Ethics of the Righteous Way

Giriş

İnsan; en güzel, en üstün, tam kıvamında yaratılmış bir varlıktır. Mümtaz, şerefli,
medenî, nâzik ve nâzenin ve aynı zamanda sosyal varlık olduğundan insaniyete lâyık
bir şerefle yaşamak ister. Ne var ki, insan son derece âciz ve zayıftır. İhtiyaçları
kâinatın her tarafına dağılmıştır.

Hayat şartlarına uyumumuzu sağlayacak, arzularımızı tatmin edecek bilgi, maharet,
meslek ve gelire yalnız başına sahip olmamız imkânsız. Acz ve zaafımız bizi Kadir-i
Mutlaka sığınmaya, dayanmaya, dergahına ilticaya yöneltir. İhtiyaçlarımızı karşılamak
için de hemcinslerimizle nezaket ve nezahet kuralları içinde ilişki kurarak yardımlaşma,
dayanışma, çalışmalarımızın meyvelerini bölüşme ve değiş-tokuş yapmaya mecburuz.

İnsan, imânın gerektirdiği ahlâkî yapıya göre dizayn edilmiştir. Buna uygun bir
hayat sürdürülmezse, fıtratın çarklarına aykırı hareket edilmiş olur. Bu da birçok
problem ve sıkıntıyı doğurur. Meselâ, ayrılığın, ölümün yakıcı ateşinden, sıkıntıların
azabından kurtulmak için de tozpembe bir dünya oluşturma çabasına girilir. Eğlence,
alkol, uyuşturucu ve benzeri kötü alışkanlıkların bataklığına düşülür. Bunların
sayısız gayr-i ahlâkî hallere sebep olacağı açıktır.

19 ve 20. asırda insan müthiş bir ahlâkî erezyona maruz kalmıştır. Maddeye olan
vurgu, mânâdan uzaklaşmayı getirdiğinden teknoloji de daha çok nefse, egoizme, enaniyete,
oyun ve eğlenceye hizmet ettiğinden ahlâkî hayat kökünden ifsat olmuştur.

Ahlâk; birey, âile, toplum ve tüm insanlığı ilgilendirmektedir. Bu nedenle sadece
ahlâkçılarca değil, başta felsefe, kelâm, tasavvuf, psikoloji, sosyoloji, pedagoji,
eğitim gibi hemen bütün ilim dallarında ehil olanlarca tartışıla gelen bir olgudur.
Akıl ve vahiy prensiplerinin pratik hayata geçirilmesi diye tanımlayabileceğimiz
ahlâk, ilk insan Hz. Âdem (as) ile tarih boyunca bütün peygamberin ihya edip yerleştirmek
için mücâdele ettiği, pek çok filozofun meşgul olduğu bir değerdir.

Tarih boyunca verilen mücâdele de bir bakıma "ahlâk ile ahlâkdışı" anlayışın
tezahürüdür. Bu perspektiften baktığımızda her dinin, her düşünce sisteminin, her
ideolojinin, her felsefi akımın, hatta her toplum ve grubun bir ahlâk anlayışı vardır.
Buna binâen insan, gerçek değerini ahlâkî esaslara uyması oranında bulur.

Ahlâk, bir hayat tarzı, bir yaşam biçimidir. Rûh, kalp, akıl, vicdan, beden ve
bunun gibi insanla ilgili ne varsa, her birinin yaratılış maksadına uygun olarak
kullanım yolu, yaklaşım uslûbu; kâinat ve yüce yaratıcıya muhatabiyettir.

Din, zaman, zemin ve kişilere göre değişmeyen temel, evrensel, kalıcı ve sağlam
ahlâkî esaslar getirmiştir. İslâmiyet, insanın yemesinden içmesine, konuşmasından,
susmasına, gezmesinden eğlenmesine, çalışmasından dinlenmesine, uyumasından uyanıklığına,
öksürmesinden aksırmasına en dakik ve ince davranış biçimlerine kadar ahlâkî prensipleri
vaz'ederek keyfiliği önlemiş, insanı başkasının maskarası, oyuncağı olmaktan kurtarmıştır.
Yâni, ona göre, buna göre, şuna göre bir hayat tarzı değil, İlâhi hakikatlere göre
yaşama tarzını getirmiştir.

İmân esasları, İslâm şartları ve ibâdetler bireyi, âileyi ve toplumu terbiye
ederek ahlâklı olmaya yöneltir. Çünkü imân esasları insan fıtratına seslenir. Kur'ân
ve Sünnet-i Seniyye, ahlâkın herkesin hak, selâhiyet, sorumluluk, vazife ve yetkilerini
açıklar. Başta anne-baba, eş (karı-koca), çocuk, kardeş, akraba, komşu, hattâ, hayvan,
çevre ve eşya haklarını sıralar. Hakların yanında herkesin görevleri de belirler.

Meseleler kimsenin şahsî, indî, beşerî istek, nefsî arzularına bırakılmamış;
âdil ve fıtrata uygun haklar, selâhiyetler, mesuliyetler, vazifeler bir bir sıralanmıştır.
Bununla da yetinilmemiş, hak ve vazifeler imân, ibâdet, eğitim ve terbiye yoluyla
akıl, kalb ve vicdânlara yerleşip fiiliyata dökülebilmesi için de gerekli tedbirler
alınmıştır.

Özellikle günümüzde Peygamberî ahlâk öğretilerine şiddetle muhtacız. Zîrâ, Kur'ân'la
barışık olmayan ateist, seküler, egoist felsefî akımlar; insânî değerlerin içini
boşaltmış, tamamen nefse, hevâ ve hevese hitap ederek ahlâkı kökünden ifsat etmişlerdir.
Hattâ, hürriyeti de, dini ve ahlaki prensiplerden de tamamen sıyrılmak şeklinde
anlatılmaktadır. Bu da, insanlığın ahlâkî değerlerini tüketmiş, en yakın akrabaları
(eş, çocuk, kardeş vs.) ve dostları birbirine düşürmüştür.

"Akıl, gadap/savunma ve şehvet" gücü gibi temel duyguların ifrat ve tefritleri
ahlâkî değerlerden yoksunluğu, bu da dehşetli sonuçlar doğurmuştur. Bunlardan bazıları;
hazcılık, çıkarcılık (menfaatperestlik) egoizm, ideolojik saplantılar, ırkçılık
(asabiye damarı), nefisperestlik/narsizm, zulümperestlik/sadizm, güçperestlik/diktatörizm/mazoşizmdir.

Bu çalışmamızda özellikle kişiliğimiz/şahsiyetimiz, huy, karakter ve mizâcımızı
oluşturan ahlâkı detaylı olarak ele almaya çalıştık. Özellikle şu sorulara cevaplar
aradık: Ahlâk nedir? Ahlâkın kaynağı nedir? Beşer aklı ve vicdânı, vahiy güneşi
olmaksızın ahlâkî değerleri bulabilir mi? Semâvî kitaplar/Kur'ân, peygamberler,
imân esasları ve İslâm şartları ahlâkın güzelleşmesi ve yüksek ahlâk normlarının
teşekkülüne nasıl kaynaklık ettiler? Ahlâkın kaderimiz ve hür irademizle ilişkili
mi? Hangi davranış biçimi ahlâkîdir, hangileri ahlâk dışıdır? Ahlak, doğuştan içimize
yerleştirilmiş olgu mudur? Yâni, ahlâkımız da kaderle tayin mi edilmiştir; yoksa
sonradan mı kazanırız?

Ahlâk, çevremizle ilgili münâsebetleri kaidelere bağlayıp düzenlediğine ve hayatın
bütününü kapladığına göre, başta anne-babamıza, kardeşlerimize, akrabalarımıza,
toplumumuza, insanlığa, hayvanlara ve hatta çevremize (eşyaya) karşı yaklaşım biçimimiz
nasıl olmalıdır? Çalışma ahlâkı gibi hayatın sâir safhalarını oluşturan hususlara
karşı nasıl bir ahlâk sergilemeliyiz?

I. Bölüm: Ahlâk ve Kaynağı

1- Arapça "Huy" anlamındaki "hulk" kelimesinin çoğulu olan ahlâk; güzel seciye,
karakter, kişilik, doğru, iyi, hayırlı, olumlu/pozitif bir davranış biçimidir. Ortak
tanımı; nefiste iyice yerleşen melekedir ki, fiil ve davranışlar; fikrî bir zorlama
olmaksızın ortaya çıkan hâldir.1

Psiko-fizyolojik davranışlarla ahlâkî davranışları biri birinden ayırmak gerekir.
Bir davranış ve hareketin ahlâkî olduğunu gösteren iki unsur vardır:

İyi-kötü gibi bir değer taşıması; irâdî ve kastî olmasıdır.

Meselâ, psiko-biyo-fizyolojik davranışlar ahlâkî değildir. Ahlâkı meleke haline
gelmemiş birisinin; kendiliğinden değil; zorlanma veya herhangi bir çıkar hesabıyla
korkması, cömertliği, ahlâkî değil; riyâ ve çıkar eseridir.

Ahlâkî davranış; Allah'ın emirlerine itaat, yasaklarından sakınmak; yarattıklarını
hoş görüp, şefkatle haklarına riayet etmek ve saygılı olmaktır. Rûhun süsü, davranışlarımızın
mayası, iç güzelliğimizin ışığı olan ahlâk, nazarî (teorik) ve pratik/uygulanabilir
olmak üzere iki kısma ayrılır. Dolayısıyla ahlâk, mantık gibi bir ilimdir ve aklîdir.

Ahlâk ilmi; insan nefsindeki kuvvetleri (enerji boyutlarını) asıl yaratılış gayelerine
yönelten kaideleri gösteren;2 faziletler ve reziletler ilmidir ki, nefsi fazîletlerle
süsleme ve reziletlerden koruma yollarını gösterir.3

Ahlâk öğretisi ise; ahlâkî hayatın ve fiillerin kanunlarını, prensiplerini, şekillerini,
biçimlerini araştıran ilim dalıdır. Dolayısıyla, ahlâkî olanın özünü, müşahhas şekillerini
inceleyen ve ahlâk kurallarını hayat içinde ve hayat boyunca geçerli olacak şekilde
ortaya koyan kaide ve prensipleri toplayan doktrinlerdir.4

Ahlâkın gayesi; maddî-mânevî bir yapıya sahip olan insanın ruhunu, ulvî hesletlerini
geliştirip kontrol edebilmek; menfi hislerini kanalize etmek his ve lâtifelerini
dengelemek; dolayısıyla huzûr ve mutluluğu yakalamaktır. İslâm ahlâkı, yalnızca
bir zamana, ferd ve topluma hatta dünya değil, insanlığın tüm zamanlarını ve katmanlarını,
hatta sonsuz hayatı da kapsar.

2- Kişilik ve ahlâk

Kişilik, "Bireyin başkalarıyla kurduğu ilişkilerdeki tepki ve kendisini gösterme
biçimi", ve "Kişinin öteki insanlarla ilişkilerinde aldığı tavır, gösterdiği davranış"5
diye tanımlanır. Diğer ifâdeyle; bir insanı başkalarından ayıran özelliklerin tamamını,
çevresine uyum sağlamak için geliştirdiği davranış biçimini belirtir ve insanın
duygu, tutum ve davranışlarının teşkilâtlanmış, kalıplaşmış, alışkanlık haline gelmiş
bütünüdür.6 Her insanın veya kişiliğin "nesnel/objektif/hakiki/afâkî ve öznel/subjektif/enfüsî/indî"
yönü var.

Aslında kişilik; karakter, huy, mizaç ile eş anlamlı olarak kullanılır. Mizâç
ve huy; günlük hayatımızda, kişiye has oldukça sınırlı ve belirli hissî tepkiler
ile bunların yoğunluğunu ihtivâ eden durumlardır. Sakin, teenni ile hareket etmek
veya çabuk kızmak, öfkelenmek; mizâç özellikleridir. Huy ve mizâçlar; kişiliğimizin
bir yanını ifâde eder.

Karakter de, kişilikle eş anlamlı ve kişiye has duygu, düşünce, tutum, davranışların
bütünüdür. Karakterimizi, şahsî özelliklerle, içinde yaşadığımız âile, toplum ve
çevrenin ahlâkî değerleri, yargıları oluşturur. Kişiliğimizi; biyolojik ihtiyaçlar,
dürtüler, eğitim, tecrübeler, içinde yaşadığımız toplumun değerleri, inançları ve
bize yüklediği roller belirler.

Karakterli olmak; iyi, güzel, doğru yapmak, fedâkârlık ve başkalarını sevmek
gibi olumlu hasletlerle bezenmek demektir. Karaktersizlik ise; kötü huylu, yalancı,
egoist, kibirlilik gibi olumsuz duygular taşımak ve dışa yansıtmaktır.

İşte ahlâk, "Kişiliğimizi nasıl bulacağız, şahsiyetimizi, karakterimizi nasıl
oluşturacağız; çevremizle olan ilişkilerimizi hangi kıstaslara göre belirleyeceğiz?"
sorularının cevaplarını verir.

3- Ahlâkın kaynağı

Gerek kelâmcılar, gerekse filozoflar arasında sık sık tartışıldı ahlâkın kaynağı.
Acaba beşer, aklı ve vicdânıyla ahlâkî değerleri, normları bilemez, bulamaz mı?

Aslında ahlâkî normları anlamak, kavramak başka bir şey, prensip olarak koymak
başka bir şeydir. Yemeğin lezzetli olup olmadığını anlamak ile, lezzetli yemek yapmak
ayrı şeyler olduğu gibi. Ahlâkı; iyi, güzel, doğru, yerinde, uygun davranış ve duruş
biçimidir, diye tanımlanmıştık. Yanlış, kötü, çirkin huy veya davranışa da "ahlâk
dışı" davranış dendiğini biliyoruz. Yüksek ahlâkı ve yüce huyları hakikate yapıştıran
ve o ahlâkı dâimâ yaşattıran da ciddiyet ile doğruluktur.7 Ancak, iyi-kötü, doğru-yanlışın
kıstası, ölçüsü nedir? Kime, neye göre iyi, doğru, güzel, ahlâkî; kime ve neye göre
hata, çirkin, günah ve ahlâk dışı?

İnsanın aklı ve ömrü kısa olduğuna göre; ahlâkî hakikatleri tüm yönleriyle ortaya
çıkaramaz. Ayrıca, insan egoist ve bencil bir yapıya sahip olduğundan, dâima kendisinden/nefsinden,
cibiliyetinden yanadır. Oysa, beşer üstü ve tarafsız bakacak genel ahlâk prensiplerine
muhtacız.

Hiç şüphesiz ki, davranışların ahlâkî olup-olmadığını, elbette her şeyi yaratan
yüce Yaratıcı tayin eder. Çünkü, kâinatı, insanı, imtihan dünyasını irâde edip yaratan
O'dur. Bir cihazı, âleti, makineyi kim icad etmiş, keşfetmiş ise; nasıl verimli
kullanılacağını en iyi o bilmez mi? İnsan Cenâb-ı Hakkın hârika ve antika bir sanatıdır.
Öyle ise, hangi davranışın onun için daha iyi, güzel, doğru olacağını elbette O
daha iyi bilir. Onu da, "vahiy-peygamber ve kitaplar" vasıtasıyla bildirmiştir.
Peygamberler insanlığın maddî ve mânevî açıdan üstadı, kılavuzu, rehberi, önderidirler.
Kitaplar da bir harita, katalogdur.

Ehl-i Sünnet denen, Hz. Peygamber'in (asm) yolunu takip eden, orta yol, mutedil
düşünce sisteminin bu husustaki temel yaklaşımını ortaya koyan Bediüzzaman şu ölçüyü
verir: Cenâb-ı Hak bir şeyi emreder, sonra hasen/güzel olur; nehyeder/yasaklar,
sonra kabih/çirkin olur. Demek, emir ile, güzellik; nehiy ile, çirkinlik tahakkuk
eder.8

İnsan, fiil ve hareketlerinden hangisinin meşrû, hangisinin gayr-i meşrû olduğunu
bilemez. Bir âyette, "De ki: Allah kötü olan şeyi (fahişe) emretmez. Allah hakkında
bilmedikleri bir şey mi söylüyorlar?"9 diyerek çirkin olan bir şeye dikkat çekilirken,
bir başkasında, "Zinaya yaklaşmayın, o fahişedir/çirkindir"10 diye emredilir. Bir
diğerinde de, peygambere uymanın güzel sonuçları nazara verilir: "Kim peygambere
imân eder ve güzel işler yaparak halini düzeltirse, işte onlara ne korku vardır,
ne de mahzun olacaklardır."11

Güzel ahlâk medeniyetin hayatıdır. Hürriyet, şeriatın adaplarına uyma ve güzel
ahlâkla gelişir. Yüce seciye ve hasletlerin kaynağı Kur'ân ve imândır.12 Öyle ise;
mümtaz, etkili, cihanşumûl ahlâk mercii, kaynağı ancak, vahye dayanan ahlâk olmalıdır.
Dolayısıyla doğru, iyi, hakiki ahlâkın kaynağı peygamberlik müessesesi ve semâvî
kitaplardır.

Buna binâen, ahlâkın zirvesindeki yüce insan, "Ben güzel ahlâkı tamamlamak için
gönderildim"13 buyurur. İlk insan, ilk peygamber Hz. Adem (as) ile başlayan ahlâk,
son peygamber Hz. Muhammed (asm) ile kemâline/olgunluğuna ulaşmış.

Hukuk, mimari, sanat, müzik, hattâ tekniğin kaynağı din olduğu gibi; ahlâkın
da kaynağı dindir. İlâhî tebliğ; ilkin, kuvveyi "ateşleyici" ilk "kıvılcımdır";
bilâhere yol gösterici kılavuzdur. Bizi bilgiye götüren dışımızdaki olaylar dünyası
iken, bizdeki ahlâka yönelişin bireysel tezahürü olan "vicdan" ile toplumsal görünümünü
ifâde eden "örf"ün zeminini teşkil eden din, duyuşu-sezişi İlâhî tebliğe dayanır.
Doğayı bize öğreten bilim öğrenimiyken, ahlâk duyuşunu uyandıran din eğitimidir.
Her iki cephenin bütünlüğü, sağlıklı kâmil insanın varlık sebebidir.14

Beşerî ahlâk; felsefi ahlâk; deneyci (ampirist) ahlâk, akılcı (rastyonalist)
ahlâk, akılcı-deneyci ahlâk diye kısımlara ayrılmış. Deneyci ahlâk da "hazcı, menfaatçi,
egzistansiyalist/voroluşçu (tanrılı veya tanrısız varoluşçu) gibi bölümler değişik
yaklaşım tarzları sergiler.15

Dolayısıyla, hangi ahlâk esas alınacaktır? Felsefî/akılcı ahlâk sistemlerinin
birbiriyle çatışması, çelişmesi, birbirini inkâr etmesi ve çok çeşitliliği; onun
kaynağının beşerî olamayacağının açık göstergelerindendir.

II. Bölüm: Sırat-ı Müstakîm Ahlâkı

1- Temel duygularımız (yeteneklerimiz)

Yüce Yaratıcı; rûhumuzun yaşayabilmesi için bedenimize, "akıl, şehvet, gadap/savunma
mekanizması" diye isimlendirilen üç temel duygu, yetenek yerleştirmiştir.

Bu temel yeteneklerimizin de üç derecesi vardır: ifrat (aşırı ileri gitme), vasat
(orta) ve tefrit (aşırı geri kalma).

İmtihanın gerçekleşebilmesi, insanlığın ortaya çıkabilmesi için bu temel duygular
aşırılıklardan kurtarılıp orta mertebeye, yani dengeye getirilmesi gerekir. Vasat
mertebe, itidalli ve ahlâkîliği gerektirir.

Bir kısım ahlâkî ekol ve felsefeler, şehvet denen gücü tamamen yok etme metodu
izlerken, bir kısmı da tamamen başıboş bırakmaktadır. Her iki durumda da hem birey,
hem toplum felâkete sürüklenmekte, ahlâkî çöküntüye düçar olmaktadır.

Diğer taraftan, bu temel duygular ruhumuzun tümünü kapladığı için, hayatımızın
her safhasında da geçerlidirler. Yâni, yeme-içme, giyim/kuşam, uyuma, çalışma/üretim,
tüketim, paylaşma, adâlet, evlenme, âile, sosyal hayat, eğlenme vesaire için geçerlidir.

2- Çalışma ve üretim ahlâkının ifrat ve tefriti

Şehvet gücünün çalışma ve üretimdeki tezahüründe de yine bu üç mertebe görülür:

İfratı; maddeperestlik, para, pul-şan-şöhret gibi her türlü bağımlılıklardır.
Bunun sonucu, insanın kendi ürettiği maddeye esir, kul-köle olmasıdır.

Üretimdeki ifrat düzey, aynı zamanda çizgiyi, sınırı aşma, hem bedenine, hem
de aile ve toplumuna zarar vermeye sebeptir. Diğer yandan, kendini tatmin etmek
için de, hile, aldatma, ve saldırganlık gibi ahlakdışı durumlara sevk eder.

Tefriti; yeknesaklık, atalet, tembelliktir. Bu insanın yapısına ters bir durumdur.
Çünkü, insanın fıtratı yeksenaklığı, durağanlığı kaldırmaz. Heyecan ve hareketli
bir fıtratta yaratılan insanın rahatı, huzûru; çalışma, gayret ve emek sarf etmekle
mümkün. Hareketsizlik, tembellik ise sıkıntı ve üzüntü kaynağıdır.16

İşte "sünnetullah" tabir edilen, kâinatta cereyan eden bu sırlı uzun düsturdandır
ki, işsiz, tembel, istirahatle yaşayan ve rahat döşeğinde uzananlar, ekseriyetle,
çalışanlardan daha ziyade zahmet ve sıkıntı çeker. Daima işsizler ömründen şikâyet
eder, eğlence ile çabuk geçmesini ister. Çalışan ise şâkirdir, hamd eder, ömrünün
geçmesini istemez. Hem o sırladır ki, "Rahat zahmette, zahmet rahattadır" cümlesi
darbımesel olmuştur. Atâlet içinde istirahat eden, ömründen şikâyetçidir. Çalışan
ve iş gören ise haline şükreder.17 Sefahetin öğretmeni sefâhettir. Demek sefâhetin
membaı sıkıntı olmuş. Sıkıntıysa, ümitsizlik ve kötü düşüncenin madenidir.18

3- Çalışma ve üretim ahlâkının vasatı

Üretimin vasatı ise; istidadı (potansiyel halindeki yeteneklerini), kabiliyetlerini
geliştirmek ve meşru çerçevede çalışmaktır.

İstidâd olabilme, yapabilme durumudur. Çekirdeğin fide, ağaç; yumurtanın kuş
ve balık olabilme vaziyeti, istidattır. Kabiliyet ise; çalışma sonucunda gerek dış,
gerekse iç âlemden gelen etki ve mesajları alabilme, kabul edebilme, nüfûzu altına
girebilmedir. Rûhumuzda çekirdek, öz, potansiyel olarak bulunan durum istidat; bu
istidatlar "şuûrlu, güçlü temel bilgi" seviyesine ulaşarak kabiliyet (yetenek) olur.

İnsan, her şeyi kendinde toplayan çok yönlü istidâd (sonsuz gelişme kaydedecek
potansiyel halindeki yetenekler) ile yaratılmıştır.19 Duygu, his/duyarlılık ve latifelerimizi
geliştirip genişlemesini de akıl ve fikrimize bağlamıştır. Yâni, bize hem akıl,
hem de hür irade vermiş, serbest hareket edebilme yeteneği bahşedilmiş.

İhtiyaçlarımızın çokluğundan çeşit çeşit duygular doğmuştur. Kâinattaki bütün
varlıkların, unsurların özelliklerini kendinde toplayan yapımız ise, pek çok maksatlara
yönelik arzulara sebep olmuş. Bütün mükemmelliklerin tohumlarını içine alan bir
istidad (potansiyel yetenek) verilmiştir.20 Yâni, rûh cevherimize potansiyel hâlinde
sınırsız istidâdlar ve onlara sınırsız yetenekler konmuş. O kabiliyetlerden de sayısız
meyiller, yönelmeler çıkar. O hadsiz meyillerden nihayetsiz emeller, istekler ve
o nihayetsiz arzulardan sonu gelmez fikirler, tasavvurlar doğar.21

Evet, bize ucu açık öyle kabiliyetler, yetenekler ikram edilmiş ki; irademizi
kullanarak, eğitim ve terbiye ile onları tekâmül ettirip bütün varlıkların özelliklerini
kazanabiliriz. Hattâ melekleri de geçebiliriz (peygamberler gibi) veya hayvanlardan
aşağı düşebiliriz (firavun ve ebucehiller gibi). İşte, çalışma ve üretim kabiliyetinin
vasat/orta mertebesiyle aynı zamanda İlahi isimleri, fiilleri, hakikatleri keşfetme
anlamı taşır.

4- Tüketimin ifrat düzeyi: Hazcılık (hedonizm)

Tüketimin de "ifrat-tefrit ve vasat" boyutları vardır ve hazcılık, ifrat boyutunu
teşkil etmektedir.

Haz ve lezzetlerin esaretine girilmesi ifrat;

Aşırı riyazet (çilecilik) tefrit;

Meşrû dairede kalıp, "ruh cesede, kalb nefse, akıl mideye hâkim olup, lezzeti
şükür için isteme"22 vasattır. Ve gerçek, tam ve elemsiz lezzet bu mertebede alınır.

5- Hazcılığı/hedonizmi doğuran sebepler

İnsanı hedonizme/hazcılığa yönlendiren birçok sebep vardır. Bunları tesbit edebilmek
için öncelikle insanın bu cephesinin mahiyetine kısaca bakmak gerekir.

İnsanın aklı ve fikri, dolayısıyla duyguları fevkalâde inkişaf eder/gelişir,
genişlik kazanır.

İhtiyaçlarının çokluğu, çeşit çeşit hissiyâtları doğurup insanı hassas bir konuma
getirmiş.

Çok yönlü bir varlık olan insanın, kâinatın maddî-mânevî, melekî, hayvânî, nebâtî,
mâdenî özeti, minyatürüdür. Sabit bir makamı yoktur; duyguları, hisleri, lâtifeleri
gelişme potansiyelindedir.

Son derece âciz bir varlık olduğunu vicdânen, fiilen ve uygulamada da bilir.
Hayatına muzır mikroptan tut, tâ zelzeleye kadar binler tâife düşmanları, hayatına
karşı hücum vaziyetinde görür.

Elîm bir korku dehşeti içinde, her vakit kendine müthiş görünen kabir kapısına
bakıyor. Bu vaziyette iken, insanlık itibâriyle, bütün insanlıkla ve dünya ile ilgili
olduğu halde, dünyayı ve insanı Hakîm, Alîm, Kadîr, Rahîm, Kerîm bir Zâtın tasarrufunda
tasavvur etmediği ve onları tesadüf ve tabiata havale ettiği için, dünyanın halleri
ve insanın ahvâli onu dâimâ eziyette bırakır. Kendi elemiyle beraber insanların
üzüntülerini de çeker. Dünyanın zelzelesi, tâunu, tûfanı, kaht ü galâsı, fenâ ve
zevâli, ona gayet eziyetli ve karanlıklı birer musîbet sûretinde, ona azap verir.

Bu, gayr-i meşrû ve pis bir lezzet için çirkin ve necis bir şarabı içmek, sarhoş
olup kendini kış ortasında, pis bir yerde ve hattâ canavarlar içinde tahayyül etmek,
titreyip bağırıp çağırmaya benzer. Hedonizm sarhoşluğuna dalan, namuslu ve mübârek
arkadaşlarını canavar tasavvur eder, onlara karşı hakaret eder. Hem, ziyâfetteki
leziz yemekleri ve temiz kapları, pis taşlar tasavvur eder, kırmaya başlar. Hem,
mecliste muhterem kitapları ve anlamlı mektupları mânâsız ve âdi nakışlar tasavvur
eder; yırtarak ayak altına atar.

Böylece küfür sarhoşluğu onu dalalete, sapıklığa atar. Yaratıcının muhteşem bir
şekilde donattığı dünya misafirhanesinin tesadüfen meydana geldiğini, tabiat oyuncağı
olduğunu vehmeder.

Sanatlı, süslü, mânâ yüklü İlâhî bir mektup olan varlık sayfalarını anlamsız,
mânâsız, karma karışık tasavvur eder.

Sonsuz rahmet, zevk ve lezzet yurdunun kapısı olan mezarı; yokluğa açılan bir
karanlık kapı tasavvur eder.

Ölümü, buluşma zamanı değil, sevdiklerinden ayrılma düşündüğünden hem kendini
dehşetli bir elîm bir azapta bırakıyor, hem mevcudâtı, hem Cenâb-ı Hakkın esmâsını,
hem mektubâtını inkâr ve tezyif edip, hor görüyor.23

Özellikle ölüm gibi dehşetli bir korku kaynağından, eziyetinden, sıkıntısından,
baskısından, stresinden kurtulmak için çeşitli savunma mekanizmaları geliştirir;
hislerini/duygularını iptal eder. Ta ki, onları düşünüp eziyet çekmesin.

Hislerini iptal için, teselliye muhtaçtır.

Sayısız arzu ve hevesini tatmin etmek isteyen, hem onları düşünme, hem de elde
etme çabasına girer. Bu çok yönlü sıkıntı verir. Sıkıntı ise, sefâhetin öğretmenidir.
Sefâhetin membaı sıkıntı ise, ümitsizliğin, kötü ve olumsuz düşüncelerin kaynağıdır.
Bu noktada, fikir dalalete, sapıklığa; kalb karanlığa; beden ise israfa sapar.

Bu sıkını ve problemleri ortadan kaldırmak için "mim"siz medeniyet, kadınları
yuvalarından uçurup; onları eğlence metaı yapmış. Bu da saygıyı alt-üst etmiş.

Ahlâkî kökünden ifsat eden sebeplerden birisi de, insanın sayısız arzu ve hedeflerinin
olmasıdır. Bunları gerçekleştirebilmek için boşu boşuna, çabalar. Çünkü, bu dünyada
duygularını tam olarak doyurması mümkün değildir. Peygamberimiz (asm) "İnsanın bir
vadi altını olsa, bir vadi daha olsun ister." demesi, bu gerçeği ifâde eder.

İnsanlığın yaşamak damarı ve hayatı koruma cihazı, bu asırda israf, iktisatsızlık,
kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereketin kalkmasına sebep olmuş. Fakr u zaruret,
geçim şartları artmış, ağırlaşmış, o yaşama damarı, öyle yaralanmış ki… Dalâlet
ehli de nazar-ı dikkati şu hayata çevirerek o derece nazar-ı dikkati kendine çekmiş
ki, en basit bir ihtiyacını büyük bir dini meseleye tercih ettiriyor.24

6- Tüketimin vasatı, yâni, ahlâkî boyutu

Bediüzzaman, iâşe ve giyiminde, zârûretten fazla bir masrafa girmeyen çok muktesid
idi. "İslâmiyet'e hizmet eden ya dünyaya küsmeli, ya dünya ona küsmeli." derdi.
Milyonların selâmeti nâmına, dünyasını fedâ etmiş; zindan ve sürgünlerde sürünmüş;
ama ehl-i imâna gül-gülistan bir hayat sağlamıştı. İslâm'a hizmet uğrunda, en meşrû
zevklerini dahi terk etmişti.

Kimseden hediye; bedava bir yiyecek kabul etmezdi. Ağırlığının katları sayısınca
altına, servete sahip olabilirdi. O Resulüllah'a (asm) ittiba ederek, elinin tersiyle,
köşkleri, milletvekilliğini, umûmî vaizliği, milyarlarca maaşı reddetmişti.

Ancak, Müslümanlara çok dengeli bir hayat standardı sürmenin yollarını göstermiştir.
Mesela, beşer, hakikate muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli hevesata da ihtiyacı var.
Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Yoksa (radyo dinleme vesilesiyle)
havanın sırr-ı hikmetine münafi olur. Hem beşerin tembelliğine ve sefahetine ve
lüzumlu vazifelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip beşere büyük bir nimet
iken, büyük bir nikmet olur, beşere lâzım olan sa'ye şevki kırar.25

Burada da açıkça görüleceği gibi, insanın nefis boyutunu ihmal etmez ve eğlenmenin
gayr-i meşrû bir hareket olduğunu savunmaz. Bilâkis, bir ihtiyaç olduğunu belirterek,
sınır ve oranlarını nazara vererek dengenin korunmasının yollarını gösterir.

Öte yandan, insanın bu dünyaya imtihan için gönderildiğini ifâde ederek, "Mâdem
yeryüzü Rahmânî bir sofra gibi insanın şerefine kurulmuştur. Öyle ise, o sofradan
istifade etmelidir";26 diyordu. Hiç şüphesiz, bu sofradaki nimetlere yaklaşım tarzımızla
da imtihan edilmekteyiz. İfrat, tefrite mi kaçacağız, yoksa "vasat ve meşrû" dairede
mi kalacağız?

Birinci plânda nefsi arzularımız, heva ve hevesimize değil, kalbimize ve ulvî
duygularımıza hizmet edersek, nefis terbiyesini, duygu eğitimini başarıyla yürütürüz.
Bunu da Hz. Peygamber'in (asm) Sünnet-i Seniyye dâiresinde kalıp israftan sakınmak;
az yemek yemek; enerjimizi ulvî hakikatlere, tefekküre, ilme, zikre, tesbihe, virde
ayırıp mânevî seyahat ve gözleme yönelerek başarabiliriz.

Bu sofraya, "zikir, şükür ve fikirle" yaklaşmak, "sırat-ı mustakîm" ahlâkıdır,
tüketimin vasat mertebesidir, meşrû çizgisidir. Yâni, önce ni'metleri Allah'ın adıyla
almak. Onları bize sunan Rezzak, Cevad, Kerîm, Rahîm ve Rahman-ı mutlaka teşekkür
etmeli. Ve onları bir mektup gibi kabul ederek tecelli eden Esmâ-i Hüsnâ'yı okumalı,
mütalâa etmeli.

Bu dünyaya sırf yemek-içmek, şehevi arzularımızı tatmin için değil, imtihan için
geldiğimizin şuurunda olmalı. Ancak, imtihan soruları da yeme-içme dahil, her şeyle
yapılmaktadır. Yani, çile sınırlarına dayanacak bir mahrumiyete girilmemelidir.
Madem bu dünyada misafiriz. Misafir, ev sahibi sofraya ne koyarsa onu yemek-içmek,
gösterdiği yerde yatmak zorunda. Onun tayin ettiği şeyleri ve tayin ettiği ölçüde
yeyip-içebilir. Bir âyette bu husus şöyle beyan edilir:

"Ey imân edenler! Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve temiz ni'metleri haram etmeyin.
Ve sınırları aşmayın. Çünkü Allah sınırı aşanları sevmez."27

Bu perspektiften baktığımızda, şu prensiplere ulaşabiliriz:

Yaşamak için, ölçülü ve dengeli beslenmeli.

Lezzeti şükür için takip etmeli; aksi halde lezzet bağımlığı/hedonizmi, yemekkolikliği;
o da krizleri, o da helâl-haram demeyip yemeyi, o da çok kilo almayı, o da kalp,
damar sertliği ve nefes darlığı dahil birçok hastalığı dâvet ediyor.

Yüce Nebi (asm) uyarır: Ademoğlu, midesinden daha şerli bir kap doldurmaz. Oysa
belini doğrultacak birkaç lokmacık yeterlidir.28

Kuvve-i şeheviyeyi meşru dairede tatmin etmeli.

III. Bölüm: İman ve Ahlak İlişkisi

İslâm'ın ahlâk anlayışı; kuru kaideler manzumesi değil; bir hayat tarzı, bir
yaşam biçimidir. Rûh, kalp, akıl, vicdan, beden ve bunun gibi insanla ilgili ne
varsa, her birinin yaratılış maksadına uygun olarak yaşama yolu ve yaklaşım uslûbudur.
Kısaca ahlâk, insanın Yaratanı, kendisi, âilesi, toplumu, çevresi ile ilgili yaklaşımını,
davranış biçimini belirleyen ve vicdânî bir esastır. Dolayısıyla davranış ve fiillerimizin
tüm alanlarını kapsar.

İmân, ahlâkın nazariyatı/teorisidir. İnsan, imân esaslarına inanacak şekilde
dizayn edilmiştir. Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, kadere ve öldükten
sonra dirilmeye imân; insanın Yaratanıyla ve diğer varlıklarla olan münâsebetlerini
düzenler.

İmân şartları; insanın olumlu, ulvî duygularını geliştirir, olgunlaştırır; olumsuzlarını
kanalize eder, yerli yerinde kullanma becerisi kazandırır. Böylece, bireyi, âileyi,
toplumu yüksek ahlâk ile yoğurup terbiye ederek maddî-mânevî hayatını dengeler.
Sözgelimi; sevgi, yardım, fazîlet, doğruluk gibi insaniyetin ulvî duygu, haslet
ve özellikleri; İslâm eğitim ve terbiyesiyle rûh ve benliğimize mal edilerek güzel
huy, karakter ve ahlâkî meleke (alışkanlık) hâline getirilir.

Nazarî/teori seviyesindeki bu bilgi ve hasletler; imânla kafa, gönül, akıl, kalb
ve vicdanlarda tesbit edilir; ibâdetlerle pratiğe dökülür. Sevap-günah, emir ve
yasak, helâl ve haramlarla teşvik, takviye edilir, pekiştirilirler. Ve müminin kişilik,
huy, karakter ve mizacını yüksek seviyede oluştururlar.

Buna binândir ki; "Mü'minlerin imân yönünden en mükemmeli olanı, ahlâkı en iyi
olanıdır";29 "İmân yetmiş çeşittir. En üstünü Lâilâhe illellah demek, en aşağısı,
yol üzerinde insanlara ezâ verecek bir şeyi kaldırmaktır. Hayâ da imânın bir bölümüdür",30
"Temizlik imândandır, imanın yarısı temizliktir"31 denmiştir.

Güzel ahlâkın imânın gereği; ibâdetlerin neticesi olduğunu, şu iki hadîste belirtilir:
"Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, hiçbir kul, kendi nefsi için
istediği hayrı, kardeşi için de istemedikçe imân etmiş olamaz."32 "Mizâna/tartıya
konan ameller arasında güzel ahlâktan daha ağır gelecek hiçbir şey yoktur. İnsan
güzel ahlâkı sayesinde oruç tutup namaz kılan kimseler derecesine yükselir."33

İmân esasları; Müslüman'ın temel fikrî altyapısını oluşturur. İmân zaafiyeti
ibâdetlerin ihmâlini; bu da ferd, âile ve sosyal hayatı çökerdir.

İmân esasları, İslâm şartları ve ibâdetler; bireyi, âileyi ve toplumu terbiye
ederek ahlâklı olmaya yöneltir. Çünkü insan, imân esaslarına göre dizayn edilmiştir.

İnsan, "geçmiş, şimdi ve gelecek" olmak üzere üç boyutlu zaman dilimlerinde yaşamaktadır.
Geçmişten elem, üzüntü, keder, "ah, vah!"lar; şimdiki zamanda sıkıntı, problem;
gelecekten endişe/kaygı ve korkular duyar. Bu üç zaman boyutunu aşıp dördüncü bir
zaman boyutuna geçip; bunların olmadığı bir zamanda yaşamayı diler.

Felsefe ve sâir beşeri ideolojiler, insanın arzularını, ihtiyaçlarını ve dördüncü
zaman boyutuna alkol, dünya fantaziyeleri, eğlence, uyuşturucu gibi alışkanlıklarla
kapamak ister. O halde dert ve problemlerinden sıyrılmış, tozpembe bir dünyaya uçmuştur.
Fakat, pek kısa bir süre sonra bu toz pembe yolculuk, bağımlılık, maddî-mânevî felâket
olarak geriye dönmektedir.

Ancak, başta tevhîd olmak üzere, diğer imân esasları insanı sonsuz bir zaman
boyutuna taşır. İmân, bütün korku, kaygı ve üzüntüleri yok ederek stresi önler;
maddî-mânevî dengeyi sağlar. Savunma mekanizmalarımızı dirençli kılar, iç çatışmaları
engeller. Sağlam, dirençli bir kişilik/şahsiyet, huy/mizâç, karakter kazandırır.
İman şartları, İslâm şartları, ibâdet, duâ, tövbe gibi güzel hasletler savunma mekanizmalarının
zirvelerini oluştururlar.

IV. Bölüm: İslâm Şartları ve Ahlâk İlişkisi

1- İslam şartları ve ahlâk

İslâm ahlâkı; insanı ruhlar âleminden (elest bezminden) alarak, anne karnında,
bebeklikten, çocukluktan, gençlikten, ihtiyarlından mezar kapısına kadar götürür
ve yukarıda bir kısmı sıralanan yüzlerce güzel ahlâkî hasletlerle donatır. Nerede,
ne zaman, nasıl hareket etmesi; ne yapması, kime karşı nasıl davranması, hangi durumda,
hangi adab-ı muâşeret (görgü kuralı) uygulaması gerektiğini belirler. Olumlu/olumsuz
duyguları nasıl, nereye, ne ölçüde yönlendirmesi gerekir? Kime, nasıl sevgi, şefkat
beslemesi, kime nasıl merhamet ve yardımda bulunması veya müeyyideler uygulaması
icap ettiğinin esaslarını verir.

Teferruatta bile ahlâkî kaideler vaz' etmesini, kimi akıllar fuzûli gibi telâkki
edebilir. Ancak, bununla keyfiliği önlemiş, insanı başkasının maskarası, oyuncağı
olmaktan kurtarmıştır. Yâni, ona göre, buna göre, şuna göre bir hayat tarzı değil,
İslâm ve imân hakikatlerine göre yaşama tarzını getirmiştir. İslâm şartlarının hayata
kattığı güzellikleri ve güzel ahlâkı nasıl beslediklerini özetle dikkatlere sunalım.

2- Namazla gelen güzel ahlâk

İbâdetler içinde en şumûllü, en mükemmel, en özlüsü namaz; bütün ibâdet çeşitlerini
ve tüm varlıkların ibâdetler şekillerini (kıyam, ruku, secde ve oturuşu ile) kendisinde
toplayan bir fihristedir ve muhteşem ahlaki güzellikleri barındırır. Bunun içindir
ki, namaz dinin direğidir,34 denmiştir.

Çokluk içinde boğulan insan ruhu, namaz ile tek bir noktaya, yalnız Allah'a teveccüh
eder. Ruh, namaz ile sanki ruh kliniğinde tedâvî olur. Sağlıklı ruh; sağlam karakter,
güzel ahlâk, nezâhet ve nezâket demektir.

Namazın insanı kötü yollara düşmekten koruduğu şu âyetle belirtilir: Sana vahyolunan
kitabı oku ve namazı dosdoğru kıl. Muhakkak ki namaz hayâsızlıktan ve kötülükten
alı koyar. Allah'ı anmak ise elbette en büyük ibâdettir. Yaptıklarınızı Allah hakkıyla
bilir.35

Bu açıdan da baktığımızda, namazını dosdoğru, tadil-i erkân (şartlarına tam riayet)
ederek kılanlar alkol, uyuşturucu, kumar, intihar gibi kötü yollara sapmazlar.

3- Orucun hayata katığı güzellikler

İslâm'ın şartlarının önemli ve büyüklerinden olan orucun pek çok hikmetleri,
ahlâkî boyutları vardır. Hem birey, hem de toplum hayatında önemli fonksiyonlar
icrâ eden Ramazan orucu, kalb, ruh, ve akıl gibi temel duygular, şefkat, merhamet,
yardım, nezâket ve nezahet gibi ahlâkî hasletler oruç ile tekâmül eder.

Zîrâ, oruçluyken, mide/madde değil, rûh/duygu ve mânâ ön plândadır. Madde ağırlığını
kaybeder, mânâ hâkimiyeti başlar.

Oruç tutan başkasının hâlini anlar, empati yapar. Başkasını sever, acır, ona
yardım ve merhamet eder.

4- Zekâtın ahlâka kattığı özelliklerden bazıları

Her devirde, her toplumda zengin ve fakirler olmak üzere iki tabaka bulunur.
Bunlar arasında âhenk, dayanışma bulunduğu sürece ferd mutlu olmuş, toplumun yüzü
gülmüş, aksi durumlarda da cemiyet alt üst olmuştur.

Eğer, bir toplumda zenginler egoizm ve bencillikle yalnız kendilerini düşünür;
eğlence ve sefahete dalar; beraber yaşadıkları fakirlerden bîhaber yaşarlarsa, hem
maddî, hem de mânevî felâketler, ferdi huzursuz eder, âileyi sarsar, toplumu allak-bullak
eder. İşte, kötü ahlakın bataklığını zekat kurutur. Çünkü, zekât;

Mal bağımlılığını tedâvi eder.

Fakirin kin ve hasedine/kıskançlığına mâni olur.

İhtilâllere set çeker.

Berekete sebep olur, belâları defeder.

Sosyal tabakalar arasındaki sosyal köprüdür.

Ekonominin itici gücü olduğundan iş sahalarının açılması, bireyin iş bulması,
çalışması, sıkıntı ve problemlerden uzak kalması demektir. Bu da pek-çok psiko-sosyal
ve ahlâkî özellikler, güzellikler kazandırır.

5- Çok yönlü ahlâk eğitimi: Hacc

Hac, mâlî ve bedenî bir ibâdettir. Namaz, oruç, zekât (beden ve sıhhatin zekâtı)
kurban, sadaka, güzel ahlâk, sabır, tekbir, tehlil, zikir, şükür, fikir, tesbih,
duâ gibi çok yönlü ibâdetleri içinde topladığından insan psikoloji üzerinde pek
çok müspet tesirleri vardır. Maddeler halinde sıralarsak, şu ahlâkî güzellikleri
de kazandırdığını müşahâde ederiz:

Hac, bir sabır eğitimidir.

Hac, insanı âdetâ melekleştirir.

Meşakkat ve sıkıntılara katlanan ve içtimâî şuura ulaşan hacılar; âile, cemiyet,
din, dâvâ, iyilik, güzellik ve insanlık için her türlü meşakkatlere katlanırlar.
Çünkü, hacda meleke haline gelir, ruhlarına yerleşir.

Hac, şan, şöhret, mal-mülk, servet, makam, mevki etrafında dönmeyi terk etmek;
yalnızca Allah rızası etrafında tavaf etmek, dönmek anlamına gelir.

Hac; ilmî, fikrî, nefsî, sosyal bir cihad eğitimidir.

Bunların sonucu da güzel ahlâktır.

Sonuç

İnsan; sınanmak, denenmek, imtihan olmak ve böylece sonsuz mutluluk hayatını
kazanmak için bu dünyaya gönderilmiştir. Diğer bir tâbirle, imân, ilim ve duâ vasıtasıyla
tekemmül etmek için bu dünyaya gelmiştir.

İmtihanın soruları olan imânın ve İslâm'ın şartları; aynı zamanda güzel ahlâkın
nazarî ve pratik hayata yansımasının formülleridir.

İnsanda temel olarak, "akıl (anlama, idrak, ölçme, biçme); gadap (savunma) ve
şehvet (cezbetme, çekme)" olmak üzere üç temel duygu ile donatılmıştır. Bu üç duygunun,
"ifrat-tefrit (aşırı) ve vasat (denge, orta)" olmak üzere üç mertebesi vardır.

Aşırı uçları, insanı kötü, çirkin, gayr-i meşrû hayata yöneltir. Bu da felâket
ve sıkıntılara sebep olur. Vasat mertebesi ise, "sırat-ı mustakîm", dosdoğru ahlâkî
çizgidir.

Sırat-ı mustakîm ahlâkı, hem dünya huzûru ve mutluluğunu, hem de sonsuz hayat
saadetini kazandırır.

Öz

Asrımızda insan müthiş bir ahlâkî erezyona maruz kalmıştır. Maddeye olan vurgu,
mânâdan uzaklaşmayı getirmiş, bunun neticesinde ahlâkî hayat kökünden ifsat olmuştur.

Ahlâk; tüm insanlığı ilgilendirmektedir. Bu nedenle sadece ahlâkçıların değil;
başta felsefe, sosyoloji olmak üzere hemen hemen bütün ilim dallarının ilgi alanındadır.

Bu çalışmada şahsiyetimizi, huy, karakter ve mizâcımızı oluşturan ahlâkı detaylı
olarak ele almaya çalıştık ve şu sorulara cevaplar aradık: Ahlâk nedir? Ahlâkın
kaynağı nedir? Beşer aklı ve vicdânı, vahiy olmaksızın ahlâkî değerleri bulabilir
mi? Semâvî kitaplar/Kur'ân, peygamberler, imân esasları ve İslâm'ın şartları ahlâkın
güzelleşmesine ve yüksek ahlâk normlarının teşekkülüne nasıl kaynaklık ettiler?

Anahtar Kelimeler: Ahlak, insan, toplum, felsefe, vahiy, iman esasları, İslam'ın
şartları

Abstract

In our age, man are exposed to a terrible moral erosion. The overemphasis on
material brings about the estrangement from the meaningful, and as a result of this
the ethic life is corrupted essentially.

Ethics concerns all the humanity. Thus, it is not only in the interest of the
ethicians, but it is a field of interest almost in every scientific fields, leading
by philosophy and sociology.

In this work, we try to take up the ethics which constructs our habit, temparement
and character in detail. We looked for answers to the following questions: What
is ethics? What is its origin? Can the human reason and conscience find the ethical
values without the existence of revelation? How did the holy books/Qur'an, prophets,
the creeds and the conditions of Islam serve to better off the ethics and to the
construction of the high ethical norms?

Key Words: Ethics, humane, society, philosophy, revelation, the creeds of belief,
the conditions for Islam

Dipnotlar

1. İhya, III, 53; Ta'rifât, s. 68; Kınalızâde, Ahlâk, s. 91; Keşfü'z-zünûn,
I, 35

2. Ahlâk, s. 4

3. Keşfü'z-Zünûn, I, 35

4. Süleyman Hayri Bolay, Felsefî Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, s. 6

5. Özcan Köknel, Kişilik, s. 24.

6. Atalay Yörükoğlu, Gençlik Çağı, s. 71

7. İşârâtü'l-İ'câz, s. 162

8. Sözler, s. 250

9. Kur'ân, A'raf, 27

10. Agk, İsrâ. 32

11. Kur'ân, En'am, 48

12. Tarihçe-i Hayat, s. 198

13. Muvatta, Hüsnü'l-Hulk, 1

14. Teoman Duralı, Felsefe Bilime Giriş, s. 22

15. Yaşar Kandemir, İslâm Ahlâkı, s. 46-52

16. Münâzârât, s. 139

17. Age, s. 128

18. Age, s. 668

19. Sözler, s. 289

20. Age, s. 294

21. Age, s. 481

22. Lem'alar, s. 145

23. Sözler, s. 578

24. Kastamonu Lâhikası, s. 74

25. Sözler, s. 202

26. Kur'ân, Mâide, 87

27. Tirmizi, Zühd 47, (2381); İbnu Mace, Et'ime 50, (3349)

28. Lem'alar, s. 151

29. Müslim, Tahâret, 1

30. Buharî, İmân, 7; Müslîm, İmân, 71-72; Tirmizî, Kıyâme, 59.

31. Tirmizi, Birr, 62

32. Kur'ân, Bakara, 213

33. Sözler, 497

34. Keşfü'l-Hafâ, 2:3; No, 1621

35. Agk, Ankebût, 45