Economic Crisis and Social Change

Giriş ve Kavramsal Çerçeve

1. “Küresel ekonomik kriz” kavramı üzerinde fikir beyan edenler
kanaatimizce öncelikle kavramsal düzeyde düşünerek ve sorgulayarak işe başlamalıdır.
Zira bu çağda zaman; önceki çağlardan çok daha hızlı akmakta ve kavramlar dünyasını
da aynı hızda değiştirmektedir.

Söz gelimi, önceki çağlarda, “global” ya da “küresel” kavramı başka
anlama gelmekte iken, ulaşım ve iletişim harikaları ile dünyanın küçük bir köy haline
gelmesinin sonucunda, küresellik; küresel kriz, küresel salgın gibi kavramlarla
şekillenmeye başlamıştır.

Benzer biçimde, iktisat kelimesine yüklenen mânâ da değişim geçirmiştir.
Eski çağlarda “iktisat etmek”; “muktesit olmak” yani iktisatlı davranmak anlamına
gelmekteyken, günümüzde, “iktisat yapmaya” yani ekonomi ile ilgilenmeye dönüşmüştür.
Oysa iktisat ve ekonomi, farklı iki dile ve farklı iki düşünüş biçimine ait kavramlar
olarak, dilin düşünüşe etkisi sebebiyle, farklı kavramlardır. Önemli bir fark şudur:
Bir “iktisatçı” harcamaları artırmayı savunamaz, zira bu iktisatlı yaşamaya ve bu
anlamda iktisatçılığa zıttır. Oysa bir ekonomist bir ekonomik model olarak harcamaların
artırılmasını savunabilir. Nitekim savunmaktadır da. Gerçekten günümüzde, “ekonomi”
demek, harcama demektir. Harcama ise “sarf” yani “israf” demektir. Bu sebeple “harcama
ekonomisi” anlamında “sarf” yani “israf ekonomisi”nden söz edilebilir, ama geçmişte
de bu gün de “israf iktisadı” denemez. Zira israf ve iktisat birbirine zıttır.

O halde kavramlar dünyasında düşünme araçları olan kelimeler önemlidir.
Başkalarının kavramlarına binerek gezersek, onların istediği yere doğru götürüleceğimiz
açık olduğuna göre, önce kendi kavramlarımıza karşı sadık ve tutumlu davranmalıyız.
Aksi halde en önemli buhranla karşılaşmış oluruz.

Genel Yaklaşım

2. Günümüzde israf had safhadadır. Deyim yerindeyse “eli delik”lerin
devrindeyiz ve “deliği dikmeden” ya da “eli kesmeden” çözüm bulamayacağımız anlaşılmaktadır.
O halde elin niçin delindiğini teşhis etmek gerekir.

3. Kavramsal değişimin mimarlarından Mustafa Kemal 1923’te İzmir’de
1. İktisat Kongresi’ni açarken, “kanaat bitmek bilmeyen bir hazinedir” gibi kanaate
teşvik eden hadislerin yanlış tefsir edildiğini ve bunun milletin geri kalmasına
sebep olduğunu söylemektedir.

Cumhuriyet devrinde uygulamaya giren değişimin yönüne karşı çıkan
ve değişimin öze dönüş şeklinde olması gerektiğini beyan eden Bediüzzaman Said Nursi
ise 1935’te yazdığı İktisat Risalesi adlı kitabında, iktisat konusunda kavramsal
değişime karşı çıkmakta ve iktisadı kanaatle özdeş görerek okuyucularını kanaate
teşvik etmektedir.

Turan Dursun “Müslümanlık ve Nurculuk” kitabının 117. sayfasında,
bu risalede “çağımızın iktisat bilimi”yle ilgili bir şey aramanın beyhude olacağını
yazmaktadır. Bu yorum, Bediüzzaman’ı anlamamaktan kaynaklanmaktadır. Her şeyden
önde Bediüzzaman bu kitabı, “çağımızın” ekonomi bilimiyle ilgili bir şey bulunmuş
olsun diye yazmamıştır. Bediüzzaman’ın eserini; müellifin kendisi, duruşu ve hayatıyla
birlikte çağın aşırı tüketim hastalığına ve israf yangınına karşı bir reddiye olarak
değerlendirebiliriz.

Bu reddiye ilginç bir biçimde Said Nursi’nin kitabının sonunda ortaya
çıkmaktadır. Zira Bediüzzaman sonuçta, kitabın yazıldığı seneye “iktisat senesi”
adı verilmesini teklif etmektedir. Herhalde, Said Nursi’nin kasdettiği iktisat,
çağımızın iktisadı yani ekonomi ve tüketim anlamındaki iktisat değildir. Neyi kasdettiği,
1929 “ekonomik krizi”ne bağlı olarak aynı yıllarda başlayan kıtlık ve ardından gelen
İkinci Dünya Savaşının dünyaya ve ülkemize yaşattığı yokluklar sayesinde daha iyi
anlaşılmıştır. 2009 dünyasının içinde bulunduğu benzer durum da Bediüzzaman’ın eserinin
ortaya koyduğu iktisadi prensiplerin geçerliliğini ortaya koymaktadır.

4. Modern ekonomi ilminin tarifi de oldukça tartışmaya açık bir
tanımdır: Gizli bir ideoloji ile maluldür. Materyalist bir yaklaşım içermektedir.
Malum, “ekonomi bilimi” için “kıt kaynakları sınırsız ihtiyaçlarla üleştirmek-denkleştirmek
ilmi” denmektedir.

Bu tarifin test edilebilmesi için iki – üç soruya ihtiyaç vardır.

Birincisi, kaynaklar gerçekten kıt mıdır? Evet demek, tüm zenginlik
kaynaklarının mutlak sahibi olan Gani-yi Mutlaka karşı saygısızlık olmaz mı? İkincisi,
ihtiyaçlar sınırsız mıdır? Yoksa; sınırsız olan insanın ihtiyaçları mı, istekleri
mi, hırsı mıdır?

Daha da önemlisi isteklerle fazlaları (arz ile talebi) denkleştirmenin
yolu, “Ali’nin külahını Veli’ye, Veli’ninkini Musevi’ye” yöntemi midir? Denkleştirmenin
doğru yöntemi insanın önce kendi kendisine, isteklerine, heva ve heveslerine ahlaki
sınırlar koyması değil midir?

O halde iktisatta problemimiz de aslında bir sistem problemi olmaktan
çok, bir ahlâk problemidir.

Bilhassa gayrı ahlâkî pazarlama uygulamaları ve tüketimi teşvik,
israfı ve krizleri tetiklemektedir.

5. Pazarlama bir bilim midir? Ülkemizde ve dünyada birçok üniversitede,
pek de farkına varılmayan ilginç bir “bilimsel çelişki” vardır. Üniversitelerde
bir yandan pazarlama bilim dalları, diğer taraftan da tüketiciyi koruma bilim dalları
vardır. Tahmin edileceği üzere, “tüketici koruma bilimi”, “pazarlama bilimi”nin
şerrinden müşteriyi korumaya çalışmaktadır.

Gerçekte bilim bilimle çatışmayacağına göre bunlardan biri bilim
değil demektir. Oysa pek açıktır ki; tavşana “kaç”, tazıya “tut” diyenler, bilim
adamı değil, olsa olsa tavşanı ve tazıyı izleyenlere “arkadan yankesicilik” yapanlardır.

Bu gün dünyada ve tabii ülkemizde iktisadi alanda sorgulanması gereken
ana kavram “pazarlama”dır. Ancak “pazarlama ahlakı” kavramını dahi kitaplarına ABD’li
pazarlama uzmanı Philip Kotler’den ilhamen ve ithalen almış bir üniversite camiasında
bunların, değil konuşulması, düşünülmesi dahi zordur.

6. Kaderin takdir ettiği ceza genellikle hatalı fiilin cinsindendir.
Bu kural krizde de geçerlidir. Kriz ekonomikse aslında hata da ekonomiktir. Tüketim
çılgınlığı tüketememe krizini getirmiştir.

Zalim çiftçinin eşeğin sırtına binip burnuna ot uzatıp dilediği
yere doğru koşturduğu gibi, tüketim çılgınlığı ve pazarlama uygulamaları da insanın
sırtına binip onu istediği yere koşturmaktadır.

7. Pazarlama ahlâkı konusunda en ciddi problem banka personelinde
kendisini göstermektedir. Zira sattıkları “ürün”, aslında olmayan, sanal bir varlık;
yani paradır. En zengin ama en mutsuz çalışan tipi banka çalışanlarıdır. Zira gazeteci
Umur Talu’nun deyimiyle “hedef manyağı” olmuşlardır.

Patronların koyduğu ve özellikle kriz dönemlerinde daha da yükselttiği
“hedefleri tutturabilmek” ve ne pahasına olursa olsun gözden düşmemek için, ahlâkı
bir kenara bırakarak müşteri avlamak, “başarı” olabilir mi? Bunun “ahlâki” olmadığı,
vicdanlarda yaralar açtığı görülmektedir.

8. O halde çözüm tüketimi teşvik etmekte değil iktisadı teşvik etmektedir.
Zira gerçek zenginlik mal çokluğu ile değil ihtiyacın azlığı ile ve gönül zenginliği
ile ölçülür. Tüketim ise alışkanlık yapar, ihtiyaçları azaltmaz, aksine artırır
ve hırsa sebep olur.

Hırslı insan, taleplerine sınır koymayan insandır. Nefsin taleplerinin
nihai hududu, tahmin edilebileceği gibi insanın –haşa- tanrı olmak istemesidir.

Oysa akıllı insan, çalışırken hırslı, çalışmasının sonucunu değerlendirirken
kanaatkâr olmalıdır.

9. Krize sebep olan hırsın bir biçimi, kolay kazanma hırsıdır.

Elbette “insan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” Maddi
karşılık almak isteyen; imalat, ticaret ya da ziraat yapmalıdır.

Memuriyete giren ise “hamiyet” ve millete hizmet için girmelidir.
Oysa Türkiye gibi ülkelerde insanlar “geçinmek” için memur olurlar, maaş değil ücret
aldıklarını sanırlar. Bu da yetmez, hem memurluğun iş garantisini hem de işçi olmanın
bir gereği olan ücret pazarlığı için sendika ve grev hakkını isterler. Oysa bu ikisi
zıttır ve yanlış hırsın sonucudur.

10. Krize sebep olan hırsın diğer bir biçimi ahlâkî standartları
olmayan hırstır. Ahlâkî eğitim bu sebeple piyasaya şekil vermekten önce gelir.

Dedelerimizin dükkan kimin sorusuna “emanet” cevabı vermesi sadece
basit bir kültür unsuru değil, hakiki ve samimi bir varlık algısıdır. Zira bu cevap,
“bu can bu tende emanet” anlayışının piyasaya yansımasıdır. Bu zihniyetteki kişi,
stres nedir bilmez, krizden etkilenmez. Zira; tevazusu, iktisadı ve istiğnası ile
merhameti hak eder, ikramı ve şerefli yardımı elde eder.

Zaten bu sebeple “iktisat” ve “istiğna” yani gani gönüllülük kardeştir.

Oysa “dünya benim, daha yok mu” diyen kanaatsiz insan, gayrimeşru
yollara yönelir ve krizde yıkıldığında kendisine uzanan bir dost eli bulamaz, zira
merhameti hak etmez.

Tebdil-i kıyafet gezerek alış veriş deneyi yapan ve aslında gizlice
piyasayı denetleyen padişahı sıradan bir müşteri gibi görerek ve samimiyetle “Ben
siftah etmiş oldum, kalan ihtiyaçlarını da komşudaki diğer dükkandan al” diyen eskinin
Mısır Çarşısı esnafı, bu günkü “homo ekonomikus”tan başka bir tür canlı idi. Ama
bu günün homo ekonomikusları onu okuyup yorumlarken kendi bakış açılarını ona giydirmekte
ve böylece onu da kendilerine benzetmektedir: Kendileri bencil, onu da bencil sanmaktadır.
Faydacı ve benmerkezci bir yaklaşımla “Komşunu yaşat ki sen de yaşayasın” dediğini
varsaymaktadırlar. Oysa bu yaklaşımın görünüşte samimiyet içinde hileye işaret eden
“İnsanların güvenini kaybetmektense para kaybetmeyi tercih ederim. Zira insanların
güveni bana para kazandıracak” yaklaşımından farkı yoktur.

11. İnsan harcayacaksa kendisi için değil başkaları için harcamalı.
Yemekten çok yedirmekten lezzet almalı. Zira, bizzat yemek, cismani ve çoğu zaman
hayvanî bir lezzet verir. Oysa yedirmek, riya olmazsa, daima ruhanî ve insanî lezzet
verir.

İkram etmeyi seven insanın kriz karşısındaki tavrını ve durumunu
düşünelim. Aç kalmaz, açıkta kalmaz, şerefli yardımdan mahrum da kalmaz.

İktisadi Buhrandan “Ekonomik Krize”

12. 2008 yılında ortaya çıkan “küresel ekonomik kriz” sebebiyle
dünyanın ekonomik varlığının en az beşte birinin kaybolduğu söylenmektedir. Dünyanın
beşte biri yanmış ya da uzaya uçmuş değildir. O halde ne oldu? Bu nasıl bir “kayıp”tır?

Şöyle açıklanabilir: Dünya üzerinde reel ekonomik varlık 100 lira
değerinde. Ama dünyadaki toplam varlık-alacak-borç hacmi 500 lira. Yani hesapta,
kağıt üzerinde görünen 400 lira, “reel” varlık değil, sanal varlıktır. Yani beşte
biri suyla dolu bardağın kalanındaki beşte dörtlük köpük ve sun’î varlıktır. Bu
köpük azalıp sönmeye başlayınca köpükten geçinenlerde bir telaş başlamaktadır. Köpüğü
azaltmamak için yeni köpürteçlerle suyu karıştırıp bulandırmaktadırlar. Reel ekonominin
de dengesi böylece bozulmaktadır.

13. O halde asıl problem köpüğün ve köpürtücünün varlığıdır. Köpürtücü
bankalardır. Köpük de kağıt para yani “banka senedi” ya da “banknot”tur.

Para nedir? Yenir mi? Yenmez. Giyilir mi? Giyilmez. Farazi bir varlıktır.
Değeri de bir faraziyeden ibarettir. Aslında bir tür senettir. Kağıt parçasıdır.
Bu sebeple paraya yatırım yapmak reel yani “akıllıca” ya da “mantıklı” değildir.
Yine bu sebeple paradan ve vadeden para kazanmak ahlakî de değildir.

14. Geleneksel bankalar, paradan para kazanmak isteyenlere, mevduat
ve nakit kredi denilen geleneksel usullerle ve “futures” işlemleri, morgıç gibi
modern yöntemlerle aracılık etmektedir: “Ali’nin külahını Veli’ye, Veli’ninkini
Hasan’a, Hasan’ınkini Hüseyin’e ilh.” Bu şekilde “bir paradan” “çok alacak” ya da
“çok borç” çıkarmak, piyasayı köpüğe boğmaktadır. Piyasa nefes almak istediğinde
ise bardaktaki köpük kaybından dolayı ekonomik krizler çıkmaktadır.

Oysa paradan para kazanmak isteyen, servetini yani parasını ya bizzat
ticarette çalıştırmalı ya da ticaret yapmak isteyene sermaye vererek ortak olmalı
ki kâra da zarara da iştirak etsin.

Bu sebeple bankaların para-kredibilite akışına kâr zarar esasına
göre aracılık yaptıkları bir sisteme geçilebilmesi lazımdır. Faizsiz bankalar bunu
yapmaya çalışmaktadırlar ve ancak kısmen bunu başarabilmektedirler.

15. Faiz paranın kirası değildir. Para kiraya verilebilen bir şey
değildir. Sebebi şudur: Bir eşyanın kiralanmasında eşyanın başına gelecek risk kiraya
verenin üzerindedir. Paranın ödünç verilmesinde ise paranın kaybı ya da yanmasının
riski ödüncü alanın üzerindedir. Yani parayı ödünç veren riske girmemekte ve parasını
korumaktadır. Ödünç verenin tek riski borçlunun ödeyememesidir. Bankacılık sektöründe
ise bu risk gerçekte yoktur. Zira bankalar krediyi ancak en sağlam teminatları aldıklarında
vermektedirler.

Parayı ödünç verenin, geri alırken üzerine faiz alması, bir şeyin
“karşılığı” değildir. Bazıları faiz için paradan mahrum kalmanın karşılığıdır şeklinde
tarif yapmaktadır. Bir parça kağıttan yani paradan yani aslında satınalma gücü denen
güçten kendi kendisini kendi isteğiyle mahrum bırakan, hangi sebeple, bir “karşılık”
hak eder ki? Aksine, faiz, külah değiştirmeyi bir maharet sayanlarca uygulanmakta,
“havadan para kazanmayı” teşvik etmekte ve çalışma şevkini söndürmektedir.

16. O halde dünyanın krizlerden kurtulmak için bankacılık sistemini
piyasa samimiyeti içinde ve doğru yöntemle reel ekonomiye uygun hale getirmesi gerekir.
Bunu sadece İslam dünyası değil, bir süre önce Vatikan da söylemiştir. Gün geçtikçe
bunu daha çok kişi, görmekte ve söylemektedir.

Bediüzzaman Said Nursi, kitaplarında sosyal hayata ve sosyal düzen
kurallarına dair fazla bir şey söylememesine karşılık, bir konuyu bir çok kitabında
gündeme getirmektedir: Bu da faiz yasağına ve zekat emrine uyulmamasıdır. Bediüzzaman,
son iki-üç yüzyıldaki sosyal çalkantıların ve ihtilallerin sebebini bu iki kuralın
ihlaline bağlamaktadır. Ama bununla da yetinmemekte ve bu ikisini toplumsal “fesadın”
da sebebi olarak da görmektedir. Fesattan kasıt herhalde ekonomik krizler ve buna
bağlı ahlâkî bozulmalardır. Gerçekten ekonomisi bozulanın, bilhassa imanı da zayıfsa,
ahlâkı da kolay bozulmaktadır.

17. Toplumsal hastalıklarımızdan biri ikiyüzlülüktür ve bu da sosyolojik
krize sebep olmaktadır. Dinî kaynaklara göre zekatın açıktan yani gizlenmeden ve
fakat zekat olduğu söylenerek verilmesi gerekmektedir. Ancak dinî televizyon kanallarında,
“dindar” olduğu belli kişiler, fakirlere, göstere göstere ve hatta firma reklamı
da yaparak yardım vermektedirler; fakat “verdiğimiz zekattır” dememektedirler.

Bu gizliliğin sebebi sorulduğunda “zekat deyince laikliğe ya da
çağdaşlığa aykırı olabilir” denilmesi; çağdaş görünmek adına, gayri insani bir hâle,
ikiyüzlülüğe bürünmek gibi gayr-i İslami bir durumu ortaya çıkarmaktadır.

18. Son kriz sebebiyle kapitalizmin bittiğini, sosyalizmin yeniden
parladığını ve doğrulandığını iddia edenler yanılmakta ya da bilerek yanıltmaktadırlar.
Devletin fakire destek olması elbette iyidir. Ancak sosyal devlet uygulamaları teşebbüs
hürriyetine engel olmamalı, özel sektörün ve meşru rekabetin önünü tıkamamalıdır.
Krizler de bunun bahanesi olmamalıdır. Ama insanı tanrılaştırmaya kalkan materyalist
tüketim tarzı da kötüdür o da teşvik edilmemelidir.

Sosyalizm de kapitalizm gibi kapitalcidir, sermayecidir; zira maddecidir,
materyalisttir. Aralarında sadece “kapital”in “sahibi”nin kim olması gerektiği konusunda
görüş ayrılığı vardır. İkisi de kapitalin gerçek sahibi yaratıcıyı unuturlar ve
sahip olarak ya insanı ya da devleti görmeye çalışırlar.

Oysa insanın kapitalin şerefli emanetçisi olması, bu emanete hıyanet
etmemesine bağlıdır. Hıyanet etmemesinin kıymeti ise ancak, hıyanet edebilme hürriyeti(!)nin
de bulunması sayesinde anlaşılabilir. Akıl, irade, ilham, vahiy ve vicdan birleşecektir
ki hürriyet hakkıyla ve gereğince kullanılabilsin.

19. Ekonomik sistem olarak kapitalizmle sosyalizm arasında bir tercih
yapmak zorunda kalınırsa hangisi tercih edilmelidir?

Bediüzzaman’ın bakış açısına göre piyasayı kısıtlayan Sosyalizm
necis (kötü)dür. Buna karşılık sınırsız hürriyet adı altında piyasa ahlakını yok
eden ve günahlı israfı teşvik eden kapitalizm ise encestir yani (daha kötü)dür.

20. Bu kriz bir yönüyle elbette kapitalizmin de krizidir. Ama unutulmamalıdır
ki, yaşlı dünyamız, yakın zaman önce, komünizme dönüşmüş olan sosyalizmin eski doğu
bloku ülkelerinde yaptığı zulmü de, ondan çıkan krizleri de görmüştü.

Bu durumda sosyal siyasette önceliğimiz elbette ekmek değil hürriyet
olmalıdır. Ama sadece devletten ve sadece dinî ve siyasal hürriyetleri istemek yetmez,
devlete karşı ekonomik hürriyetlerimiz de olmalıdır.

Serbest piyasa da iyidir ama bir şartla; insanı insan yapan ahlâkî
kodları unutmadan. Zira insanların çoğunluğunun bencilleşerek insanlıktan çıktığı
toplum da, o toplumun devleti de -hangi rejimi benimserse benimsesin- ekonomik krizlerden
ve sosyal buhranlardan kurtulamaz.

O halde ekonomik krizden kurtulmak için dahi ahlâkîyyat eğitimine
manevi yatırım yapmaya devam etmek gerekir.

Öz

“Küresel ekonomik kriz” kavramını tartışmak için öncelikle kavramsal
karmaşadan kurtulmak gerekir. Mesela; eski çağlarda “iktisat etmek”; “muktesit olmak”
yani iktisatlı davranmak anlamına gelmekteyken, günümüzde, “iktisat yapmaya” yani
ekonomi ile ilgilenme anlamına dönüşmüştür. Bu durum kavramlar dünyasında kargaşaya
yol açtığı gibi, başkaları gibi düşünme ve onların istediği gibi yönlendirilme tehlikesini
de beraberinde getirmektedir. Bu çalışmada öncelikle kavramsal çerçeve çizilmekte
ve sosyal buhranlara ve krizlere yol açan küresel iktisadi krizin nedenleri üzerinde
durulmakta ve ahlaki kodları göz önünde bulunduran çözümler önerilmektedir.

Anahtar Kelimeler: İktisat, ekonomi, iktisadî buhranlar ve sosyal
değişim, israf, pazarlama, faiz, zekat

Abstract

In order to discuss the concepts of “Global economic crisis,” firstly
you need to get rid of conceptual confusion. For example; in the old ages, the “to
economics”; means “thrifty”, however today its meaning turns into “dealing with
the economy”. This situation has led to chaos in the world of concepts so it has
brought about danger of feel like others and to be directed as they want. In this
article, firstly a conceptual framework is drown and it is focused on reasons of
global economic crisis that has caused social chaos and crises and solution proposals
that take into consideration moral codes, are proposed.

Key Words: Economics, economy, economic crisis and social change,
waste, marketing, interest, alms