Bediüzzaman and the Revolution of Heart
Öteden beri anarşi, terör ve ahlâksızlığın yaygınlaşıp düzenin alt
üst olması, barış ve güvenin sarsılması, huzurun kaçması toplumların en büyük dert
ve problemleri olagelmiş ve çözümü en âcil meseleler arasında yerini almıştır.
Uyumlu ve huzurlu bir topluma, insanı insan yapan, yücelten bu insanî ve ahlâkî
değerlere her zaman herkesin ihtiyacı vardır. Yoksa hayatın tadı kaçar.
İşte İslâm'ın gönderiliş maksadı da barış ve mutluluk içinde yaşanılabilen bir
atmosferi sağlamaktı. Getirdiği emir ve yasaklar bunun içindir. "Ben güzel ahlâkı
tamamlamak için gönderildim" buyuran Allah Resûlü (a.s.m.) en iyi insanın ahlâken
en güzel, (Buharî, 7:82; Müsned, 2:193.) iman bakımından en güzel olan kimsenin
de yine ahlâken en güzel olanlar olduğuna dikkat çekiyor. (Ebû Davud, Sünnet: 14;
Tirmizî, İman: 4.) Rabbine, "Ya Rabbî! Suretimi güzelleştirdiğin gibi ahlâkımı da
güzelleştir" (Müsned, 6:68.) diye dua ediyordu.
Dünyanın en bozuk insanlarını, gününün ve bütün zamanların en medenî insanları
hâline getiren Allah Resûlü (a.s.m.) gönül, ruh ve akıllarda yaptığı inkılâpla,
bunun pekâlâ mümkün olduğunu da göstermiştir.
Asr-ı Saadeti günümüze getiren çağın seçkin âlim ve düşünürü Bediüzzaman da yegâne
ölçü ve model olarak Kur'ân'ı ve Resûlullah'ı alıyor, elindeki reçeteyle şirazeden
çıkmış; sevgi, saygı, şefkat, merhamet, insanlık nedir bilmeyen kimseleri tahta
kurusunu öldürmeyip, "Bunu öldürmek günah olur mu?" dedirttirecek hâle getiriyordu.
O, önce toplumun hastalığını teşhis etmiş, milletin kalben hasta ve bunun da dinî
duygularda zayıflık olduğuna, bunu takviye ile sıhhat bulabileceğine parmak basmıştı..
(Tarihçe-i Hayat, s. 51; Hutbe-i Şamiye, s. 90.)
İslâm'ın yüzde doksan dokuzu ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilet, yüzde biri de
siyasetti. (Divan-ı Harb-i Örfî, s. 28.)
Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esasıydı. Dinin temelini oluşturan iman ise
bütün güzellik, iyilik ve güzel hasletlerin kaynağıydı. İman kuvvetleştikçe, taklitten
tahkike çıktıkça kişi insanlıkta yükselir, insan-ı kâmil hâline gelirdi.
Bediüzzaman, çoğu peygamberin Doğu'da gönderilmesini Kader-i İlâhî'nin bir işareti
olarak değerlendiriyor, Doğu'yu uyandıracak, kalkındıracak hakikatin de din duygusu
olduğuna parmak basıyor, (Hutbe-i Şâmiye, s. 70.) hükümetin, vatan ve milletin selâmeti
için bu fıtrî kanunu nazara alarak dine taraftar olması gerektiğine dikkat çekiyordu.
(Emirdağ Lahikası, 2:439.)
İlk insanla birlikte var olagelen dine, inanca; cismin havaya, suya, ekmeğe muhtaç
olduğu kadar ruh ve kalb de muhtaçtı. "Mide bir gıda istediği gibi; kalb, ruh, göz,
kulak ve ağız gibi insanın latife ve duyguları da Rezzak-ı Hakiki'den rızıklarını
isterler"di. (Şuâlar, s. 158.)
Kişi ve toplum hayatını düzene sokma, duyguları kontrol altına alma, müsbete
kanalize etme; insan hak ve hürriyetlerini, şeref ve haysiyetini muhafaza etme,
insanları kalben ve ruhen olgunlaştırma yönünden din ve onun önemli bir ana dalı
olan ahlâk kadar insanlar üzerinde etkili olabilen ikinci bir güç yoktur.
İnsanı vicdanen, ruhen, ahlâken inkişaf ettiren en büyük faktör dindir. İnsan
ruhunu ideal ufka din ulaştırır. Onu yükselttikçe yükseltir. Vicdanı tekâmül, akıl
ve fikri inkişaf ve terakki ettirir. (İşârâtü'l-İ'caz, s. 213, 214.) Bediüzzaman'a
göre bu özellikleri taşıyan din olmasaydı, insan hayvan olarak kalacak, vicdanî
değerler ve güzel ahlâktan söz edilmeyecekti. (A.g.e.)
Din gönderilmiştir ki, insanlar hayvanlar derecesine düşmesinler, onur ve şerefleriyle,
insaniyete lâyık bir tarzda yaşayabilsinler. O, zeminin yüzünü temiz ve insanın
yüzünü ak etmek için gönderilmişti. (Münazarat, s. 37.)
Din gönderilmiştir ki, inançsız, hayvan ruhlu insanlarla melek ruhlu insanlar
birbirlerinden fark edilebilsinler. Din bir imtihan, bir tecrübeydi. Tâ ki yüce
ruhlarla alçak ruhlar müsabaka meydanında birbirinden ayrılsınlar. (Sözler, s. 241,
307.)
Hak din olan İslâmiyet en büyük insanlıktır, bütün insanî hasletleri içinde bulundurur.
(Tarihçe-i Hayat, s. 65.)
Dinin vazgeçilmez bu özellikleri sebebiyledir ki, Bediüzzaman, uyanan beşerin
dinsiz kalamayacağını, özellikle uyanmış, insaniyeti tatmış, müstakbele ve ebede
namzed olmuş adamın, dinsiz yaşayamayacağını söyler. (A.g.e., s. 74; Münazarat,
s. 86.)
Nitekim 1927'de toplanan Genel Hukuk Kongresi'nde bu ihtiyaç Batılı düşünürlerce
de dile getirilmiş, "İslâmiyet'in kanunları en yüksek tarzda insanların ıslâhına
kâfidir" hükmüne varılmış, kongrenin başkanı Prof. Shebol, "Hz. Muhammed'in insanlığa
intisabıyla bütün beşeriyet muhakkak iftihar eder. Çünkü o zât ümmî olmasıyla beraber
on üç asır önce öyle bir din getirmiştir ki biz Avrupalılar iki bin sene sonra onun
kıymet ve hakikatine yetişebilsek en mutlu insanlar olacağız" demişti.
Aynı toplantıda Bernard Shaw da, Peygamberimizi (a.s.m.) insanlığın kurtarıcısı
olarak göstermekte, dünyanın içinde bulunduğu problemleri çözüp huzur ve mutluluğa
erişebilmesi için ona benzer, onun ahlâkında, tarzında bir insanın dünyanın başına
reis olması gerektiğini söylemekteydi. (Mektûbat, s. 210.)
Din bugün dünyanın başını ağrıtan her türlü kötülüğün, anarşizmin ve ahlâksızlığın
ilâcıdır.
Mükemmel, güzel ahlâklı insanlardan devlet de, millet de fayda görür. Bu, toplum
hayatı için öylesine önemlidir ki, "Bin mütedeyyin ve cehennem hapsini her vakit
tahattur eden adamların idare ve inzibatı, on namazsız ve itikadsız, yalnız dünyevî
hapsi düşünen ve haram helal bilmeyen ve kısmen serseriliğe alışan adamlardan daha
kolay olduğu çok tecrübelerle görülmüş"tür. (Âsâ-yı Musa, s. 13.)
Evet, tahribe yönelik davranışlar âsâyiş, emniyet, kolay bir idare sağlamaz.
Aksine itikadı sarsılmış, ahlâkı bozulmuş yüz fâsıkın idaresi ve onlar içinde âsâyiş
temini, dinine bağlı binler insanın idaresinden daha zor olur. (Lem'alar, s. 126.)
İnanan insanlardan millete, memlekete zarar gelmez. Çünkü onlar mânevî güvenlik
görevlileridir. Hatta onlar zindanlara da atılsalar orada da birer güvenlik görevlisi,
manevî birer zabıta olarak çalışırlar. Nitekim zaman zaman durak yerlerinden birisi
hapishane olan imanları güçlü Nur Talebeleri o hapishaneleri birer cennete çevirmişlerdir.
Bunu gören hapishane müdürleri, "Nur Talebeleri mânevî birer zabıtadır. İdare ve
âsâyişi muhafaza ediyor, bize yardımcı oluyorlar. Risale-i Nurlar tahkiki îman dersleriyle
her ferdin kafasına mânevî bir yasakçı bırakıyor" demekten kendilerini alamamışlardır.
Bunun en canlı örneklerinden birisi Denizli hapishanesinde yaşanmıştı. Risale-i
Nur Külliyatı'ndan Meyve Risalesi hapishaneyi kısa zamanda nurlandırmış, iki yüzden
fazla mahkûm onun derslerini dinleyerek dindarlaşmış, itaatkâr, merhametli hale
gelmişlerdi. (Emirdağ Lahikası, 1:18.)
Şuurlu bir şekilde dine bağlılık bunca güzel sonuçları doğururken, dinden kopma,
dindeki tahribat ise felâketleri getirir. Hadis-i şeriflerden öğrendiğimize göre
ahir zamanda geleceği belirtilen İslâm Deccalı Süfyan, inanç ve ahlâkî değerlerde
yaptığı tahribatlarla anarşizmi körükler. İslâm'ın bir kısım ebedî ahkâmını nefis
ve şeytanın desiseleriyle kaldırmaya çalışarak toplumdaki maddî ve mânevî bağları
bozar. Serkeş, sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak hürmet ve merhamet gibi
nurânî zincirleri çözer. (Emirdağ Lahikası, 2:271.)
Bediüzzaman ahlâkî yozlaşmaya, bozulmaya, anarşiye zemin hazırlayan davranışlara
her dönemde dikkat çekmiştir. Bilhassa anarşinin isminden bile söz edilmediği 1940'lı
yıllarda Adalet Bakanlığı'na yazdığı bir mektupta ondan bahsediyor. (Emirdağ Lahikası,
1:21.) Yine aynı yıllarda Halk Partisi'nin genel sekreteri Hilmi Uran'a yazdığı
bir mektupla da, onları kuzeyden çıkıp Hıristiyanlığı mağlup edip anarşiyi yetiştiren
dinsizlik cereyanına karşı uyarıyordu. (A.g.e., 1:90.) Hatta Bediüzzaman, tedbir
alınmazsa mutlak dinsizlik altındaki bu anarşiye mağlup düşülüp Türk milletinin
parça parça olmasına, kuzeyden çıkan dehşetli ejderhanın istilâ etmesine sebep olacağını
söylüyordu. (A.g.e., 1:90.)
Bir Müslüman ancak diniyle ayakta durabilir, ne kadar fazileti varsa hepsi de
o sayede yeşerirdi. Bediüzzaman, bir Müslüman'ın hem peygamberleri, hem Rabb'ini,
hem bütün üstünlükleri Muhammed-i Arabî (a.s.m.) vasıtasıyla bildiğini, onun terbiyesini
bırakan ve zincirinden çıkan kimsenin daha hiçbir peygamberi ve Allah'ı tanımayacağını,
ruhunda mükemmellikleri muhafaza edecek hiçbir esas bulamayacağını söyler. Çünkü
peygamberlerin en sonu ve en büyüğü Hz. Muhammed'in dini ve dâveti, bütün insanlığa
baktığı için ve mu'cizatça ve dince herkesten üstün olduğu için bütün insanlığa
bütün hakikatlerde üstadlık etmekteydi. Hakkaniyetini on dört asır boyunca parlak
bir surette ispat eden ve insanlığın medar-ı iftiharı olan terbiye-i esasiyelerini
ve usûl-ü dinini terk eden, elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemâl bulamazdı.
Sükût-u mutlaka mahkûmdu. (Sözler, s. 132.) Âlâ bir şey bozulduğunda adi bir şeyin
bozulmasından daha bozuk olduğu gibi, Müslüman da dinini terk ettiğinde tereyağının
bozulması gibi bozulurdu. (Lem'alar, s. 132.)
Bir Müslüman'ı anarşiye sevk etmek için din ile olan bağlarını koparmak yeterliydi.
Onun içindir ki, Bediüzzaman, milletin din ile rabıtalarının kopması halinde o dinsizlerin
sosyal hayatta öldürücü bir zehir gibi zarar vereceklerine, dinsizin vicdanı tamamıyla
bozulduğundan sosyal hayatı zehirleyeceğine bilhassa dikkat çekmişti. (A.g.e., s.
125.)
Başka bir yerde bu kopuşu anlatırken de, Hz. Muhammed'in (a.s.m.) zincirinden
çıkan, dinini bırakan bir Müslüman'ın, başka hiçbir dine giremeyeceğini, anarşist
olup ruhunda üstünlük, kemal namına bir şey kalmayacağını, vicdanının bozulup sosyal
hayat için bir zehir olacağını belirtir. (Emirdağ Lahikası, 1:191.) Diğer bir yerde
de aynı gerçeği teyid eder tarzda şu ifadeleri kullanır:
"Dinî terbiye olmazsa, Müslümanlarda istibdad-ı mutlak [mutlak baskı] ve rüşvet-i
mutlakadan başka çare olamaz. Çünkü nasıl bir Müslüman şimdiye kadar hakiki Yahudî
ve Nasranî olmaz, belki dinsiz olur, bütün bütün bozulur. Öyle de bir Müslüman Bolşevik
olamaz. Belki anarşist olur; daha istibdad-ı mutlaktan başka idare edilmez." (Şuâlar,
s. 443.)
Müslümanlık demek, mükemmel insanlık demektir. Müslüman îmanının kuvveti ölçüsünde
olgun bir insan olur; toplum düzenini sarsmamaya, kimsenin hak ve hukukunu çiğnememeye
çalışır. Çünkü Resûl-ü Ekrem (a.s.m.), Müslüman'ı eliyle ve diliyle kimseye zarar
vermeyen kimse olarak tarif etmiştir. (Buharî, Îman: 4-5; Müslim, Îman: 64.) Onun
nazarında insanların en iyisi de insanlara en çok faydası dokunandır. (Feyzü'l-Kadîr,
3:481.) Îmanı olan ve dinî eğitim alan bir Müslüman, bu gerçeğin şuurunda olduğu
için kimseye zarar vermemekle kalmaz, aksine faydalı olmaya çalışır.
İşte Bediüzzaman, yozlaşmaya, anarşiye meydan verilmemesi için îman ve Kur'ân
hakikatlerine sahip çıkılması gerektiği üzerinde durur. Ona göre bu vatan ve milleti
anarşi ve büyük tehlikelerden kurtarmak için merhamet, hürmet, emniyet, haramdan
çekinmek ve serseriliği bırakıp itaat etmek gibi önemli esaslara ihtiyaç vardır.
(Kastamonu Lahikası, s. 186.)
Bunlar dinin emrettiği en önemli hakikatlerdir. Mâneviyat, din, îman anarşinin
en büyük panzehiri, kötülük ve tahribatlara karşı da bir sigortadır. Çünkü din,
îman; huzurun, saadetin katili olabilecek her şeyi yasaklamıştır. Onun içindir ki
inançlı, mânevî değerlerine bağlı insanlar kolay kolay anarşiye bulaşmaz, yıkıcılığa
girmezler. Bediüzzaman bu gerçeği de bir eserinde şöyle dile getirir:
"Hakiki bir Müslüman, samimi bir mü'min hiçbir zaman anarşiye ve bozgunculuğa
taraftar olmaz. Dinin şiddetle menettiği şey, fitne ve anarşidir." (Tarihçe-i Hayat,
s. 566.)
Bediüzzaman, Şuâlar isimli eserinde bir tahlil yaparak inançsızlığın insanı hangi
noktalara kadar götürebileceğini bir şehir örneğiyle anlatır. Buna göre bir şehirden
âhiret inancı çıkacak olursa, orada artık güzel ahlâkın esasları olan ihlas, samimiyet,
fazilet, hamiyet, fedâkârlık, rıza-yı ilâhî ve sevap duygularını görmek mümkün olmaz.
Aksine garaz, menfaat, sahtekârlık, bencillik, yapmacık hareketler, riya, rüşvet
ve aldatma gibi haller kuvvet bulur. Görünüşte âsâyiş ve insanlık altında anarşistlik
ve vahşet mânâları hükmeder; o şehir hayatı zehire döner. Çocuklar haylazlığa, gençler
sarhoşluğa, kuvvetliler zulme, yaşlılar ağlamaya başlarlar. (Şuâlar, s. 205.)
Özetle söylemek gerekirse dine, ahlâkî değerlere her toplumun ihtiyacı vardır.
Özellikle idareciler ülkenin selâmet ve huzuru için bu gerçeği daima göz önünde
bulundurmalı, dine, ahlâka gereken önemi vermelidirler.
Öz
Ahlâksızlığın yaygınlaşıp düzenin alt üst olması, barış ve güvenin sarsılması,
huzurun kaçması öteden beri toplumların en büyük dert ve problemleri olagelmiş ve
çözümü en âcil meseleler arasında yerini almıştır.
Uyumlu ve huzurlu bir topluma, insanı insan yapan, yücelten bu insanî ve ahlâkî
değerlere her zaman herkesin ihtiyacı vardır. İslâm'ın gönderiliş maksadı da barış
ve mutluluk içinde yaşanılabilen bir atmosferi sağlamaktır.
Bu çalışmada, Bediüzzaman'ın eserlerinden yola çıkılarak din ve ahlakın toplum
ve fertler için önemi gözler önüne serilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Ahlak, din, iman, toplum
Abstract
The disruption of the order due to the diffusion of the immoral deeds, the corruption
of the peace and confidence, increase in restlessness became always one of the biggest
problems of the societies, for which solution has been sought as soon as possible.
Eveybody needs a coherent and peaceful society and human and moral values which
are sublimating human beings wherever they are. One of the basic aims of the creed
of Islam is to provide for a peaceful and happy atmosphere.
This article clarifies the importance of religion and ethics for the society
and individuals referring to the Bediüzzaman's works.
Key Words: Ethics, religion, belief, society