itibaren adâlet ve dinî alandaki müsamahası ile
çevredeki Hıristiyan halk kitlelerinin sempatisini kazanmıştı. Osman Gazi, Rum komşularının
çoğu ile iyi münasebetler kurmuş ve bu münasebetler sonucunda Rumlardan birçoğunu
kendi tarafına çekmişti. Orhan Gazi, Bursa'yı feth ettikten sonra Rumlara şehri
niçin teslim ettiklerini sorduğunda şu cevabı almıştı: "Sizin devletinizin günden
güne yükseldiğini, buna karşılık bizim devrimizin bittiğini anladık. Babanızın yönetimine
giren köylülerin memnun kalıp bir daha bizi arayıp sormadıklarını ve rahat olduklarını
gördük. Biz de bu rahatlığa heves ettik."1 Keza Göynük ve Taraklı-Yenicesi tarafları
feth olunduğu zaman, Orhan Gazi'nin oğlu Süleyman Paşa, bu yörede yaşayan Hıristiyanlara
karşı çok iyi ve adâletli davranmıştı. Âşık Paşazâde, Süleyman Paşa'nın buraya gelişi
esnasında halkın ona karşı nasıl bir tavır takındığını ve Taraklı-Yenicesi'ne geldiğinde
halkın hisarı kendisine nasıl teslim ettiğini, onun da onlara karşı nasıl adâlet
ve insaf ölçüleri dahilinde hareket ettiğini anlattıktan sonra Hıristiyanların:
"Ne olaydı bunlar (Osmanlılar) bize kadim zamandan (daha önceleri) bey olaydı, dediler.
Köylülerin birçoğu, Müslümanların bu adâleti karşısında kendiliklerinden Müslüman
oldular" der.2 Gerçekten Osmanlıların adâleti ve hoşgörüsü birçok kimsenin kendiliğinden
Müslüman olmasına sebep olmuştu. Aslında burada bir noktaya daha temas etmek gerekiyor,
o da tarihlerimizde "Devşirme Sistemi" denilen ayrı bir ihtidâ şeklidir ki, burada
onun üzerinde durmak istemedik.

Osmanlılar, Anadolu'da olduğu gibi Rumeli'deki Hıristiyanlara da din ve vicdan
hürriyeti tanımışlardı. Onlar, Hıristiyanların varlıklarına ve yönetim tarzlarına
dokunmadılar. Ağır vergiler altında ezilmiş bulunan yeni tebeanın (vatandaş) vergi
yükünü hafifleterek, mevcut kanunların hilafına keyfî hiçbir muameleye müsaade etmediler.
Devlet, kendi himayesine girmiş zimmîlerin her türlü hak ve hukukunu garanti altına
almıştı. Çünkü onlar "vedia-i Hâlik-ı Berâyâ", yani Allah'ın birer emaneti idiler.

Zaten baştanbaşa Hıristiyanlarla meskûn olan Balkan Yarımadası'nda, bu tarzdaki
hareket ve davranışın Osmanlı fetihlerini kolaylaştırdığı bir gerçektir. Kısa zamanda
bölgeyi bir Osmanlı toprağı haline getiren âmil, bu âdilâne hareket ve siyasetteki
inceliktir.

Bir taraftan Bizans İmparatorluğu'nun bozulmuş olan yönetim tarzı, vergilerin
keyfî olması, Rum bey ve hatta imparatorlarının kendi hazinelerini doldurmak gayesiyle
halkı soymaları; bir taraftan da asayişsizlik ve ekonomik buhran gibi etkenler,
halkın Osmanlı idaresini memnuniyetle karşılamasına sebep olmuştu. Bizans ve diğer
derebeylerin yönetim tarzına karşılık Osmanlıların disiplinli hareketleri ve fethedilen
yerlerin halkına karşı adâletli, şefkatli ve taassuptan uzak bir siyaset takip etmeleri,
vergilerin tebeanın ödeme imkânlarına göre tertip edilmiş olması ve bilhassa Ortodoks
olan Balkan halkını Katolik mezhebine girmek için ölümle tehdit edenlere karşı Türklerin,
buralardaki unsurların dinî ve vicdanî hislerine saygı göstererek bu ince ve hassas
noktayı prensip olarak kullanmaları, Balkanlıların Katolik tazyikine karşı Osmanlı
yönetimini bir kurtarıcı olarak karşılamalarına sebep olmuştu.3 Balkan milletleri,
Osmanlılara karşı böyle bir tavır sergilemekle yerinde bir karar vermiş oluyorlardı.
Çünkü Osmanlı rejimi, din ve ırk ayırımı gözetmeyen, bütün tebeayı Osmanlı şemsiyesi
altında birleştiren bir yönetim idi. Osmanlılar, devletlerini kurarken kitleleri
çeken bu uzlaşıcı, koruyucu ve hoşgörülü siyaseti şuurlu bir şekilde takip ediyorlardı.
Onların idare sistemi, tamamen insanî idi. Hiç kimse, din veya ırkından dolayı hor
görülmüyordu. Böyle insanî bir uygulama, ister istemez Müslüman olmayan vatandaşların
ruh ve benliklerinde Osmanlılara ve dolayısıyla Osmanlının mensubu bulunduğu dine
karşı bir sempati ile bakmalarına sebep oluyordu. Zamanla bu sempati, farklı şart
ve sebeplere bağlı olarak ihtidâya kadar gidiyordu.

Osmanlı, kurduğu sistemle Avrupa, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da bir denge sağlamıştı.
Günümüzde bile siyasî, ekonomik ve dinî kargaşanın eksik olmadığı bu bölgelerde
Osmanlı, etnik yapı, din, gelenek, örf, âdet ve kültürleri farklı olan toplum kesimlerini
temsil eden insan taleplerinin bulunduğu ortak bir nokta özelliğini taşıyordu. Zira
Osmanlı, uygulama alanına koyduğu İslâmî anlayış sayesinde câmi, kilise ve havranın
yan yana durduğu bir üst kültürü tesis etmişti. Böyle bir üst kültürün tesisi, "İlâhî
Mes'uliyet" denilen bir yükümlülüğe dayanıyordu. Osmanlı, taşıdığı bu yükümlülüğün
farkında olan bir devletti. Nitekim Osmanlı fetihlerinin temel felsefesi de bu ilahî
mes'uliyete dayanan bir sorumluluk ürünü idi. Devletler fethetmek, yeni topraklar
kazanmak, güçlü bir devlet kurmak ve geniş halk kitlelerine hükmetmek gibi, bazı
kesimlerin ideali olarak görülen hedefler, Osmanlı yöneticisi için bir araç olmaktan
öteye gitmiyordu. Zira Osmanlılarda, hâkim olan zihniyet, dünyalık elde etme temeli
üzerine değil, "İ'lâ-yı kelimetullah" gibi üst bir ideal etrafında şekillenmişti.
Nitekim bu konu kanunnâmede açık bir şekilde belirtilmiştir.4

Fark gözetmeden ve yürürlükteki hukukî temeli bozmadan kendi toplumunun bütün
fertlerine karşı adâlet ve hoşgörü prensiplerinden ayrılmadan hareket eden bir devletin
vatandaşı olan gayr-i müslimler, devlete ve devletin mensubu bulunduğu dine karşı
bir sempati içinde olacaklardır. Hakim güç olarak zimmî vatandaşının huzur ve refahını
düşünen bir devlete karşı onların başka türlü hareket etmesi de beklenemezdi. Nitekim
bu anlayış, 1463 yılında Bosna kralının Papa'ya yazdığı bir mektupta kendini açıkça
ortaya koymaktadır. Buna göre köylüler, Osmanlılara karşı başlarında bulunan hanedan
ve feodal beyleri desteklemeyip yalnız bırakmışlardı. Osmanlı egemenliği altında
Balkanlarda, 1600'lere kadar köylü isyanı hemen hemen yok gibidir. Özellikle papalığın
İslâm'a karşı köylü kitlelerini bir din savaşına sürükleme girişimleri de başarılı
olmamıştır.5

Uzun yıllar Müslümanlarla iç içe yaşayan gayr-i müslim vatandaşlardan bir kısmının
kendi istekleri ile ihtidâ ettikleri görülmektedir. İhtidâ edenler şer'iye sicili
denilen mahkeme defterlerine yazılırdı. İhtidâ kayıtları doğrudan veya dolaylı olarak
sicillerde yer alıyordu. Doğrudan ihtidalar mahkemede, mühtedinin kendi iradesiyle
Müslüman olmak istediği, hangi dine ve millete mensup olduğu, yeni isminin ne olacağı
gibi hususlar açıkça belirtilerek yapılmakta idi. Bu tarz ihtidalar, "İhtida İ'lamı"
şeklinde sicillere kaydedilmekte idi. Dolaylı olarak bilinen ihtidâlar ise miras,
alım-satım, kefalet ve benzeri kayıtlarda geçen isimlerin yanında "mühtedi" kelimesinin
yer almasından anlaşılmaktadır. Mühtedi kelimesi, o kişinin sonradan Müslüman olduğunu
göstermektedir.6 Müslüman olmak suretiyle hidâyete eren kimselerin adları Müslümanların
kullandıkları isimlerle değiştirilirdi. Bu durum, bizzat kendileri tarafından verilen
dilekçelerde (ariza) de görülmektedir. Bir mühtedinin isminden bahsedilirken kendi
adından sonra Müslüman olmayan babasının isminin yerine "Allah'ın kulu" anlamına
gelen Abdullah adı kullanılırdı. Bu sebepledir ki, babasının adı Abdullah olarak
belirtilenlerin çoğunlukla ihtidâ eden kimseler olduğu kabul edilirdi.

İhtida hareketinde devletin merkezi olan İstanbul'da durum biraz daha farklılıklar
göstermektedir. Zira merkezde büyük ölçüde kadılık veya müftülük değil, doğrudan
Divân-ı Hümâyun devreye girmektedir. "Kanun-ı Nev Müslim" diye isimlendirilen kanunnâme
maddesi uyarınca yeni Müslüman olan kimseye (mühtedi) devlet bazı imkânlar tanıyordu.
Bu bakımdan, Müslüman olmak isteyen kimse, bu arzusunu, bizzat sadrazamın huzurunda
yerine getirme imkânına sahipti. Gerek bu konudaki kanunnâme maddesi, gerekse arşiv
belgeleri yeni Müslüman olan kimseye nasıl davranıldığı hakkında bize geniş bilgiler
vermektedir. Kanunnâme'nin ilgili maddesi şöyledir:

"Divân-ı Hümâyûnda vezir-i a'zam huzurunda bir kâfir Müslüman olmak murad etse
fi'l-hal telkın-i şehâdet olunup bir kabza akça ihsan ve kisvesi için Defterdara
ferman buyrulduktan sonra bir çavuş götürüp mirî cerrahlardan divanda ol gün nöbetçi
olan cerraha teslim, cerrah dahi hemen ol mahalde kûşe-i muayyenesine götürüp sünnet
eder. Ve mirî cerrahlardan biri her gün nöbetle Divân-ı Hümâyûnda ve sadrazam sarayında
beklemek kanun-ı kadimdir."7

Görüldüğü gibi, başka dinden olan birinin İstanbul'da İslâmiyet'i kabul etmesi,
kendisine hem bir miktar paranın verilmesine, hem de "kisve paha" denilen ve Müslümanlara
ait kıyafeti edinebilmesi için ayrıca elbise parasının verilmesine sebep olmaktadır.
Konu ile ilgili pek çok arşiv belgesi de bulunmaktadır. Ama biz, mevzuu fazla dağıtmamak
için sadece BOA. Cevdet Adliye tasnifinin 3635 numaralı dosyasındaki belgelerden
bir iki tanesinin metnini buraya almak istiyoruz. Böylece Kanunnâme maddesinin nasıl
uygulanma alanına konduğunu görmüş olacağız.

Buna göre hicrî 1255 tarihini taşıyan dilekçede (arz) şöyle denilmektedir:

"Arzıhal-ı kullarıdır ki, bu kulları, fi'l-asıl İstanbul sakinlerinden ve Yahudi
milletinden iken kendi hüsn-ı rızamla elhamdulillahi teala İslâm ile müşerref ve
hak dini kabul edip merahim-i aliyyelerinden mercüvdür ki huzur-ı devletlerinde
kelime-i şehâdeti teklim ve iktiza eden elbisemi inayet ve ihsan buyrulması niyazı
babında emr u ferman devletlu inayetlu merhametlu efendim hazretlerinindir." Bende
Muhammed. [Bkz. EK-I]

Aynı numaradaki başka bir belge de İslâmiyet'i kabul eden ve aslen Rum olan bir
hanımla ilgilidir. Bu arzda da şöyle denilmektedir:

"Arzıhal câriyeleridir ki, Rum milletinden iken elhamdulillahi Teala hidâyet
erişüp şeref-i İslâm ile müşerrefe olduğum malum-ı devletleri buyruldukta merahim-i
aliyyelerinden mercüvdür ki, ber mutad kisve baham ile bu câriyelerini mesrur buyrulmak
babında emr u ferman devletlu inayetlu merhametlu efendim sultanım hazretlerinindir."
Bende muhtedi Aişe câriyeleri. [Bkz. EK-II]

Bilindiği gibi İslâm aile hukukuna göre Müslüman olan bir kadın, Müslüman olmayan
bir erkekle evlenemez. Başka bir dine mensup bir kadın İslâm dinini seçip Müslüman
olursa kocasına da İslâm teklif edilir. Şayet kocası Müslüman olursa evlilikleri
devam eder. Aksi takdirde hakim (kadı) bu evliliği fesheder. Aynı numarada bulunan
ve aynı tarih ile yazım özelliklerini taşıyan belgede yine Rum milletinden olan
bir kimsenin Ali adını aldığını ve kendisine de kisve pahasının verilmesini istediği
görülmektedir. Muhtemelen bu, ya karı koca ikisinin birden veya kadının daha önce
Müslüman olduğunu, kocasının da kendisine tabi olduğu anlamına gelmektedir. Bu konuda
muhtemelen diyoruz, çünkü belgede bu durumu ortaya koyan bir açıklık bulunmamaktadır.

Daha önce de belirtildiği gibi Osmanlı, gayr-i Müslim vatandaşının dinî, örfî
ve akidevî inançlarına müdahalede bulunmuyordu. Bununla beraber fert bazında da
olsa her Müslüman, başkalarının da Müslüman olmasını ister. Çünkü evrensel bir din
olan İslâmî anlayışa göre dünya ve ahiret saadeti, ancak Müslüman olmakla elde edilebilir.
Bu bakımdan Müslüman, başka din mensuplarının da bu saadete kavuşmasını temenni
eder. Müslüman böyle bir temennide bulunmak ve buna bağlı olarak harekete geçmekle
kendini yükümlü sayar. Bu anlayış, bir anlamda digergamlık ifade eder. Zira böyle
bir anlayış ve buna bağlı olarak ortaya çıkan harekette maddî-manevî hiçbir menfaat
söz konusu değildir. Bu bakımdan İslâm'daki ihtida ve tebliğ, Hıristiyan dünyadaki
gibi maddî birtakım menfaatler elde etmeye yönelik misyonerlik faaliyetlerine benzememektedir.
Bu İslâmî anlayış, Müslüman devletlerin de hedefleri arasında idi. Bu bakımdan Osmanlı
Devleti de yeni Müslüman olacaklar için maddî ve manevî bazı imkânlar hazırlıyordu.
İşte biraz önce sözü edilen "Kanun-ı Nev Müslim" ile arşiv belgelerinin gösterdiği
uygulamalar sadece bu hedefe yönelik olan uygulamalardır.

Öz

İslâm hukuk sistemine bağlı olan Osmanlı Devleti'nde, zimmet ehli denilen gayr-i
müslimlerin zorla Müslümanlaştırılmaları söz konusu değildir. Zira gerek Kur'an-ı
Kerim, gerekse Hz. Peygamber'in sünneti böyle bir şeyin olmasına imkân ve fırsat
vermez.

Osmanlı tarihi incelendiğinde, Osmanlı'daki ihtidâ hareketlerinin herhangi bir
zorlama olmadan meydana geldiği görülür. Bunun nedeni, herkesi inanç ve düşüncesinde
serbest bırakan İslâm'ın tavrıdır. O dönemde insanlar, Müslümanların uygulamalarını,
kendilerini yöneten eski idarecilerinin yaptıkları ile mukayese edince bu uygulamanın
sebeplerini araştırmaya başladılar. Bu da onları İslâm ile karşı karşıya getirdi.
İslâm'ı anlamaya çalışan bu insanlar, rahat, huzur ve ahiret hayatının geleceğinin
İslâm'da olduğunu anladılar.

Çok geniş bir coğrafya üzerinde hâkimiyetini kuran Osmanlı Devleti, farklı ırk,
dil, din, mezhep, kültür, örf ve âdetlere sahip toplulukları asırlarca âdilâne bir
şekilde idare etmiştir. Bu makalede, Osmanlı'daki ihtida ve tebliğ faaliyetlerinin
diğer misyonerlik hareketlerinden farklılığı, gayr-i müslimlerin o dönemde İslam'a
yöneliş nedenleri, Osmanlı Devleti'nin yeni Müslüman olacaklar için sunduğu maddî
ve manevî bazı imkânlar belgelerle ortaya konulmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Osmanlı, gayrı müslim, İslam, ihtida, mühtedi

Abstract

In the Ottomans, which was based on Islamic system of law, it was not possible
to Muslimise the Non-Muslims who were called the man of debit. That is because,
both the Holy Koran and the Sunnah (the sayings and doings of Prophet Mohammed)
would not allow such a thing.

When the Ottoman history is analysed, it can be seen that conversions to Islam
in the Ottomans happened without any force at all. The reason why is the approach
of Islam which sets the man free in his belief and thought. In that era, having
compared to their previous administrators, people started to explore the reasons
why Muslims treated in that way. This brought them to Islam. Those people who tried
to understand Islam realised that the ease, peace and the future of the other world
is in Islam.

The Ottomans, which ruled on a large scale, managed communities from various
races, languages, religions, sects, cultures, customs and usages with justice for
many centuries. In this article, the differences of conversions and notification
movements in the Ottomans from other missionary movements, the reasons behind the
tendency towards Islam by non-Muslims, the opportunities, both material and spiritual,
provided by the Ottoman State to would-be Muslims are put forward with documents.

Key Words: The Ottomans, Non-Muslim, Islam, Conversion, Converted

Dipnotlar

1. Âşık Paşazâde, Tarih, İstanbul 1332, s. 30.

2. Âşık Paşazâde, s. 43.

3. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ankara 1972, I, s. 183.

4. Geniş bilgi için bk. Hezarfen Hüseyin Efendi, Telhisü'l-Beyân fi Kavanin-i
Âl-i Osman, Bibliotheque National (Paris), Ancien Fonds Turc, nr. 40, vr. 109 b.

5. Halil İnalcık, "Türkler ve Balkanlar" Balkanlar, İstanbul 1993, s. 17.

6. Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Ali İhsan Karataş, Mahkeme Sicillerine
Göre XVIII. Yüzyılda Bursa'da Gayrimüslimler, (Basılmamış doktora tezi) Bursa 2005,
s. 146.

7. Tevkiî Abdurrahman Paşa, "Kanunnâme" MTM. İstanbul 1331, I, s. 542.