Hayatımızın ne kadarını dünya hesabına kullanmamız ve ne
kadarını ahiret hesabına kullanmamız gerektiği sık sık yüzleştiğimiz bir
sorudur. Çoğunlukla da bu sorunun doğruluğunu düşünmeden doğru cevabın arayışına
kalkışılır. Kimilerine göre esas olan ahirettir, kimilerine göre sadece ahireti
hesaba katan yaşam şekli geri kalışımızın sebebidir, bazılarına göre ise bir
denge içerisinde hem dünya hem de ahiret hayatı gözetilmelidir. Bütün bu farklı
fikir ve tartışmaların ortasında, böyle bir sorunun ne derece tutarlı ve doğru
olduğunu da ele almak gerektiği kanaatindeyiz.

Aslında çözülmesi gereken en önemli problem aynı kelimelerle
ifade edilen ancak zihinlerde farklı anlamların yüklendiği kavramlara açıklık
getirerek bir konu üzerinde tartışmaktır. Dünyevileşmenin konuşulduğu bir
durumda “dünya” kavramı merkeze oturmakta ve konuşanların aynı anlamı yüklediği
bir kavram üzerinde tartıştıklarından emin olmak gerekmektedir. Dünya
kelimesinin anlamında birleşmek ise oldukça zor görünmektedir. Adeta kişiler
adedince dünyalar ve her bir dünyada o dünyanın özellikleri ile anlam kazanmış
kavramlar vardır. Kişinin hayatta kaldığı müddetçe onun iç âlemini şekillendiren
dünya, yani onun dünyası mevcuttur. Bu anlamda dünyanın varlığı kendi varlığına
bağlıdır ve “ölümüyle kendi kıyametinin kopacağı” ifadesi tam yerinde
kullanılmıştır. Kendi dünyasını şekillendirmede de önemli bir konuma getirilmiş
o dünyanın halifeliği omuzlarına yüklenmiştir. Dolayısı ile her insan duyu
organlarının ruhunda teşkil ettiği subjektif dünyanın şekillenmesi ve bu
dünyadan ruhuna süzülen mânâların yaratılış gayesi ile uygunluğu noktasında
sorumlu tutulmaktadır. Aslında bu tebei ya da izafi, subjektif dünyanın dışında
başka bir dünyanın varlığı da üzerinde ayrı ve uzun bir tartışmayı gerekli
kılacak bir husustur. Tek zati varlık olan şu kâinatın ve âlemlerin Halık’ı
dışında hiç bir varlık mutlak vücut sahibi olamayacağına göre zaman ve mekânın
da izafi olduğu bir evrende aslolan bizim subjektif dünyamız ve onunla ilgili
sorumluluklarımızdır.

Beynimiz henüz işleyişi net olarak izah edilememiş ve ruh, akıl,
vicdan, duygulanım ve bilişsel (kognitif) fonksiyonlarımızın cereyan ettiği ve
yukarıdaki anlamda subjektif dünyamızı şekillendiren çok önemli bir organdır.
Son zamanlarda özellikle kuralları bizimkinden tamamen farklı, dış dünya olarak
adlandırdığımız kavramın iyice uzağında, bize çok garip gelen hezeyanların
gerçek olarak algılandığı, halüsinasyon olarak adlandırılan ve sadece bu
kişilerin duyduğu ses ve görüntülerin ön planda olduğu şizofreni hastalığı ile
ilgili araştırmalar bazı çarpıcı sonuçlar ortaya koymuştur. Beynin normal
işleyişinde benzer kavramları birbiri ile ilgili olanları hafızada yakın
yerleştirip ilgisiz olanların bu alana girmeyi zorlaştırdığı ortaya konmuş ve bu
hastalarda bu mekanizmanın işlememesinden kaynaklanan çağrışım hızlılığı
nedeniyle çok ilgisiz kavramlar birbirini çağrıştırabilmekte ve beynin
işleyişindeki kavram ahengi bozulabilmektedir. Artık dünyanın sonu geldiği
şeklindeki fantazilerle adeta paylaştığımızı hissettiğimiz her birimizin kişilik
aynasında benzer şekilde yansıyan âlemden koparlar. “Bireyin evrende kendisinin
var olduğunu hissetmesini sağlayan bir kendilik (self) duygusu”1 ya
da “tagayyür, inkılap ve felaketlere maruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân
edilen ruhun yaşayabilmesi için” üç kuvvet verilmiştir. “Bu kuvvetlerden
bi-rincisi, menfaatleri celb ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye..
ikincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye.. üçüncüsü, nef’
ve zararı, iyi ve kötüyü temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir.”2
Bunların yıkıma uğraması kişinin dünyasını da yıkacak, artık dünyanın gerçekleri
ile bağlantısı kopacaktır. Herkesle aynı dünyada ama farklı bir âlemde
yaşayacaktır. Bu uç noktada, hatta hasta olarak adlandırılan insan tipinden
hareketle diyebiliriz ki her bir insanın dünyası ve o dünyada kavramların
yüklendiği anlamlar farklı farklıdır. Adeta ruh bir ayna ve dünya, varlıkların o
aynada yansıyan görüntüsüdür. Dünya, yaşanan olaylar ve çevremizdeki herşeyle
ilgili hükümler hep bu ayna üzerinden yapılan değerlendirmelerdir.

İnsanda çağrışımların—Spitzer tarafından 1997 yılında ortaya
konan teoriyle—“semantic priming” ile yürüdüğü tezini günlük yaşayışımızdaki pek
çok şeyi izah için ışık tutucu olarak ele alabiliriz. Bunun anlamı yukarıda da
bahsettiğimiz şekilde birbirine yakın olarak algılanan yada bu şekilde öğrenilen
kavramların daha kısa zamanda çağrıştırmasıdır. Mesala siyah denildi-ğinde bunun
beyazı çağrıştırması 0.05 milisaniyelik bir süre alırken aynı kavramın “soğuk”
kavramını çağrıştırması 0.5 milisaniye almaktadır. (Nelly, 1991)3
Buradan hareketle diyebiliriz ki birbirini kısa zamanda çağrıştıran kavramların
yakın olarak yer aldıkları bir kavram haritası her insanın beyninde mevcuttur.
Bu haritanın şekillenmesi çevre, eğitim, yaşanan olaylar, kültür, müzik,
seyredilen manzaralar, okunan kitaplar, hatta genetik faktörler gibi pek çok
değişkenin etkisiyle şekillenir.

İşte, dünyevileşmek dediğimizde dünyanın bu kavram haritası
içindeki yeri büyük önem arzetmektedir. Dünya kavramının “dünya ahiretin
mezrasıdır” hadisini çağrıştırdığı kişide dünyevileşmenin anlamı “para, makam,
eğlence” gibi kavramları çağrıştırdığı kişiden çok farklı olacaktır. Bunların
kavram haritaları da birbirinden çok farklıdır. Dolayısıyla kelimeler aynı ancak
kavramlar farklıdır. Nefis terbiyesi adı altındaki faaliyetler, Kur’an dinlemek,
tefekkür, zikir gibi uğraşılar da bu kavram haritasını yaratılış maksadına uygun
şekillendirmek için ortaya konan faaliyetler olsa gerektir. Yaratılış maksadı,
özetle varlıkların arkaplanında saklanmış Yaratıcı’nın isimlerini seyretmek,
takdir etmek ve onların büyüklüğü karşısında secde ve şükür şeklinde kabul
edildiğinde ideal insan beyni kavram haritasında varlıkların her birine en yakın
ve hemen çağrıştırdıkları kavramlar Cenab-ı Hakk’ın onlarda ön planda tecelli
eden isimleri olmalıdır. Ancak sabah saat altıda işe yetişmek üzere yatağından
fırlayan, vapurda, otobüste, trende stres içinde ve işe yetişmek düşüncesinin
doruk noktaya ulaştığı ve gün boyu patrondan fırça yememek, bir an evvel işi
yetiştirmek ve alacakları tahsil etmek gibi düşüncelerin iç alemi
şekillendirdiği bir insanda bu pratik olarak ne derece mümkündür?

Bu, günümüz yaşantısında zor olduğu gibi asırlar boyunca da zor
olduğundan olsa gerek, ahireti ön planda tutanlar tarafından dünya hep hor
görülmüş ve kötülenmiştir. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin şu sözleri bu
konuda tipik bir örnek olarak ele alınabilir: “Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki,
dünya halleri rüya ve gölgeye benzer. Dünya geçicidir, vebaldir. Dünya insanları
aldatıcı ve onlara zararlıdır. Dünyayı terk, devlet ve büyük saadettir. Dünyaya
rağbet, Allahu Teala’nın gazabını gerektirir. Dünya cebr ettiğini, zorladığını
kırar. Sevdiğini kahreder. Dünya bulut gölgesidir, uykudaki rüyadır. Hem de
asılsız rüyadır. Ona gönül veren gafil, elbette pişmandır. Dünya değişicidir.
Bir halde durmaz. O senle kalsa da, sen onunla kalmazsın. Dünya mü’minin
zindanıdır, ölüm emn ve emanıdır. Cennet onun mekânıdır. Onu terk eden
ayıplarını anlar. Dünyada, cesedin çıkmadan önce, kalbinden dünyayı çıkarmak
elzemdir. Dünyanın lezzetini terk eden cenneti bulur. İki alemde aziz ve
muhterem olur. Dünya yaldızlı bir yılan olup, sokması hafif ve zehiri
öldürücüdür. Gafil olan süsüne aldanır. Ondan yüz çeviren akıllıdır. Dünya
haraptır. Şerabı seraptır.”4

Ancak, İslam inancı gereği insan dünyada yaşamakla imtihan
olduğuna ve önündeki sorularla imtihanı vermek zorunda olduğuna göre, bütün
yoğunluğu ile dünyada yaşıyorken ve bu yaşamın gereği olan fiilleri yerine
getiriyorken Yaratıcı ile olan bağlantıyı devam ettirebilmek gerekmektedir.
Dünyada geçerli olan yaratılış kanunları ya da şeriat-ı fıtriyenin hükümleri
herkes için eşit derecede geçerli olduğuna göre bunların gereğine boyun eğmek
her kulun kaderidir. Bir anlamda Cenab-ı Hakk’ın isteğidir.

Otuz İkinci Söz’ün Beşinci Remz’inde ehl-i dalaletin vekili ile
müzakeresinde Bediüzzaman, şu suale muhatap olur: “Ehadisinizde, dünya tel’in
edilmiş; cife ismiyle yad edilmiş. Hem, bütün ehl-i velayet ve ehl-i hakikat,
dünyayı tahkir ediyorlar; ‘Fenadır, pistir’ diyorlar. Halbuki sen bütün
kemalat-ı İlahiyeye medar ve hüccet, onu gösteriyorsun ve aşıkane ondan
bahsediyorsun.” Bu gerçekten can alıcı ve İslam dairesi içinde yer alanların
dünya ile bağlantısını sorgulayan, iç alemlerinde dünyanın yerini araştıran bir
sorudur. Dünyevileşme konusunun tam olarak anlaşılabilmesi için bu suale verilen
cevabın da önemi büyüktür.

“Elcevap: Dünyanın üç yüzü var.

Birinci yüzü, Cenab-ı Hakk’ın esmasına bakar; onların
nukuşunu gösterir, mana-i harfiyle, onlara ayinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü,
hadsiz mektubat-ı Samedaniyedir. Bu yüzü gayet güzeldir, nefrete değil aşka
layıktır.

İkinci yüzü, ahirete bakar; ahiretin tarlasıdır, Cennetin
mezrasıdır, rahmetin mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir;
tahkire değil, muhabbete layıktır.

Üçüncü yüzü, insanın hevesatına bakan ve gaflet perdesi
olan ve ehl-i dünyanın mel’abe-i hevesatı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü
fanidir, zaildir, elemlidir, aldatır. İşte hadiste varid olan tahkir ve ehl-i
hakikatin ettiği nefret, bu yüzdedir.”5

Bu cevap daha sonra dünyayı kötüleyenlerin sınıflandırılması ile
devam eder. Aslında varlığı kabul edilen bir dünya vardır ve bu cevapta da onun
farklı yüzlerinden bahsedilmektedir. İşte bu farklı yüzler her bir insanın iç
âlemindeki dünya şekilleri olsa gerektir. Bu anlamda da insanlar adedince
dünyalar vardır. Her bir dünyanın manevi coğrafyasını yada kavram haritasını
şekillendirmede insanlar tasarruf sahibi olarak yaratılmışlardır. Başka bir
deyişle her insan kendi dünyasının halifesidir. Bu Kur’an-ı Kerim’de pek çok
yerde ifade edilir. Bu ifadelere örnek olarak şu ayetleri sıralayabiliriz:

“Hani Rabbin meleklere, ‘Yeryüzünde emirlerimi yerine
getirip varlıklar üzerinde tasarrufta bulunacak bir halife yaratacağım’
buyurduğunda, melekler şöyle demişlerdi: ‘Yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökecek
birini mi yaratacaksın? Halbuki biz seni hamd ile tesbih eder, seni her türlü
noksandan yüce tutarız.’ Allah ise ‘Ben sizin bilmedi- ğinizi bilirim.’
buyurmuştu.

“Ve Adem’e bütün isimleri öğrettikten sonra eşyayı
meleklere gösterdi. ‘Eğer halifeliğe daha layık olduğunuz iddiasında doğru
iseniz bunların isimlerini bana söyleyin’ buyurdu.”6

Bu ayette geçen “varlıklar üzerinde tasarruf” mânâsı direk
olarak ele alındığında şirki netice vereceğinden, kasdedilen mânâ her bir
varlığın insanın duyu süzgecinden geçerken kazanacağı anlam, o varlığın hangi
yüzüne bakıldığı konusunda bir tasarruf olmalıdır. İşte bu yüzden küfürdeki her
insan yüz yüze geldiği duyu organlarına ulaşan her varlığın hesabını vermekle
yükümlüdür. Bu mânâyı da hatıra getiren başka bir ayette:

“O Allah ki, sizi yeryüzünde halife kılıp bütün mahlukatın
üzerinde tasarruf hakkı verdi. İnkâr edenin inkârı kendi aleyhinedir; o
kâfirlerin inkârları ancak Rablerinin katında rahmetten mahrumiyetlerini
artırır. Kâfirlerin inkârı, kendi hüsranlarından başka bir şey de artırmaz.”7

Sonuç olarak diyebiliriz ki, herkes kendi dünyasında ehli
dünyadır yani dünyevileşmiştir. Bu dünyevileşme kavramının iyi yada kötü oluşu o
dünyanın, nesnel dünyanın hangi yüzüne baktığına göre değerlendirilmelidir.
Dünyadan el etek çekmek yerine üçüncü yüze bakan dünyaların halifelerince ikinci
ve birinci yüze bakacak şekilde tanzim ve idare edilmeleri yaşadığımız şartlar
içerisinde daha uygulanabilir görünmektedir. Kur’an-ı Kerim’de bizlere varlıklar
üzerinde tasarruf yetkisi verdiğini ifade eden Cenab-ı Hakk’ın da bizden muradı
bu olsa gerektir.

Dipnotlar

1. Işık, Erdal, Şizofreni, Ankara 1997, s. 52.

2. Nursi, Bediüzzaman Said, İşarat’ü-l İ’caz, İstanbul 1986,
s. 24.

3. Ceylan, M. Emin, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları
Hastanesi Seminerleri, 5.11.1997.

4. Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetname, Bedir Yayınevi,
İstanbul 1997.

5. Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, Yeni Asya Neşriyat,
İstanbul 1996, s. 571.

6. Bakara Suresi, 30, 31. ayetler, Yeni Asya Gazetesi
Neşriyatı Açıklamalı Meali, s. 5.

7. Fatır Suresi, 39. ayet, Yeni Asya Gazetesi Neşriyatı
Açıklamalı Meali, s. 438.