The Ethics of the Perfect Man and Bediüzzaman

Ariflerin ortak kanaatine göre, Kur'an'ın yedi anlam katı mevcuttur.
(Bazı bilgeler, Kur'an'ın manasının sonsuz olduğunu da söyler. 'Denizler mürekkep,
ağaçlar kalem olsaydı Rabb'inin sözleri yazmakla tükenmezdi' ilahi haberinden hareketle,
Kur'an'ın sonsuz bir anlam denizi olduğunu belirtirler). Yedinci anlam düzeyi sadece
Allah'ın ilmindedir, ama diğer katlara, insan ulaşabilir. Bunun yolu ise, yine Kur'an'ın
ve Hz. Peygamber'in emrettiği nefisle mücahede, riyazet ve tezkiye ile açılır. Tevil
ya da tefsir, manevi bir mertebe, bir makam1 gerektirir. Allah kelamının batıni
zenginliklerine ulaşabilmek için, insanın manevi bir gezi (seyr-i süluk) gerçekleştirmiş
olması gerekir. İnsandan amaç, halifedir, bu ise, insan-ı kamildir.2 Buna, kimi
arifler, abd-i külli de derler. İnsan-ı kamil, kainatın minyatür halidir. Onda,
İlahi isimlerin tümü tecelli eder. Bir başka kavle göre, insan-ı kamil, Kur'an'dır,
Kur'an'ın kardeşidir. Kamil insan, Allah'ın yeryüzündeki halifesidir, O'nun mahlukatına
merhamet ve şefkatle muamele eder; Allah'tan rahmet alır, varlıklara merhamet verir,
yeryüzünü korur, Allah'ın gerçek bir halifesidir. İnsanın, bu mertebeye ulaşabilmesi
için manevi bir seyahat, bir miraç yaşaması gerekir.3 Bu manevi seyahatin başlangıcını
zühd oluşturur. 'Kötülüğü emreden nefsin tezkiyesi, ancak sürekli ve kararlı bir
ibadetle gerçekleşebilir. Bu bakımdan İslam'ın başlangıç günlerinden itibaren, mükemmel
bir model olarak Hz. Muhammed'in (asm) zühd ve takvası, nefisle mücahede yöntemleri,
tevekkülü, başkasının derdiyle dertlenmesi, sürekli Rabb'inin huzurunda bulunmanın
gerektirdiği adap ve esaslar, sonraki yüzyıllarda oldukça sadık izleyiciler bulmuştur.
Özellikle bir ilim ve belagat merkezi olan Basra ve Kufe, aynı zamanda zühd hareketinin
de bereketli bir çevresine tanıklık eder. İnsanın kul olarak alçakgönüllü bir hayat
sürmesi, eylem ve düşüncelerinde tam bir uyum içinde olması, sabır ve şükür ehli
bulunması, bir bakıma, kamil bir veli ve nebi olarak Hz. Peygamber'in bıraktığı
mirasa varislik edenleri işaret eder. Bunlar, 'Allah dostu/veli' olarak anılmışlardır
ki, en yetkin örneklerine Sahabiler arasında tanık oluruz. Adı aynı zamanda manevi
bir makama özel isim olmuş olan Üveysü'l-Karani, bunların en kamil örneklerindendir.
O, bir anlamda, kendisini insanlardan yitirmesiyle, sonradan Melametiyye biçiminde
adlandırılacak olan bir damara da kaynaklık eder. Arif4 kendisine Hz. Peygamber'in
yaşamını örnek edinir. O, daima, Allah'ın külli iradesine bağlı, nefsin tutku ve
arzularından arınmış, marifet ve tefekkür dolu bir hayatın sahibidir. Sufi, bu uhrevi
ilkeleri esas alarak yola koyulur. Nefsini tezkiye edene ve marifet nurlarına müheyya
bir hale gelene kadar bu yolda yürür. Bu yolun nihayeti yoktur. Gerçi arifler, 'tevhid'
makamının, manevi seyahatte, varılabilecek en üst düzey olduğunu söylerler; ama
Allah'ın mutlak ve sonsuz varlığında tam olarak gaybubet etmenin nihayeti olamaz.
Erken dönem zahitlerinin ilginç bir örneği olarak görülebilecek olan Hasan el-Basri'nin
şu ifadeleri, sufiyi bize net bir biçimde tanımlar niteliktedir: 'Bu dünyanın tüm
çekiciliklerine dikkat et. Bir yılan gibi dokunuşta yumuşak, ama zehri öldürücüdür.
Onda bir zevk buldun ise, hemen terk et, çünkü, ondan çok azı, sana yol arkadaşlığı
edecektir. Dünyanın hali birdenbire değişir. Sen, değişene, kalıcı olmayana, sana
sadık yoldaşlık etmeyene sakın kalbini bağlama.' Bir anlamda zühdü de tanımlayan
bu ifadeler, O'nun bir mektubundan alınmıştır. Basra, Hasan gibi daha pek çok zahide
ev sahipliği yapmıştır. Fakr ve istiğna vadisinin yıldızlarından biri olan Rabiatu'l-Adeviyye5
bunlardandır. Keza erken dönemin iki önemli velisini, Cüneyd-i Bağdadi ile Hallac-ı
Mansur'u anmamız gerekmektedir. El-Muhasibi'nin6 öğrencisi olan Cüneyd-i Bağdadi,
'Yolun Şeyhi' olarak da anılır ve nazari irfan tarihi açısından önemle kaydedilmesi
gereken bir kişiliktir. İrfani tefekkürün doruğundadır ve onun nazari bir yapıya
kavuşmasında risaleleri ve mektuplarıyla etkili olmuştur. O'nun geniş vizyonu, İslam
irfanının, 'nesnel' dile kavuşmasını sağlamıştır. Gerçi sufi sözlüğünün tedvini
ve zenginleştirilmesi, daha çok İbn Arabi'ye nasip olacaktır; ama tüm bu şahsiyetler,
Hz. Şeyh-i Ekber'in doğumuna zemin hazırlamıştır, denilebilir. Erdem ve ahlak vadisinin
yıldızları saymakla bitmez. Ama Geylani ve İmam-ı Rabbani'yi özellikle anmamız gerekir.
Biri, bütün irfani ve ahlaki öğretilerin yolunun mutlaka kendisine uğradığı bir
kavşaktır; diğeri ise adından da anlaşılacağı üzere Rabbani bir alimdir.

Çağımızda ise, 'kamil insan'ın mükemmel örneği olarak Bediüzzaman Said Nursi'yi
görürüz.

Bediüzzaman'ın ahlaki formasyonunu ve ahlaka ilişkin düşüncelerini doğru kavrayabilmemizde,
insan-ı kamil ve insan-ı kadim doktrinlerinin önemli bir işlevi olacaktır. Ahlak,
hüsün-ihsan ve hakikat formülasyonu gözetilmeksizin sağlıklı bir zeminde konuşulamaz.
Güzellik, iyiliğin; iyilik, gerçekliğin iç boyutudur. Güzel olan iyidir, iyi olan
gerçektir. Bu anlamda, ahlakın kaynağının İlahi Hakikat olduğunu söyleyebiliriz.
Bediüzzaman'ın güzel ahlaka ilişkin düşünceleri, bu formülasyona uyar. O, 'güzel
ahlakı tamamlamak üzere gönderilmiş olan' Nebi'nin (asm), kamil bir varisidir. Dolayısıyla,
O'nun nuru üzerinden, İlahi niteliklerle ilişki kurulacağı görüşündedir. İnsan,
Rahman sureti üzere yaratılmıştır. Allah'ın yeryüzündeki halifesidir. Arapça'da
ed-dünya, bizim yaşadığımız 'aşağı alem' için kullanılır. El-alem ise, yüce alemleri
ifade eder. İkisinin de sözlük anlamı dünya'dır; ama biri arzi diğeri semavi alemi
ima eder. Semavi alem arzi alemi kuşatmıştır. İnsan, fıtratı itibariyle mükerremdir.
Gözleri semadadır. Ruhu semadan inmiştir. Ruhun mekaneti, semadır. İnsan, Allah'ın
nitelikleriyle donatılmıştır. Merhamet, şefkat, muhabbet, adalet, ahlak, hikmet,
tedbir, basar, sem vs. gibi nitelikleri itibariyle insan Rahmani bir doğaya sahiptir.
Fakat yaşamın sınav olmasından dolayı, insanda negatif ve pozitif kutuplar bulunur.
Ya İlahi boyutunu korur veya ihanet eder. Nebiler ve onların kamil varisleri olan
insan-ı kamil'ler, 'güzel ahlak'ın korunmasında, insanın fıtratını muhafaza etmesinde
görevlendirilmişlerdir. İnsan-ı kamil için 'veted' (sütun) tabirinin kullanılması
da bundandır. Kamil insan, varoluşun sütunudur. Dünyayı ve içindekilerin doğasını
koruma ödevini yüklenmiştir. Emanet'ten kasıt da gerçekte budur. İnsana yüklenmiş
olan sorumluluk, hangi manevi düzeyde seyrederse etsin, doğasına, asli tabiatına
ihanet etmeksizin yaşamaktır. Ahlak dendiği zaman, insanın fıtratına sadakatini
ilgilendiren bir atıflar dünyasından söz edilmiş olur. Bediüzzaman'ın, 'iman insanı
insan eder, belki de insanı sultan eder' sözü bunun çarpıcı bir ifadesi olarak okunmalıdır.
Sultan'dan kasıt halifedir ve kamil insandır. 'Kamil insan'ın en yetkin örneği olarak
Efendimiz'e (asm), onun yaşamına bakıldığında ahlak'ın tanımına ilişkin sarih bir
alana geçmiş olacağız. Hz. Ayşe validemize sorulduğunda, 'O, nasıl, ahlakı nasıldı?'
diye, şöyle cevap vermişti: "O'nun ahlakı Kur'an'dı." Burada Efendimiz'in Kur'an'la
özdeşleştirilmesi, Kur'an'ın, hüsün-ihsan ve hakikatten ibaret oluşuyla da ilgilidir.
O, elçidir. kamil insandır. İnsanların en erdemlisi ve ahlaklısıdır. O, bir bakıma
Kur'an'dır, Kur'an'ın kendisidir, Kur'an'ın kardeşidir. Bediüzzaman'ın eserlerinde
atıfta bulunduğu el-İnsanu'l-Kamil adlı eserinde Abdulkerim Cili, bunu ayrıntılı
biçimde açıklar.

Kur'an, bize, "her şey yok olucudur, (O'na bakan/O'nun vechi) müstesna" der.
Bu, esasında, tevhid (birlik) ilkesinin de kaynağını oluşturur. Arifler, varlık
unvanını Cenab-ı Hakk'a layık görür, varolana bir unvan olarak yakıştırmazlar. Varolan,
gerçekte Esma ve Sıfat'ın tecellisidir. Bu, bir görünüm, bir belirmedir. Tıpkı denizin
dalgaları gibi. Dalga, denizden ayrı bir varlık değildir, onun bir halidir. Tüm
yaratılmışlar da, Allah'ın mutlak varlığından 'taşan' bir haldir. Bu anlamda, varolanların,
Allah'ın Esma ve Sıfat'ının tecellisi olduğu söylenir. Tecelli ile aynı kökten gelen
bir sözcük olarak 'cilve'nin anlamı, 'gerdek gecesi, gelinin, yüzünü açması'dır.
Bu, bize varlığın, Allah'ın 'açılması' olduğunu ihsas eder.7 Esma ve Sıfat'ın tecellisi,
bir bakıma, varlığın açılmasıyla, yani cilvesiyle gerçekleşmektedir. Bu ise, kaf
ve nun arasında ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden kimi arifler8 varlığın hazinelerinin
anahtarının, 'kaf ile nun arasında' olduğunu belirtirler. Yani 'kün' emriyle varlığın
arketipleri yaratılmaktadır -ki bunlara ayan-ı sabite denir- bu, zaman ve mekan
ötesi bir varlık alanını işaret eder. Varlığın harici vücut giymesi ise, Esma ve
Sıfat'ın tecellisiyle gerçekleşir. Varlığın vücuda gelmesi sürecinde görev alan
'sebepler'in, tenteneli bir perde olduğunu belirten Bediüzzaman, diğer arif-i billahlar
gibi, Allah'ın, kendisiyle varlık arasına yetmiş bin zulmani ve nurani perde koyduğunu
söyler. İbn Arabi hazretlerine göre, bu perdeler, nebilerin ve velilerin gözlerinden
giderilmiştir. Hz. Ali'ye izafe edilen bir söz şöyledir: "Perde-yi gayb açılsa,
yakinim ziyadeleşmeyecek." Marifet ilminin kapısı olan Hz. Ali, bu sözüyle, gözünden
bu perdelerin giderilmiş olduğunu örtük biçimde ifade etmektedir.

Bu, bize ahlakın kaynağını ve kurucu ilkesini de verir. Allah'a görür gibi inanmak
ve ibadet etmekle insan ihsan düzeyine erişir. İhsan, kulun amellerinde Allah'ın
rızasından gayrısını gözetmemesidir.

Bediüzzaman için bu son derece önemlidir.

Bu sırra sıkı biçimde bağlandığı için, kimseden hediye, zekat ve yardım almaz.
İlahi Hakikat'in hatırını her hatırın üzerinde tutar. İlahi hakikatlerin resmi bir
biçimde ve ücret karşılığında ders verilmesini sakıncalı görür.

Allah rızası için sever, Allah rızası için yapar, Allah rızası için konuşur veya
susar.

Bu ahlaki ilke, esasında bütün Nebilerin ve onların kamil varislerinin ortak
niteliğidir.

Hıllet ve isar hasletleri kamil insanın nitelikleridir.

Bediüzzaman'a göre, ihlas tevhidin başı ve sonudur. Tevhid (İlahi birlik ilkesi)
ihlasla başlar ve onunla biter.

"Amelinizde rıza-yı İlahi olmalı, O razı olduktan ve kabul ettikten sonra bütün
dünya küsse ehemmiyeti yok" ifadesi, ahlakın batıni, kişinin kendi dünyasına bakan
yönünü ifade eder. İnsanın kendisiyle ilişkisinde geçerli olan bu ahlaki ilke, esas
itibariyle ötekiyle olan ilişkisine de zemin oluşturacaktır.

İlahi hakikati önceleyen bir insan, ötekiyle ilişkilerinde adalet, merhamet ve
muhabbet üzere olacak fakat hakikatin hatırını koruma konusunda da duyarlı davranacaktır.

Adil olmak, Allah'ın mutlak adalet ilkesiyle davranmak, demektir.

Merhametli olmak, Allah'ın dünyada Rahman, ahirette Rahim sıfatıyla tecelli edişine
bağlı olarak, insanın da dünyada merhametli, ahirette şefkatli oluşunu zorunlu kılar.

Fakat burada yine ahlaki bir sınırlayıcı ilke olarak şu karşımıza çıkar: Allah'ın
merhametinden fazla merhamet edilmez. Kendisine merhamet etmeyene merhamet edilmez.

Bu, manevi doğasına, fıtratına ihanet eden, bir bakıma kendisine kıyan bir insana
karşı İlahi sınırlar içerisinde gerçekleşmek zorundadır.

Arif, manevi miracını yaşarken, dünya varlığından soyunmanın ilk adımı olarak,
üzerinde herhangi bir dünyevi mal bırakmamalıdır. Tövbe kapısına bu halde yanaşan
sufi, adına zühd denilen ve İslam'ın 'ibadat' kısmını oluşturan amel-i salihalara
titiz bir biçimde uymak olan bir yola girecektir. Zühd ve takva, sufinin nefsiyle
mücahedede bulunması zorunlu bir sürece, bir hale işaret eder. Olgun bir yakine
ulaşmak ve müşahedelere hazır hale gelmek için bu zorunludur. Farzların yanı sıra,
insanı Allah'a yakınlaştıran nafileler de sufinin dikkatli ve duyarlı bir biçimde
uyması gereken ibadetler cümlesindendir. Huşu ve huzur hali, havf ve recayla gerçekleşecektir.
Burada zikr ve virdler, halvet ve uzletler, sabır ve şükürler, sufiyi, 'ubudiyet'
hakikatine doğru yüceltecektir. Ubudiyet, kulluğun çeşitli belirtilerini ifade etmede
kullanılır. Bu halin, sufide sürekli galebesi, artık onun rıza makamına doğru yol
aldığını gösterir. Bu yolda, istikamet üzere olmanın şartı, ihlastır. Bediüzzaman'ın
ısrarla üzerinde durduğu ve adına bir risale kaleme aldığı ihlas, kulun, her şeyde,
samimi bir biçimde Hakkın rızasını gözetmesi halidir. Bu, Melamilerde olduğu gibi,
sufinin, dünyaya gelirkenki saf ve yalın haline dönmesini sonuç verecektir. Saf
ve katışıksız bir kul olma durumu sufiyi, ferasete, cud ve sehaya, gayrete, fakra,
sefere, sohbete, muhabbete, aşka, şevke ve marifete ulaştıracaktır. Marifetin nihai
düzeyi, tevhiddir.

Risale-i Nur, Bediüzzaman'ın manevi tecrübesinin ürünüdür. Biz, bu metinlerin
ardındaki tecrübelerden habersiziz. Ne ki, elimizdeki metinlerin gramerinden, sözlüğünden
ve anlattıklarından o deneyimleri kısmen okuyabiliyoruz. Bu anlamda, Bediüzzaman'ın,
manevi bir geziyi, tevhidin nihai noktasına değin gerçekleştirdiğini görüyoruz.
O'nun nihai bir yakine ulaşmış olduğunu özellikle Ayetü'l-Kübra ve El-Hüccetü'l-Zehra
metinleri yeterince açıklıyor. Her iki metinde de, bir gezi, bir seyr ve seyahat
yapılıyor, basamaklarla çeşitli mertebelere çıkılıyor, mirac tamamlanınca da, menzillere
uğranılarak iniliyor. Buradaki anlatımlar, İbn Arabi'nin vakıalarında ve bu vakıaların
meyvesi olan metinlerde görüldüğü üzere, saf bir ilhamla edinilen marifetin gerektirdiği
bir gramerle yapılıyor. Istılahlar ise, çoğunlukla Kur'an ve hadislerde geçen ve
ulaşılan manevi makamları, ona ulaşma süreçlerini konu edinen kavramlar olarak karşımıza
çıkıyor. Biz, bu manada, Bediüzzaman'ın, tümüyle irfani gelenek içerisinde yer aldığını
iddia ediyoruz. Risale-i Nur Külliyatı, bu iddiamızı besleyen çok sayıda delil barındırıyor.
Bu bağlamda ilk olarak, Yedinci Şua'da yer alan ve Bediüzzaman'ın 'magnum opus'u
sayılan Ayetü'l-Kübra'yı9 gözden geçirmemiz yerinde olacaktır.

Risale, "kainattan Halık'ını soran bir seyyahın müşahedatıdır" altbaşlığıyla
açılıyor. Bir seyyahın, Halık'ına doğru yaptığı gezide ulaştığı 'müşahede'leri okuyacağız,
demek ki. Buradaki seyyahın, Bediüzzaman'ın kendisi olduğu söylenmelidir. Bu, dile
dönüşürken, Cüneyd-i Bağdadi'de (ra) gördüğümüz üzere, 'nesnel' bir niteliğe bürünüyor.
Oysa, Bediüzzaman, burada, tümüyle kendi tecrübesini anlatmaktadır. Müşahede kelimesine
daha önce birkaç kez değinmiştik. Aynı kökten gelen meşhed kelimesi, 'müşahede yeri'
anlamına gelir. Şuhutla da kökteştir ve manen görmek demektir. Burada gözle değil,
'gönül gözü'yle gerçekleşen bir görüş söz konusudur. Müşahedenin dilimizdeki tam
karşılığı, 'görünme'dir. Bu durumda, müşahedeye mazhar olan kimse, Allah'ın meşhetlerinde
(tecelli ettiği yerlerde) 'hayalen' bulunmuş demektir. Bu yönüyle, Ayetü'l-Kübra,
Allah'ın Kendisini açığa vurduğu, (mazhar) göründüğü (manzar),10 açtığı (mütecella
fih) yerlerde yapılan gezideki müşahedeler toplamıdır. Zaten Risale, İsra suresindeki
şu ayetlerle başlar: "Yedi gökle yer ve onların içindekiler O'nu tesbih eder. Hiçbir
şey yoktur ki, O'nu övüp, O'nu tesbih etmesin." Allah'ı tesbih eden varlıklarda
yapılacak olan geziyi yapmak üzere, 'dünya misafirhanesi'ne gelen yolcu, gözünü
(basar) açıp baktıkça görür ki, (basiret) "gayet keremkarane bir ziyafetgah ve gayet
sanatkarane bir teşhirgah ve gayet haşmetkarane bir ordugah ve talimgah ve gayet
hayretkarane ve şevk-engizane bir seyrangah ve temaşagah ve gayet manidarane ve
hikmetperverane bir mütalaagah olan bu güzel misafirhanenin sahibini ve kitab-ı
kebirin müellifini ve bu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şiddetle
merak ederken…"11 Metne daha yakından bakalım: Kainat büyük bir kitaptır. Yeryüzünde,
'Kerem' tecelli etmektedir. Kitabın kelimeleri olan sanatlı varlıklar, teşhir edilmekte,
'hayret'li bakışlara sunulmaktadır; bu 'temaşa'yı yapanlara, 'şevk' vermektedir.
Kainat manalı ve hikmetli bir okuma yeridir vs. Istılahlara baktığımızda, Bediüzzaman'ın,
gezisine başlarken, 'hayret'i kuşanmış, varlık kitabını okumaya hazır, 'şevk' makamına
ulaşmış ve varlığı temaşa disiplinini kazanmış olarak görürüz. Yolcu, ilkin yüzü
nur yıldızlarıyla süslenmiş göğe bakar. Bu, ilk semadır. Yolculuğun da ilk makamının
ilk mertebesini işaret eder. Zaten metnin ilk meyvesinin 'tesbih'inde, 'birinci
makamın birinci mertebesinde' denmektedir. Yolcu adımını ilk basamağa atarken, 'Halık'ın
varlığının, göğün varlığından daha zahir' olduğunu görür. Zahir, zuhur etmiş olandır.
Birinci adımda yolcu, Allah'ın semada gördüklerinden daha açık biçimde zuhur etmiş
olduğunu fark edecektir. İkinci adımda, semada gezen bulutlara çıkılır. Yolcu bakar
ve göğün, "bana bak, merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir
ve bulabilirsin" seslenişini duyar. Yolcu, buluttan sonra rüzgarın, ardından yağmurun
hakikatini görür ve gözünü (basiret) onlardan çekerek aklına bakar, mütalaasını,
"…Ve rüzgarları sevk etmesinde ve gökle yer arasında, Allah'ın emrine boyun eğmiş
bulutlarda…" (Bakara, 2:164) ayetiyle taçlandırır. Yağmura bakarken, damlaları
sayısınca 'rahmet' ve 'hikmet' müşahede eder. Buradan, suyun hakikatine ulaşır.
'Hayatı sudan yarattık' ayetinin sırrına erer. Bu, sufilere göre, yüz makamdan on
yedincisine tekabül eder. Bu manevi aşamaya ulaşanlar, yani suyun gerçeğine erenler,
üzerinde yürüyebilirler. Yolcu, bulutun, rüzgarın ve yağmurun Allah'a ilişkin 'yüksek
şehadetini' müşahede ettikten sonra, ikinci mertebeye geçer. Burada, yağmurun indiği
ve rüzgarın üzerinde estiği arza bakacaktır. Yeryüzü seslenir, "gel" der, "ben,
sana, aradığını tanıtacağım. Gel ve sayfalarımı oku." Yolcu, bu kez, kainat kitabının
arz sayfasını mütalaaya başlar. Varlıkların çeşitli türlerinde ve örneklerinde gezisini
sürdürür. Üçüncü mertebeye geçer. Okumaları ilerledikçe, yolcunun 'manevi terakkiyatının
miftahı olan marifeti' artmaktadır. Dördüncü mertebeye ilerlerken, denizleri, gölleri
ve nehirleri okur. Onların Allah'a dair şahitliğini mütalaa ettikten sonra, birinci
'makam'ın, dördüncü 'mertebe'sine erişir. Burada, kitabın dağ ve sahralardan oluşan
sayfalarını mütalaaya başlar. "Dağları direk yapmadık mı?" (Nebe, 78:7) ve "Yeryüzünde
dağları sabit kıldık" (Hicr, 15:19) ayetlerini, dağlardan ve sahralardan okur. Beşinci
mertebe, bitkiler (nebatat) alemine taşır onu. Altıncı mertebe, hayvanlar alemine
çağırır. Yedinci mertebede, varlıkların mütalaası bitmiş, kainat kitabının sayfaları
kapanmıştır. Bu düzeyde, yolcu, kainattaki varlıkların Allah'a dair 'aşikar şehadeti'ni
tümüyle okumuş; tekvini şeriattan, tenzili olana geçerek, tüm Allah elçilerinin
getirdiği vahiylere yönelmiştir. Kainatı ve Halık'ını bize tarif eden Peygamberlerin
getirdiği vahyi okur. 'Nev-i beşerin en nurani ve en mükemmeli olan Allah Elçileri
çağırır yolcuyu meclise. Burada, yeni bir müşahedeye mazhar olan yolcu, o 'nurani
meclis'e girer ve önce, 'geçmiş zamanın menziline' bakar. Burada 'menzil' kelimesi,
iki anlamda kullanılmıştır. İlki, bir yer ve mekan belirtir ve geçmiş peygamberlerin
vahye mazhar oldukları mekanlara ve şeriatlara atıfta bulunur. İkincisi, 'zuhurun
mertebeleri', 'cennetin dereceleri' ve/veya, "Allah'ın sana doğru indiği ve senin
Allah'a doğru indiğin yer" anlamındadır.12 Yolcu, o 'nurani medresede diz çöküp,
nebilerin şahitliklerini dinler. Sekizinci mertebede, nebilerin meclisinden ayrılarak
alimlerinkine girer. Alim, nebinin varisidir. Allah, Alim'dir ve ilim, vahdet bilgisinde
vahiyden sonraki sırayı işgal eder. Alimlerin tevhid konusundaki 'ittifak'ını 'müşahede'
eden yolcu, bu kez, melekler alemine girer. "Nur-ı imanı parlar" ve "zeminden göklere
çıkar." Bu yükselişten sonra, yolcu, seyrini sürdürerek, 'münevver akılların, selim
ve nurani kalplerin' sahiplerinin menziline uğrar. Onların da Halık'a olan 'müncezibane
keşfiyat ve müşahedatlarını' mütalaa ettikten sonra, birinci makamın on üçüncü mertebesinde,
bu defa, 'alem-i gayb'a bakar. Vahiylerin hakikatinin, gayb alemlerinin her tarafında
hükmettiğini müşahede eder. Nihayet, 'kainatı bize tarif eden üç külli muarriften
biri olan Hz. Peygamber'e (asm) doğru yükselir. Yirmi Sekizinci Lem'a'da da belirttiği
üzere, burada, "menzili şenlendiren ve ünsiyetlendiren ve nurlandıran şahsiyet-i
maneviye-i Muhammediye'yi (asm) müşahade eder." O'nun Allah'a olan şehadetini de
okur, böylece, birinci makamın, on altıncı mertebesine ulaşmış olur. Alemlere rahmet
olarak gönderilen Hz. Muhammed'in (asm) şahitliğini dinledikten sonra, O'nun getirdiği
vahye yönelir. Kainat kitabını okuyan ve 'üç külli muarrif'ten bir diğeri olan Kur'an-ı
Mu'cizi'l-Beyan'a kulak verir. Onun sırlarına muttali olur. Kur'an'da yapılan bu
soluk kesici gezinin ardından yolcu, birinci makamın on yedinci mertebesine yücelmiştir.
Bu durakta, kendi nefsine şöyle der: "İmanın hadsiz mertebelerinden bir mertebe
daha kazanmak için kainatın heyet-i mecmuasına müracaat edip, o ne diyor, dinlemeliyiz,
erkanından ve eczasından aldığımız dersleri tekmil ve tenvir etmeliyiz."13 Kainatın
çeşitli varlıklarını, cüzlerini ve parçalarını ayrı ayrı mütalaa eden yolcu, bu
itkanını güçlendirmek üzere, bu kez, parçadan bütüne geçecek ve tüm varlığı bir
kül halinde idrak edecektir. Burada, ara basamaklara işaret eden 'hakikat'ler sıralanır.
On sekizinci mertebede Bediüzzaman, yolcunun büründüğü hali ve makamı şöyle niteler:
"Sonra, dünyaya gelen ve dünyanın Yaratıcı'sını arayan ve on sekiz mertebeden çıkan
ve arş-ı hakikate yetişen, bir mirac-ı imani ile gaibane marifetten, hazırane ve
muhatabane bir makama terakki eden meraklı ve müştak yolcu…"14 Bediüzzaman, yolcunun
imani miracını tamamladığını, hakikatin en yüksek göğüne yüceldiğini, tevhid mertebelerini
tümüyle geçmiş olduğunu, yakinde nihai düzeye ulaştığını ve 'muhataba makamı'na
eriştiğini belirtiyor. Ayetü'l-Kübra'ya konu olan yolcu, böylece, Ef'al, Esma, Sıfat,
Ehadiyyet ve Samediyyet gibi sınırlardan geçerek, Allah'ın Zat'ına ulaşmış oluyor.
Bu, 'büyük miraç'ta, sidretü'l-münteha olarak adlandırılır. Buradan ötesi, Zat alemidir
ve insanın idrak sınırlarının ötesindedir. Allah, kendisini Allah olarak vaz'ettiği
düzeyin de ötesindedir çünkü. 'Muhataba makamı'nda, doğrudan Zat'a seslenen yolcu,
ulaştığı idrak düzeyinden, kainatın, Peygamberlerin, meleklerin, alimlerin, velilerin,
Hz. Peygamber'in ve Kur'an'ın O'na olan şahitliğini Zat-ı Akdes'e arz eder. Böylece
birinci makam, fark-ı evvel ile birlikte, on dokuzuncu mertebede15 son bulur. Yolcu,
imani miracını bitirmiştir, ama gezi tümüyle sona ermemiştir. Bu kez, oradan yeniden
mahlukata iniş ve ulaşılan tevhid nurlarının tebliği söz konusu olacaktır. Buna
sufi sözlüğünde, fark-ı sani denir. Gezinin nihayetinde, Bediüzzaman bir 'ihtar'da
bulunur: "Geçen, ikinci makamın, birinci babının, on dokuz adet mertebelerin şehadet
ettikleri hakikatlerin her birisi, tahakkuklarıyla ve vücutlarıyla vücub-ı vücuda
delalet ettikleri gibi, ihataları ile dahi vahdete ve ehadiyete delalet ederler.
Fakat, başta, sarihan vücudu ispat ettikleri cihetle, vücub-ı vücudun delilleri
sayılmış. İkinci makamın ikinci babı ise, başta ve sarahatle vahdet -ve içinde vücudu-
ispat ettiği haysiyetiyle, tevhid bürhanları denilir. Yoksa her ikisi, her ikisini
ispat eder. Farklarına işaret için, Birinci Bap'ta, "…hakikatinin azamet-i ihatasının
şehadetiyle…", İkinci Bap'ta, "…hakikatinin azamet-i ihatasının müşahedesiyle…"
fıkraları tekrar ediliyor. Bu ayrıntı bize, (birinde 'şehadet', diğerinde 'müşahede'nin
kullanılması) yücelişten sonraki inişte, İlahi azametin katlarını müşahede etmiş
olan yolcunun, bunun meyvelerini aktaracağını göstermektedir. İkinci bapta, bu anlamda,
dünya misafiri, aklını da alarak yola çıkar. Ve ilk 'menzil'de, 'kainatı kuşatan
dört hakikat-ı kudsiyeyi' görür: Uluhiyyet-i Mutlaka, Rububiyyet-i Mutlaka, Kemalat
ve Hakimiyyet. Bu iniş gezisinde ikinci aşamada, Fettahiyet, Rahmaniyet, Müdebbiriyet,
Rahimiyet ve Rezzakiyet hakikatleri anlatılacaktır. El-Hüccetü'l-Zehra16 risalesinde
de 'tevhid bürhanları' benzer bir gezi ve ıstılahlarla anlatılmaktadır. Bediüzzaman'ın
manevi hayatının üçüncü ve son evresinin bir meyvesi olan bu risale de 'iki makam'dan
oluşur. Birinci makamda 'kelam-ı tevhid'in on bir müjdesi ve on bir hücceti aktarılır.
Hüccetlerin her biri, 'kelime' alt başlığıyla anlatılır. Kelime ile, bir varlığa
ve onun hakikatine işaret edilmektedir. Risalenin üçüncü kısmının girişinde ilginç
bir ifade göze çarpar: "Namazdaki Fatiha'nın manevi emriyle, 'Allah'tan başka hiçbir
ilahın olmadığına şehadet ederim'in feyziyle, ikinci kısım yazıldığı gibi, namazdaki
teşehüdde dahi, 've Muhammed'in (asm) Allah'ın resulü olduğuna şehadet ederim' cümlesinin
diliyle, manevi ihtarıyla ve Fetih suresinin ahirinde, 'bütün dinlere üstün kılmak
üzere, Resulünü hidayet ve hak din için gönderen O'dur. Buna şahit olarak Allah
yeter. Muhammed, Allah'ın resulüdür. Onunla beraber olanlar da, kafirlere karşı
şiddetli, kendi aralarında ise, pek merhametlidirler' beş mucize-yi gaybiyyeyi gösteren
büyük ayetin nuruyla dersin üçüncü kısmını yazmaya, şimdi beyanına iznim olmayan
üç sebep için mecbur oldum."17

Bediüzzaman, risalenin ikinci kısmını, 'Fatihanın manevi emriyle' yazdığını söyler.
(Bu, bize, İbn Arabi'nin, 'her surenin bir ruhu olduğu'na ilişkin yorumunu hatırlatıyor.
Şeyh-i Ekber'in ilk kadın mürşitlerinden el-Müsenna'nın emrine Fatiha suresinin
verildiğini söyler. Ayrıca, bir vakıasında, kendisine Şuara suresi bağışlanır. Ve
sözlerinin tüm Doğu ve Batı'yı kuşatacağını anlar. Keza, İbn Arabi'ye hakikati ve
ruhu bahşedilen bir başka sure, İlhas'tır. Bir diğeri, Fatiha'dır.) Fetih suresinin
28 ve 29. ayetlerinde ise, Bediüzzaman, 'beş gaybi mucize' gördüğünü belirtiyor.
Bu, risalenin birinci makamının ilk iki kısmında ulaştığı mertebeden sonra kendisine
açılan bir sır olsa gerektir. İkinci Kısım'da, 'Fatiha'nın manevi emri'nin yanı
sıra, kelime-yi şehadetin ikinci bölümünün 'dili'yle ve 'ihtar'ıyla yazılmıştır.
Birinci İşaret'te, 'bu kainat sahibinin rububiyetinin tezahürüne, sermedi uluhiyetine
ve nihayetsiz ihsanlarına', 'külli bir ubudiyet'le mukabele eden Hz. Muhammed (asm)'ın
varlığının, 'güneşin lüzumu' gibi zorunlu olduğu belirtilir. Bu girişten anlaşılacağı
üzere, bir 'abd-i külli' (insan-ı kamil) olarak Hz. Peygamber'den (asm) bahisle,
insanın, Allah'ın rububiyetine karşı nasıl ubudiyetle mukabele edeceği anlatılacaktır.
İkinci işaretin başında ise, 'vird'inden söz eder. Bu hususa daha önce birkaç kez
temas etmiştik. Bediüzzaman'ın, sufiler gibi (gibi diyorum, çünkü O'nu sufi olarak
nitelemekten çok, muhakkik olarak tarif etmek daha doğru olacaktır. Muhakkik, Allah'ı
tahkik düzeyinde idrak eden kişidir. Bu mertebeye ise, imani miracını tamamlamış
kamil veliler ulaşabilir.) sürekli okuduğu virdleri mevcuttur. Şöyle diyor: "Benim,
virdimde her vakit tefekkürle baktığım yirmiden ziyade şehadetlere işaret eden,
'ümmiliğiyle beraber en ekmel bir din ve İslamiyet ve şeriatla ve en kavi bir iman
ve itikad ve ibadetle ve en yüksek bir davet ve münacat ve dua ile ve en eamm bir
tebliğ ve misli görülmemiş harika ve müsmir, en etemm bir metanetle def'aten zuhurunun
şehadetiyle, Muhammed, Allah'ın resulüdür ve Sadıku'l-Va'di'l-Emin'dir."18 İkinci
İşaret, bu virdin anlamıyla açılır ve On beş Şehadet'ten oluşur. Allah Resulü, kainat
kitab-ı kebirinin ayat-ı tekviniyesinin hikmetlerini tefsir eden yüksek bir dellaldır.19
O halde, bu manevi dersin açılımı olacaktır risale. Zaten, her işaret ve şehadet,
Hz. Peygamber'in (asm) risaletinin delil ve hikmetlerini beyanla doludur. El-Hüccetü'z-Zehra'nın
İkinci Makamı, imani miracını tamamladıktan ve vahyin işaretlerine vakıf olduktan
sonra, imanda tahkik düzeyine ulaşmanın arayışını anlatır. Bir bakıma, bu, ulaşılan
makamların içindeki yüksek tabakalara erişmenin de meyvesidir: "Dünyaya, sırf Halık'ını
tanımak, bulmak için gelen seyyah, aklına dedi: 'Biz, her şeyden Halık'ımızı sorduk;
güzel, tam cevap aldık. Şimdi, 'Güneşi, güneşten sormak lazım' darb-ı meseli gibi,
biz dahi Halık'ımızı, ilim, irade ve kudret gibi kudsi sıfatlarının tecellileriyle
ve meşhud eserleriyle ve isimlerinin cilveleriyle tanımak, bulmak için bir seyahat
daha yapacağız."20 Bu risalede, 'muhatabane makam'a ulaşan yolcunun, makamın gerektirdiği
dille konuştuğunu da bize gösteriyor. 'Güneşi güneşten' dinleyen ve O'ndan aldığı
marifetle, O'na, bir 'abd-i külli' olarak, O'nun azamet ve kibriyasını yücelten
yolcu, 'nun'un 'manevi mucizesinin beyanı'na mazhar olmuştur. Seyyah, arzdan arşa
doğru yaptığı bu gezide, 'Yerlerin ve göklerin Rabbi'nin (Ra'd, 13:16) marifetine
ulaşmıştır. Bu risale, marifetin meyvesidir. Yolcunun gezisi sürerken, 'ikinci kudsi
kelime-yi miraciyye'de21 yine bir miraç olan namazdan söz eder. Bediüzzaman'a göre,
namaz, 'mirac-ı ekberin numunesi'dir. Ve müminin 'hususi miracı'dır. Yolcu, her
alemde, ilim sıfatıyla, 'Allamu'l-Guyub' olan Halık'ını bulmuştur. Bu, miracının
sonucudur. Üçüncü 'kelime-yi kudsiyye'de, Fatiha ve Teşehhüdün hikmetlerinden söz
edilir. 'Nihayetsiz bir hüsün ve cemal-i sermedinin aynası' olan kainatın kokusu,
Hz. Peygamber'in (asm) mirac-ı ekberinde aldığı 'tayyibat'ta bulunmaktadır. Her
teşehhütte, O'na (asm) salat ve selam edenler de bu güzelliğin iklimine girerler.
Ardından varlıkları, tahkik düzeyinden tekrar okur yolcu. Ve müşahede ettiği on
beş 'parlak' delili nakleder. Delillerin sonunda, Bediüzzaman, 'cem-i ezdad'tan
(zıtların birliği, bize, bu düzeyde muttali olunan sırların, tümüyle, İlahi hakikatlerin
inkişafı ve tecelliler olduğunu gösterir) söz eder ve 'Kudret' sıfatının tezahürlerini
temaşa etmek üzere, tekrar basamaklarla yükselmeye başlar. Bediüzzaman'ın 'dehşetli
mesele' dediği Kudret tecellileri, 'şuhudi bir yakinle' anlatılırken, geleneksel
irfani sözlüğün hemen tüm ıstılahları kullanılır: "Vacibu'l-Vücud'un hadsiz kudret-i
ezeliyesi, bir tek mümküne vücut vermesi kolaylığında, bütün mümkinatın vücudu,
ademin muvazenesini bozar, her şeye layık bir vücut giydirir. Ve vazifesi bitmişse,
zahiri vücut libasını çıkarıyor, sureta ademe, belki daire-yi ilimdeki manevi vücuda
gönderir. Demek, eşya, Kadir-i Mutlak'a verilse, bahar bir çiçek kadar, bütün insanların
haşirde ihyaları, bir nefis kadar kolay olur."22

Risalenin ilerleyen bölümlerinde, ayan-ı sabite, ehadiyet ve samediyet hakikatleri
konu edilir. Bediüzzaman, Dokuzuncu23 ve son basamağı, 'uzun bir beyanla' söylemek
istemesine rağmen, Afyon tutukevindeki 'keyfi tahakküm ve tazyiklerden gelen şiddetli
sıkıntılar ve tesemmümden gelen zaafiyet ve elim hastalıklar'ın mani olduğunu belirterek
şöyle der: "Ehl-i hidayet, geçen basamaklardaki kuvvetli hakikatler ve sarsılmaz
hüccetler, selim kalplerine ve müstakim akıllarına gayet kat'i kanaat ve kuvvetli
iman ve ayne'l-yakin bir tasdik vermiş ki, şüphesiz ve vesvesesiz itminan-ı kalple
itikat ederler ki, yıldızlar, zerreler, en küçük, en büyük, kudret-i İlahiyeye nisbeten
farkları yoktur.'24

Ahlak'ın, fıtri kökenine ilişkin bir temellendirmeyi de buluruz bu risalede.
Ahlak, 'hulk' kökeninden gelir ve 'yaratılış'la anlam ilişkisi vardır. Ahlakın kökeni,
bir bakıma, insanın da asli doğasıdır.

Hulk, hem güzel huy demektir hem de 'yaratılış'tan, yani fıtrattan, insanın asli
tabiatından doğan bir niteliktir.

Sorunun asli boyutu, Allah'ın isimleriyle ilgilidir. Allah'ın isimleri, Bediüzzaman'ın
belirttiği gibi, "kemalat-ı İlahiye'nin ünvanlarıdır." İnsan, bilinçli bir biçimde
bu isimlerin mazharı olmaya çalışmalıdır. Sözgelimi, Allah Hakîm'dir, insan da hikmetli
hareket etmeli, abes şeylerden uzak kalmalıdır. Allah her işini sağlam, kusursuz
yapar, insan da öyle olmaya gayret göstermelidir. Allah, Adil'dir, insan da bu ilkenin
gerçekleşmesi için çaba göstermelidir. Allah, bütün yaratılmışlara karşı Rahman'dır,
merhametlidir, insan da insanlara ve diğer yaratılmışlara karşı rahim bir varlık
olmalıdır.

Bu, insan-ı kamilin ahlakıdır. Kamil insan da, Allah gibi rahim ve kerimdir,
adildir ve şefkatlidir.

Bediüzzaman, 26. Mektup'ta şöyle der :

Eğer deseler, "Kur'an nasıldır?". Derler: "Güzel ve ahlak dersini veren bir insan
kitabıdır." O vakit onlara … eğer onlara denilse, "Peygamberi nasıl bilirsiniz?".
Derler: "Güzel ahlaklı, çok akıllı bir adam."

Hz. Ayşe'ye, Peygamberimizin nasıl olduğu sorulduğunda, "O'nun ahlakı Kur'an
idi" demiştir.

Arifler, kamil insanın, Kur'an'ın kardeşi olduğunu söylerler.

İşaratü'l-İ'caz'da bir yerde şöyle denmektedir :

"İkinci nükte: Ahlak-ı aliyeyi ve yüksek huyları hakikate yapıştıran ve o ahlakı
daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kalkıp araya kizb girerse, rüzgarlara
oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur.

"Üçüncü nükte: Mütenasip olan eşya arasında meyil ve cezbe vardır. Yani, birbirine
temayül ederler ve yekdiğerini celb ederler, aralarında ittihad olur. Fakat birbirine
zıt olan eşyanın aralarında nefret vardır, çekememezlik olur.

"Dördüncü nükte: Cemaatte olan kuvvet fertte yoktur. Mesela, çok iplerin heyet-i
mecmuasının teşkil ettiği urgandaki kuvvet, ipler birbirinden ayrı olduğu zaman
bulunmaz.

Bu nükteler göz önüne getirilmekle o Hazret'in sayfası okunmalıdır. Evet, o Zat'ın
bütün asarı, siretleri, tarihçe-i hayatı ve sair ahvali, onun pek büyük, azim ve
ahlak sahibi olduğuna şehadet ediyorlar. Hatta düşmanları bile onun ahlakça pek
yüksekliğinden dolayı kendisini "Muhammedü'l-Emin" ile lakaplandırmışlardır. Malumdur
ki, bir zatta içtima eden ahlak-ı aliyenin imtizacından izzet-i nefis, haysiyet,
şeref, vakar gibi, hasis, alçak şeylere tenezzül etmeye müsaade etmeyen yüksek haller
husule gelir. Evet, melaike, ulüvv-ü şanlarından, şeytanları reddeder, kabul etmezler.
Kezalik, bir zatta içtima eden ahlak-ı aliye kizb, hile gibi alçak halleri reddeder.
Evet, yalnız şecaatle iştihar eden bir zat, kolay kolay yalana tenezzül etmez. Bütün
ahlak-ı aliyeyi cem eden bir zat, nasıl yalana ve hileye tenezzül eder; imkanı var
mıdır?

"Hülasa: Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselam kendi kendine güneş gibi bir
bürhandır.

"Ve keza, o Zat'ın (asm) dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik
devresinde bir hilesi, bir hıyaneti görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer
o Zat'ın yaratılışında, tabiatında bir fenalık, bir kötülük hissi ve meyli olmuş
olsaydı, behemehal gençlik saikasıyla dışarıya verecekti. Halbuki bütün yaşını,
ömrünü kemal-i istikametle, metanetle, iffetle, bir ıttırad ve intizam üzerine geçirmiş,
düşmanları bile hileye işaret eden bir halini görmemişlerdir. Ve keza, yaş kırka
baliğ olduğunda, iyi olsun, kötü olsun ve nasıl bir ahlak olursa olsun, rüsuh peyda
eder, meleke haline gelir, daha terki mümkün olmaz. Bu Zat'ın tam kırk yaşının başında
iken yaptığı o inkılab-ı azimi aleme kabul ve tasdik ettiren ve alemi celp ve cezb
ettiren, o Zat'ın (asm) evvel ve ahir herkesçe malum olan sıdk ve emaneti idi. Demek
o Zatın (asm) sıdk ve emaneti, dava-yı nübüvvetine en büyük bir bürhan olmuştur."25

Bediüzzaman'a göre ahlakın kaynağı imandır.

Güzel ahlak, kamil insanın niteliğidir.

İman, bağlanmadır; kamil insan, bağlanmış ve teslim olmuştur. Bağlandığı yer,
İlahi Hakikat'tir. İlahi Hakikat'in inişi ise, 'güzel ahlakı tamamlamak'tır.

Öz

Ariflerin ortak kanaatine göre, Kur'an'ın yedi anlam katı mevcuttur. Yedinci
anlam düzeyi sadece Allah'ın ilmindedir, ama diğer katlara, insan ulaşabilir. Bunun
yolu ise, yine Kur'an'ın ve Hz. Peygamber'in emrettiği nefisle mücahade, riyazet
ve tezkiye ile açılır.

Kamil insan, Allah'ın yeryüzündeki halifesidir, O'nun mahlukatına merhamet ve
şefkatle muamele eder; Allah'tan rahmet alır, varlıklara merhamet verir, yeryüzünü
korur, Allah'ın gerçek bir halifesidir. İnsanın, bu mertebeye ulaşabilmesi için
manevi bir seyahat, bir miraç yaşaması gerekir.

Çağımızda 'kamil insan'ın mükemmel örneği olarak Bediüzzaman Said Nursi'yi görürüz.
Bediüzzaman'ın ahlaki formasyonunu ve ahlaka ilişkin düşüncelerini doğru kavrayabilmemizde,
insan-ı kamil ve insan-ı kadim doktrinlerinin önemli bir işlevi olacaktır.

Bu çalışma, özellikle Ayetü'l-Kübra risalesinden yola çıkılarak Bediüzzaman'ın
ahlaki formasyonunu ve ahlaka ilişkin düşüncelerini "insan-ı kamil" çerçevesinde
anlamaya yönelik bir incelemedir.

Anahtar Kelimeler: Ahlak, insan-ı kamil, sufi

Abstract

According to the common conviction of the wise men, Qur'an possess seven meaning
spheres. God only knows the seventh sphere, but the knowledge of other spheres are
recognizable by people. The methodology to achieve this seems to be the struggle
against the self, contemplation and purification.

The perfect man is the caliph of the God on earth. He treats His creatures with
compassion and mercy; acquires from God His mercy and grace, and distributes it
to the beings, protects the earth, he is a real caliph of God. Man has to experience
a spiritual voyage, an ascent to heaven in order to reach this ranking.

In our age, we see Bediüzzaman Said Nursi as an excellent sample of the perfect
man. In our comprehension process of Bediüzzaman's moral formation and his thoughts
on the ethics correctly, the doctrines of perfect man and ancient man will carry
an important function.

This work is an investigation to understand Bediüzzaman's moral formation and
his ethical thoughts in the framework of the 'perfect man'. The starting point of
this effort is his booklet of Ayetü'l-Kübra (the Greatest Sign).

Key Words: Ethics, perfect man, sufi

Dipnotlar

1. Mertebe, basamak, menzil, makam gibi sözcükler, sufilerin, Kur'an'dan
yola çıkarak tedvin ettikleri bir literatürün kelimeleridir. Fark-ı evvel tabir
edilen süreç, insanın yeryüzünden Allah'a doğru yücelmesidir. Bu yücelmede her uğrağa,
yani mertebeye, çeşitli basamaklardan çıkılır. Mertebelerin birkaçından sonra bir
makama gelinir. Makam, sufinin manevi seyrinde büründüğü ahvalde bir süre ikamet
ettiği yere denir. Allah'a yücelen sufi, bu miracın meyvelerini insanlara iletmek
üzere, yeniden varlığa döner. Bu sırada, yani inme esnasında uğranılan yere menzil
denir. Menzil sözcüğünün anlamını İbn Arabi, 'Allah'ın insana doğru indiği, insanın
Allah'a indiği yer' olarak belirtir.

2. XIII. Yüzyılın büyük bilgin ve sufilerinden olan Necmeddin-i Kübra, Sa'düddin
Hamuya gibi tasavvuf irfanının önemli isimlerinin derslerine devam etmiş ve tasavvufa
ilişkin son derece değerli eserler kaleme almış bulunan Azizüddin Nesefi, İnsan-ı
Kamil adlı eserinde (Türkçeye çeviren: A.Avni Konuk, Gelenek Yayınları, Tasavvuf
Klasikleri Dizisi 4. Haziran 2004, İstanbul, s. 69-70) 'insan-ı kamil'i şöyle tarif
eder: 'İnsan-ı kamil, şeriat, tarikat ve hakikatte eksiksiz olandır. Onun için dört
şey kemal düzeyindedir: İyi sözler, güzel eylemler, güzel ahlak ve marifet. Seyr-i
sülukta, başlangıçta, tüm salikler ortalama bir yerdedir. Salikin amacı, bu dört
nitelikte olgunlaşmak, kemale ermektir. Çoğu kimseler, bu yola girmiş ama amacına
ulaşamamıştır. İnsan-ı kamilin çeşitli adları vardır. Şeyh, pişva, hadi, mehdi,
bilgin, olgun, tamamlayıcı, imam, halife, kutup ve 'zamanın sahibi' bunlar arasındadır.
Ona, cihanın kadehi ve büyük iksir de derler. İsa (as) derler, O'nun gibi ölüye
can verir, onu manen diriltir; Hızır (as) derler, O'nun gibi, sonsuzluk suyunu içmiş,
ebediyyetin sırrına ermiştir, Süleyman (as) derler, pek çok dile vakıftır, kuşların
dilini bilir. İnsan-ı kamil, alemde sürekli olarak vardır ve birden çok değildir.
Tüm varlıklar, büyük bir şahıstır ve insan-ı kamil de onun kalbidir. Varlıklar,
kalpsiz olmaz. Böyle olunca, insan-ı kamil, alemde, birden çok bulunmaz. Arifler
çoktur, ama alemin kalbi olan zat, birden fazla değildir. Diğer ariflerin mertebeleri
farklıdır, her biri bir düzeydedir. Ne zaman ki, alemin biriciği bu dünyadan göç
eder, bir başkası, onun mertebesine erişir ve yerine oturur ki, alem kalpsiz kalmasın.
İyi bil ki, alem, hokkaya benzer ve varlıkların fertleriyle doludur. Bu mevcudattan
hiçbir şeyin ve hiçbir kimsenin kendinden ve bu hokkadan haberi yoktur. Sadece insan-ı
kamil, kendinin ve hokkanın farkındadır. Mülk, melekut ve ceberrutta hiçbir şey
ona örtülü kalmaz. Şeylerin hikmetini görür. İnsan, kainatın özüdür, özetidir ve
varlık ağacının meyvesidir. İnsan-ı kamil ise, insanın meyvesi ve özüdür. Varlıklar,
suret ve mana itibariyle insan-ı kamile görünürler. İnsan-ı kamil, aynı zamanda
alemi düzenlemekten, insanlar arasında doğruluğun gerçekleşmesinden, çirkin, fena
ve yanlış ilke, kural, yasa ve eylemlerin ortadan kaldırılmasından, insanların Hakka
çağrılmasından; Allah'ın büyüklük, yücelik ve birliğini insanlara bildirmekten,
ahireti övmekten ve özendirmekten, ahiretin sonsuzluğunu ve daimliğini haber vermekten,
dünyayı yermekten, dünyanın değişkenlik ve geçiciliğini zemmekten, fakrın, insanların
gönlüne hoş görünmesini sağlamaktan, insanlar zenginlik ve şehvetten kaçınmaya yöneltmekten,
cehennemin çirkinliğini ve şiddetini duyurmaktan daha güzel bir eylem sahibi değildir.
Esasında bu, nebilerin de çağrısıdır. Yüce Allah, Ra'd suresinde (13:7) şöyle buyurmuştur:
'Sen, ancak bir uyarıcısın ve her toplumun bir rehberi vardır.' Şeyh-i Ekber'e göre
de, 'mükemmel sayıların ilk olan 6, her şeyden önce insan-ı kamil'i sembolize eder.
Ebced hesabında 6'ya tekabül eden vav harfi, 'kün' emr-i ilahisinde (her ne kadar
yazıda gösterilmemekteyse de) kaf ve nun arasında bulunmakta ve bu sebeple de, Şeyh-i
Ekber tarafından Hakk ve halk, ilahi ilke ve zuhuru arasındaki berzah olan 'Hakikat-ı
Muhammediye'nin temsili kabul edilmelidir. Bu harfin, Arapça'da bağlaç işlevi yüklenmesi,
yani bir taraftan birleştirmeye, bir taraftan ayırmaya yaraması da, 'vav'ın hakikatinin
tezahürlerinden (ya da başka bir ifadeyle, vav sembolizminin dayanaklarından) olmaktadır.'
(Michel Chodkiewicz, Sahilsiz Bir Umman, Gelenek Yayınlarnı. Çeviren: Atila Ataman,
İstanbul, Ekim 2003, 2. bsk. s. 127.) İnsan-ı Kamil'e ilişkin, Prof. Dr. Mahmut
Erol Kılıç'ın, 'Sufi ve Şiir' (İnsan Yayınları, İrfan ve Tasavvuf Dizisi: 53, İstanbul,
Mayıs 2004. 2. bsk., s. 176.) adlı kitabında geçen bir beyanını da aktarmamız, konuyu
bütünlemesi açısından yerinde olacaktır: 'İnsan-ı kamil-i hakiki veya Adem-i hakiki
denilen bu premordial insan, Tanrı'nın kendisine ayna olarak aldığı varlık oldu.
(…) 'Ben ona kendi ruhumdan üfledim' Kur'an ayeti ile hem bir Tevrat ayeti hem
de bir Hz. Muhammed hadisi olan, 'Allah, Adem'i, kendi sureti üzere yarattı' sözünü
yanyana koyduğumuz zaman bazı şifreler çözülüyor gibi olmaz mı sizce? Sufiler, daha
Hz. Adem fiziki olarak yeryüzünde yaratılmadan evvel varolan bu hakikati, bir tür
logos ile açıklarlar ki, bunun adı, Hakikat-i Muhammediye mertebesidir.'

3. Arifler, manevi gezilerinde (seyr), Hz. Peygamber'in yaşadığı miracı model
olarak alırlar. Miraç, bu bakımdan tasavvufi gelenekte merkezi bir yer işgal eder.
Esasında, arifler, miracı, 'insanın kendi ruhunda yaptığı gezi' olarak tanımlarlar.
Bu, dikey bir yolculuktur, tıpkı miraç gibi, ama, insanın ruhunda bir yerden bir
yere yapılmaktadır. Nesefi'nin İnsan-ı Kamil'inde bu hususta şunlar kayıtlıdır:
(Nesefi, age. Sh.73-74) 'Süluk, seyrden ibarettir. Allah için seyr, Allah'a seyr
ve Allah'ta seyr düzeyleri bulunur. Allah için seyrin ve Allah'a doğru seyrin sonu
vardır ama, Allah'ta seyr, sonsuzdur. Allah için ve Allah'a doğru yapılan seyrde,
salik, kendi varlığından geçer, Allah'ın varlığıyla var olur. Ve Allah ile diri,
gören, konuşan ve işiten hale gelir. Gerçekte salik, varlığı olmadığı halde, var
olduğunu sanan kişidir. Varlığını tümüyle Hakk'tan bildiği ve gördüğü anda, Allah
için seyri tamamlanır. Bu, Allah'ta seyrin de başlangıcıdır. Salik, bu gezide öylesine
ilerler ki, şeylerin özünü görmeye başlar. Bu tahkik bilgisidir. Varlıkların Allah'a
nisbeti, ağacın mertebelerinden her bir mertebenin çekirdeğe olan nisbeti gibidir.
Tasavvuf ehli der ki, senden Allah'a kadar olan yol, arz tarikiyledir. Çünkü varlığın
fertlerinden her bir ferdin Allah'a nisbeti, bir kitabın harflerinden her bir harfin
mürekkebe nisbeti gibidir. Ve bu makamdan demişlerdir ki, varlık birden fazla değildir.
O da, Allah'ın varlığıdır. O'nun varlığından başka bir vücudun olması imkansızdır.

4. Arif'i, kendisine marifet ilmi bağışlanmış olan kimse olarak tanımlayabiliriz.
Bediüzzaman, Yirminci Mektub'un Mukaddime'sinde, marifete ilişkin şunları söyler:
'Kat'iyyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı
billahtır. Ve insaniyetin en ali mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı
billah içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti,
o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-ı beşer için en halis sürur ve
kalb-i insan için en parlak sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.'
(Nursi, age. 1. cilt. s. 448.) İbn Arabi, ilmin irfandan üstün olduğunu söyler.
Bunun delili olarak da, Kur'an'da Allah'ın, Kendisini Alim olarak ifade etmesini
gösterir. Allah'ın isim ve sıfatları arasında Arif yoktur. O halde, der İbn Arabi,
ilim, hiyerarşide, marifetin üzerindedir. Sufi, arif, derviş, veli vb. kelimeler,
bilge ya da aziz olarak da düşünülebilir.

5. İbn Arabi, erkeklerin ulaşabildiği tüm manevi makamlara, kadınların da sahip
olabileceğini, sufi erkeklerin seyr-i sülukunun aynısını kadınların da yaşayabileceğini
belirtir ki, bunun en çarpıcı örneği Rabiatü'l-Adeviyye'dir.

6. Haris el-Muhasibi, er-Riaye'siyle, kendisinden sonra gelen pek çok irfan ehlini
etkilemiş, nazari irfan birikimine çok katkıda bulunmuştur. Hicri 165'te Basra'da
doğan el-Muhasibi, adını, nefsini sürekli murakabe altında tutabilmesinden alır.
Kelam, fıkıh ve hadis alanında da yetkin bir kişiliktir.

7. Bir çağrışımla, Martin Heidegger'in, 'varlığın açılması'na da atıfta bulunabiliriz.

8. Bediüzzaman Said Nursi, Lem'alar adlı eserinin Yirmi Sekizinci Lem'a'sında
şöyle der: "Bir şeyin olmasını murad ettiği zaman, O'nun işi, sadece 'ol' demektir;
o da oluverir.' (Yasin, 36/82 ayet-i kerimesinin işaretiyle, emr ile icad oluyor.
Ve Kudret hazineleri, kaf ve nun'dadır. (…) Zat-ı Zülcelal olan Sahib-i Arş-ı
Azam'ın, manevi bir merkez-i alem ve kalb ve kıble-i kainat hükmünde olan küre-i
arzdaki mahlukatın tedbirine medar dört arş-ı ilahisi var: Biri, hıfz ve hayat arşıdır
ki, topraktır. İsm-i Hafiz'in ve Muhyi'nin mazharıdır. İkinci arş, fazl ve rahmet
arşıdır ki, su unsurudur. Üçüncüsü, ilim ve hikmet arşıdır ki, unsur-ı nurdur. Dördüncüsü,
emir ve iradenin arşıdır ki, unsur-ı havadır."

9. Nursi, a.g.e., 1. cilt, s. 898-931.

10. Manzar sözcüğü de Risale-i Nur'da sıkça geçen ıstılahlardandır. Çoğulu menazırdır.
Menazır-ı Sermediye söz grubuna Risalelerde çok rastlarız. Manzar, "nzr" kökünden
gelir. Nazar, bakıştır. Chittick (age, s. 305) Manzar teriminin sözlük anlamının,
'içinde bir şeye bakılan yer' veya 'görüntü yeri' olduğunu söyler. İbn Arabi'nin
çeşitli eserlerinde de geçen, menazır-ı ula'ya ilişkin Chittick şunları kaydeder:
'Ula, yüce anlamında 'ala'nın çoğuludur. Buna göre, menazır-ı ula, 'en yüksek görüntü
yerleri' demektir. Kozmolojide teknik bir terim olarak, 'en yüksek' (veya daha yüksek
ve yüce), 'en alçak' (veya daha alçak) olanın karşıtıdır; 'en yüce', dünya, melekler
ve ruhların meskun bulunduğu görünmez alandır. 'En alçak dünya' ise, cismani varlıklarla
meskun bulunan, görünen alandır. Buna göre, 'en alçak görüntü yerleri' (el-manazıru's-sufla)
bizim göz veya bakışımızla (basar) algıladığımız şeyler olduğu halde, 'en yüksek
görüntü yerleri' derin görüş (basiret), keşf ve zevk gibi adlar verilen batıni,
ruhu yetilerle algıladığımız şeyler olmaktadır. İnsanın görünmez ve daha yüce olan
şeyleri algılama 'organ'ı, kalptir. İbn Arabi, şu hadis-i kutsiyi sık sık tekrarlar:
'Beni, ne arz ne arş kuşatır, Beni ancak mümin kulumun kalbi kuşatır.' İbn Arabi,
manzar ya da 'görüntü yeri' formunu, iki boyutta kullanır: Bunlardan birisi, görülen
gerçeklik (manzur) diğeri ise, bunun görüldüğü düzey'dir (mertebe). Görüntünün nihai
nesnesi, bizzat Allah'tır. Ama, Allah, bizatihi asla görülemez ve tanımlanamazdır.
O, bilinmez olan Zat'ında değil, fakat zuhuru veya tecellisinde görülür. Ve bu da
görüntünün ortaya çıktığı yer (mahal) olan bir şekil içinde olur. Bu şekle, 'hayali
suret' (suret-i hayaliyye veya suret-i misaliyye), 'görme yeri' (meşhed), 'tezahür
yeri' (mazhar), 'kendini açma yeri' (mecla veya mütecella fih), 'ruhanilik' vs.
gibi çeşitli adlar verilebilir. Bu terimlerden her birinin özel bir farklılığı vardır.
Ve kendi bağlamında tartışılmayı gerektirir.'

11. Nursi, a.g.e., 1. cilt, s. 898.

12. İbn Arabi hazretlerinin Kitabu Menzili'l-Menazil adlı eseri, menzillerin
menzilini konu edinen, konuyla ilgili temel kaynaklardan biridir. Et-Tenezzülat-ı
Mevsıliyye'de de bu konuya ilişkin yorumlar buluruz. İbn Arabi ıstılahatının başka
pek çok unsuru için de geçerli olduğu gibi, menzil (lafız olarak, 'inilen mekan')
kelimesini bağlama göre, değişen birçok farklı manada kullanmaktadır. Kelime, sadece
'durak' manasına gelebilir, nitekim Şeyh-i Ekber, hicri 597'de Merakeş ve Sale arasındaki
İcisil'de konakladığı sırada, 'kurbet makamı'na vasıl olmasından bahsederken kelimeyi
bu manada kullanmıştır. Menzil, Cennetin derecelerini veya İlahi tezahürün -Fütuhat'ın
198. babında, alfabenin yirmi sekiz harf ve yirmi sekiz İlahi İsimle bağlantılı
olarak anlatılan- mertebelerini de ifade edebilir. Ama esas itibariyle, menzil,
'Allah'ın kula indiği, kulun Allah'a gittiği yer' olarak anlaşılmalıdır. (Geniş
bilgi için bkz, Chodkiewcz, a.g.e., s. 83-101)

13. Nursi, a.g.e., 1. cilt, s. 914.

14. Nursi, a.g.e., 1. cilt, s. 918.

15. On dokuz sayısına, rakamların metafiziksel anlamları itibariyle bakmamız
gerekir. Bunun Kur'an'la ilişkisi olduğu gibi, yine O'ndan hareketle, manevi idrak
düzeylerinden bir 'makam'ın, on dokuz mertebe içerdiği de düşünülebilir.

16. Nursi, a.g.e., 1. cilt, s. 1116-1148.

17. Nursi, a.g.e., 1. cilt, s. 1126.

18. Nursi, a.g.e., 1. cilt, s. 1126.

19. Nursi, a.g.e., 1. cilt, s. 1130.

20. Nursi, a.g.e., 1. cilt, s. 1143.

21. Bu kez, 'Dokuz' basamak anlatılmıştır. Bu rakamın da manevi bir atfa sahip
olduğunu belirtmemiz yerinde olacaktır.

22. Nursi, a.g.e., 1. cilt, s. 1146.

23. Nursi, a.g.e., 1. cilt, s. 740.

24. Nursi, a.g.e., 1. cilt, s. 597.

25. Nursi, İşaratü'l-İ'caz, s. 167.