İlim, ilk anlamıyla “bilgi”yi ifade etmektedir. Bu genel ve ilk
anlamın göz önünde tutulması, ilimlerin sınıflandırılmasında bize bir ipucu
verebilir. Önce, “ilimlerin sınıflandırılması” derken, “ilim” teriminin
disiplinleri dile getirdiğini vurgulamamız gerekmektedir. Fakat bu
sınıflandırmanın bir ön şartı gibi görülebilecek bir meselenin ele alınması
açısından “ilim” kavramının, bu genel ve ilk anlamında incelenmesini ileri
sürmekteyiz. Bundan kastettiğimiz ise, ilmin, en genel anlamından en özel
anlamına doğru bir hareketle ilimlerin sınıflandırılmasına ulaşmaktır.
Bu açıdan konuya yaklaşırsak, elde ettiğimiz bütün bilgileri,
zihinsel birikimler olarak değerlendirebiliriz. Ancak eğitim ve öğretim yoluyla
elde edilen birtakım bilgiler, nitelik ve içerik yönünden diğer bilgilerden
ayrılmasına rağmen zihinsel birikim olmaları açısından diğer bilgilerle aynı
cins altında türevlerine ayrılmaya mahkûmdurlar. Bu tür bilgiler, tecrübeye
bağımlı, ancak tecrübeden daha uzak olan bilgilerdir. Çünkü tecrübeye yakın
olsalar, soyutlaştırılıp genelleştirilemezler. Böylece, en genel anlamda iki tür
bilginin varlığından söz edebiliriz: Birincisi, günlük yaşantıda bize gerekli
olan ve böylece âdeta tabiî olarak elde ettiğimiz, “yaşantısal bilgiler”dir;
ikincisi, belli bir yöntemle ve belli bir konu çerçevesinde elde edilen saf
soyut bilgidir ki, buna “ilim” veya “bilimsel bilgi” demekteyiz. Çünkü bu tür
bilgi, artık yaşantısal bilginin dağınıklığından kopmuş, belli bir düzene
gi-rerek soyut kavramlarla ifade edildiği bir topyekün bilgi kümesi
oluşturmuştur ki, buna bir disiplin olarak belli bir ilmin adını vermekteyiz.
Bu açıklamalarımızdan şu sonuç çıkmaktadır: Bizim genelde
“bilgi” olarak adlandırdığımız her şey, bütün zihinsel birikimlerimizdir. Bu
genel tanım içerisinde, zihnimizde olan her şey; genel tecrübeler, inançlar,
varsayımlar, kurumlar, görüşler, anlayışlar, fikirler, önyargılar vs. hepsi
bilgi olarak mütalâa edilmektedir. O halde, zihnimizde olan her şey bilgimizin
bir parçasıdır; ve biz onları yanlış bile olsalar, zaman zaman hem günlük
hayatta, hem de bilimsel çalışmalarımızda kullanırız. O halde “bilgi, sadece
mutlak olarak doğru olan hükümdür” denirse, bizce bu, bilgiden ne anladığımızı
ifade etmekte yetersiz kalır; çünkü mutlak doğru, sadece bilginin belli bir
türüdür.
Burada bizi ilgilendirmesi açısından ilimler üzerinde
duracağımız açıktır. Bu yüzden bilgiyi, burada genel anlamda ilmî bilginin her
türüne hasretmek isti-yoruz. Dolayısıyla teknik anlamda “ilim”, bütün kevniyat
bilimlerinin bilgisini kapsamaktadır ki, fizik, kimya, biyoloji ve astronomi
gibi bilimler yanında sosyoloji, tarih, antropoloji gibi sosyal bilimler ile
felsefe, ahlâk, psikoloji gibi insan bilimlerinin ve tefsir, hadis, kelam ve
fıkıh gibi İslâmî bilimlerin de bilgisini bunlar altında mütalaa etmekteyiz.
Böylece en genel anlamda ele alınınca bilginin, buradaki çalışmamızı
ilgilendirdiği yönüyle, ilim kavramı, bilginin sadece özel bir türüne
hasredilecektir.
Burada bizi ilgilendiren, kendi ilim anlayışımız içerisinde,
Risale-i Nurların yerini belirlemeye çalışmak ve bunun önemini ortaya koymaktır.
Bu yüzden konuyu önce ilimden ne anladığımızı ortaya koyarak ele aldık. Şimdi
ise, ilimlerin genel bir tasnifine ulaşarak Risale-i Nurların bu tasnif içindeki
yerini bulmaya çalışacağız. Bu çalışmamız, şu açıdan önem arzetmektedir; ilk
önce Risale-i Nurlarda bir ilim olup olmadığı, sonra bir ilmin varlığı
gösterilebilirse bunun ne tür bir ilim olabileceği ortaya konabilir. Şunu hemen
belirtelimki, buradaki yaklaşımımız, yöntem olarak İslâmî açıyı esas alacaktır.
Bu açıdan neyi kasdettiğimiz daha önceki bir çalışmamızda ayrıntılı olarak
açıklandığından burada bu konuya fazla girmeden sadece uygulamasına
geçilecektir.1 Bu ilmin tarifinde ve sınıflandırılmasında Kur’ân ve
Hadis temel kaynak olarak kullanılacak, bunların yorumlanması ve temel hareket
noktası olarak ele alınmaları, konumuzu ilgilendiren ilimler açısından
sunulacaktır. Bu yaklaşımımızın, dayandığı temeli savunma2 açısından
ilgili delillerimizi de kısa olarak açıklamaya çalışacağız.
Bu durumda ilimlerin genel değerlendirilmesinde İslam’ın temel
kaynaklarına bir göz atmamız söz konusu olduğundan bu kaynaklardan
çıkarılabilecek sonuçları incelememiz gerekmektedir. Mesela Kur’ân’da özel bir
ilimden söz edildiğine rastlamaktayız. Aslında bu ilmin kaynağı, bizzat
vahiydir; bu yüzden mahiyetini anlayabilmemiz için Kur’ân’a başvurmak
zorundayız.
Kur’ân’ı gayet dikkatlice incelersek görürüz ki, Kur’ân her
şeyden önce bilgiyi nitelendirmektedir. Şayet bilginin, Kur’ân açısından nasıl
nitelendirildiğini anlamaz veya bunu göz ardı edersek, Kur’ân’ın asıl hedefini
kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalırız. Çünkü hem Kur’ân, hem de sünnet,
bilgiye çok büyük önem vermektedir. Ancak önem verilen bilginin belli bir
özellikle nitelendirilmesi gerektiğini Kur’ân özenle işlemektedir. Bizim burada
ele alacağımız Risale-i Nurların ilmî değerlendirilmesi de bu nitelendirme
çerçevesinde olacağından, konuyu bu bakış açısından ele almaya çalışacağız. İlk
önce Kur’ân ve Sünnet’in ilme verdiği önemle konuva girelim.
“Kulları içinde Allah’a en çok saygı duyan, âlimlerdir”3
demekle Kur’ân, sadece ilmin önemini vurgulamakla kalmayıp aynı zamanda alimler
için ulaşılması gereken en yüce mertebeyi de belirlemektedir. Bilginin bilgi
olarak değerini en açık bir şekilde sergileyen şu âyet; “Hiç bilenlerle
bilmeyenler bir olur mu?” 4 bizce ilmî bilgiye işaret etmektedir.
Diğer taraftan Peygamberimiz; “Rabbim, ilmimi artır”5 diye dua
etmekle emrolunmuştur. Bu âyetlerde olduğu gibi diğer bir çok âyetlerden,
dolaylı olarak ilmin önemine işaret eden anlamlar çıkarmak mümkündür.6
İlmin önemini bilgi olarak vurgulayan hadisler de sayı olarak
büyük bir rakam arz etmektedir. Bunlardan sadece bir kaçına bakacak olursak
görürüz ki, Buharî’de “ilmin azalması, cehaletin artması” dünyanın sonu
(eşrâtu’s-sa’e) olarak belirtilmiştir.7 Ayrıca Peygam-berimiz şöyle
demektedir: “…Hiçbir âlim kalmayınca insanlar da cahil kimseleri, idarecileri
(rüesa) olarak seçerler. Bunlara bir şey sorulduğunda, ilim sahibi olmadıkları
halde cevap verirler; böylece hem kendileri sapıtırlar, hem de insanları
saptırırlar.8 Yine bir çok hadis kitaplarında Peygamberimizin şöyle
dediği nakledilmektedir:
“İlim peşinde koşanın, yaptığından memnun oldukları için
melekler, kanatlarını onlara açarlar. Alim için, yerde ve gökte ne varsa, hatta
denizlerdeki balıklar bile dua (istiğfar) ederler. Alimin, ibadet eden bir
kimseye üstünlüğü, Ay’ın, diğer yıldızlara (ışığı ile) olan üstünlüğü gibidir.
Alimler, peygamberlerin vârisleridir. Zira peygamberler para ve mal değil, ancak
ilim miras bırakırlar. Bunu elde etmek isteyen, büyük bir memnuniyetle onun
peşinden koşsun.”9
Yine bir hadiste şöyle denmektedir: “İnsan öldükten sonra şu üç
şeyin dışında tüm yaptıkları (sevap açısından) sona erer; devamlı verilen
sadaka, istifade edilen ilim ve kendisine dua eden salih bir evlat.”10
Ve yine: “Alimin mürekkebi, şehidin kanından üstün” tutulmaktadır.11
Bütün bunların daha göze hitap eder bir duruma girebilmesi için sayısal ifadeler
de kullanılmıştır.12 Ebu Davud’un Sünen’inde ise özetle şu hadisler
yer almaktadır: “İlime giden yol, cennete giden yoldur”; “Dolunay yıldızlardan
ne kadar parlak ise, âlimler de gece gündüz ibadet eden zahidlerden o kadar
üstündür”; “Alimler, peygamberlerin vârisidir”; “Birinden ilim istenir de, oda
bildiğini öğretmezse, ahirette Cehennem ateşi ile cezalandırılır.” Tirmizî ise,
Sahih’inin “Kitabü’l-İlm” bölümünde şu genel anlamları içeren hadislere ver
vermektedir: “İlim peşinde koşmak, Cennete kapı açmaktır”; “İlim yolunda giden,
o yoldan dönmedikçe Allah yolundadır.” İbn Mâce’nin Sünen’inde ise,
“Kitabü’l-İlm” bölümü olmamasına rağmen bu konuda çok önemli bir hadise
rastlamaktayız: “İlim peşinde koşmak her Müslüman için farzdır.”13
İlmin ne kadar önemli olduğunu gösteren bu zikrettiğimiz âyet ve
hadislerde, ilim kelimesi “bilgi” olarak yorumlanmıştır. Nitekim bu kelime
gerçekten de “bilgi” anlamında kullanılmış olmasına rağmen, Kur’ân ve Sünnet
bağlamını dikkate aldığımızda ilimden belli bir tür bilginin kastedildiğini
kolaylıkla görebiliriz. Meselâ şu âyette şöyle denmektedir: “Yemin olsun ki,
sana İlim’den gönderildikten sonra, şayet onların arzularına uyarsan, Allah’tan
sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olur.”14 Peygambere gönderilen
vahiy olduğuna göre, buradaki ilmin, vahiy olması gerekir. Gerçekten de
Kur’ân’da bir çok yerde ilim, vahiyle gelen bilgiye delalet etmektedir: “Kim,
ilim geldikten sonra seninle mücadele ederse, ona şöyle de…”15;
“Geçmiş Peygamberlere, kitap-larımızı kendi dilleriyle indirdiğimiz gibi, sana
da hikmetlerle dolu Kur’ân’ı Arapça olarak indirdik. Eğer sana ilim
gönde-rildiği halde inanmayanların heveslerine uyarsan, Allah’a karşı ne bir
dostun, ne de bir koruyucun bulunur”16; “…Bu Kur’ân, ancak Allah’ın
ilmi ile indirilmiştir”17; “Gerçekten Biz, Davud’a ve Süleyman’a bir
ilim verdik.”18 Bütün bu âyetlerden Kur’an’ın vahiyle ilmi
özdeşleştirdiği sonucunu çıkaramayız. Nitekim ilim ile vahyin aynı şey
olmadığını açıkça ortaya koyan âyetler de vardır: “Şüphesiz ki, biz onlara,
inanan bir topluluk için bir yol gösterici ve rahmet kaynağı olmak üzere, ilimle
açıkladığımız bir kitap getirdik.”19 İlmin, bilgi olarak önemini
ortaya koyan bu âyet, vahyin “belli bir ilm”i getirdiğini belirtmektedir. Yine
13/Ra’d, 43’te “Kitabın ilmine sahip olanlar” ifadesi, vahiyle vahyin getirdiği
bilgi arasında bir ayırım yapmaktadır. Bu ayrım diğer bir çok âyetlerden de
anlaşılmaktadır.20 Fakat vahiyle ilmin özdeşleştirilmemesi,
aralarındaki bağın inkârını gerektirmez. Aksine bütün bu âyetler, ilimle vahyi
gayet dakik bir şekilde irtibatlandırmaktadır. Bu irtibatı, aşağıda özellikle
Risale-i Nurlara ilişkin olarak daha geniş bir şe-kilde ele alacağız. Önce
buradaki tahlil neticesinde ortaya çıkan, ilmin iki yönüne daha işaret etmek
istiyoruz; birincisi, “vahyî ilim” diyebileceğimiz, bizzat Kur’ân’ın ilettiği
bilgiler, ikincisi ise, vahyî ilimle nurlandırılan, her ne şekilde olursa olsun
kendi elde ettiğimiz bilgilerdir. Bunu daha açık bir şekilde ortaya koyabilmek
için şimdi, Kur’ân açısından vahyin ilimle olan ilişkisini ortaya koymaya
çalışacağız.
Kur’ân’ın bir bakıma toplumdaki uzantısı olarak sünnet, vahiy
ile ilim arasındaki dakik bağı, gayet güzel yansıtmaktadır. Aslında vahiy-ilim
ilişkisi hadislerde o kadar güçlüdür ki, ilk devir âlimlerimiz el-ilim
denildiğinde nere-deyse sadece hadis bilimini anlamışlardır. Bu gerçek, hadis
kitaplarımızın “Kitabü’l-İlm” bölümlerinde âşikâr bir şekilde sergilenmiştir.
Hatta şu hadiste vahyin daha geniş kapsamı olan din, bu ilim-vahiy bütünlüğü
içerisinde Müslümanların dikkatine arz edilmiştir: “Allah, kime bir iyilik
dilerse, onu dinde bilginleştirir (yufakihhu fi’d-din).”21 O halde
vahiy ile ilim aynı (özdeş) olmamalarına rağmen, aralarında çok yakın ve dakik
bir ilgi kurulması, vahyin ilme ayrı bir boyut kazandırdığını göstermektedir. Bu
boyut, Kur’ân açısından şüphesiz ki, iman boyutudur. Nitekim bir çok âyetler,
bazı şeylerin sadece mü’minler tarafından bilindiğini belirtmektedir: “İman
edenler, bunun, Rabbleri tarafından gönderilen bir gerçek olduğunu bilirler”22;
“Doğrusu zulmedenler hiçbir bilgiye dayanmadan kendi arzu ve heveslerine
uydular”23; “İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, hiç ilmi, yol
göstericisi ve aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışıp dururlar”24;
“Size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitap ve Hikmet’i
ve daha bilmediğiniz bir çok şeyleri öğreten bir peygamberi, aranızdan (seçerek)
gönderdik.”25 Bu durumda Kur’ân’ın ilimle vahyi aynı bağlama
sokmasını şu şekilde yorumlayabiliriz: Vahiy, ilme nüfuz ederek onu aydınlatır
ve böylece bir hakikat olmasını sağlar. İşte vahyin, ilme kazandırdığı iman
boyutu böylece kendini gösterir. Vahiy-iman-ilim ilişkisi içerisinde âlimin
kazandığı tutum, tarafsızlık ve nesnellik adına, elde edilen ilme kayıtsız
kalmayı tavsiye eden tutumdan çok farklıdır. Zira bu kişi ile elde ettiği ilim
arasındaki ilişkiden ortaya çıkan tutum, “aydınlanmış ilim” olarak tâbir
edebileceğimiz çok özel bir durumdur. Böyle bir durumda, ilim genel anlamda
kalmayıp nitelendirilmiş olmaktadır.
Bu duruma, çeşitli şekillerde işaret edildiğini, Risale-i
Nurlarda görmekteyiz:
“Ziya-yı kalpsiz, olmaz nur-u fikir münevver; o nur ile bu ziya
mezcolmazsa zulmettir.”26 Bediüzzaman’ın, üzerinde çok önemle durduğu
şu hakikat, “vicdanın nuru, ulûm-u diniyedir”27 bu konuya ışık
tutmaktadır. Zira ulûm-u diniye, vahiy mahsulü olduğundan kalbi aydınlatması,
vahiy-ilim ilişkisinin bir sonucudur. Münevver kalbin, düşünce için ne kadar
gerekli olduğunun dile getirilmesi de aydınlanmış (münevver) ilim olarak
adlandırdığımız ilmî tutuma işaret etmektedir. Vahyî ilmin, nitelendirdiği bu
ilim, diğer ilim türlerine bir yol gösterici olması ile ilişkilenir. Bu konuyu
biraz daha değişik açılardan ele alalım.
“Aydın ilim” diyebileceğimiz bu nitelendirilmiş bilgi, vahiy ile
gelen Allah’ın Mutlak İlmi ile kaynaşmış sadece zihinsel bir durum değil, aynı
zamanda davranışlara ve yaşantılara yansıyan uygulama ile bağımlı tecrübî bir
varoluş düzeyidir. Bu yüzdendir ki, Müslüman âlim, bilgisine kayıtsız kalamaz;
aksine ilmi ile amel etmesi, ilminin bizzat gereği olup amel edilmesi gereken
ilmin peşinden koşması da onun bir görevidir.
Bu genel sonucumuz açıkça gösteriyor ki, Kur’ân ve Sünnet,
bilginin türleri hakkında herhangi bir ayırım yapmadan, ilmi bilgi olarak
önemsemektedir. Ancak ister bilim, ister felsefe, isterse teknolojik bilgi
olsun, vahiy ile nitelenmemiş ise, Kur’ânî aydın ilim düzeyine çıkmamış
demektir. Aydın ilim, vahyin iman ile nüfuz ettiği bilgidir ve İslâmî çerçevede
bu, her türlü bilginin ulaşması gereken bir düzeydir. Bu ilmin zıddı,
cehalettir; kişi ne kadar bilgili olursa olsun ve her ne türlü bilgilere en üst
düzeyde dahi sahip bulunursa bulunsun, bu ilmî düzeye erişmezse, onun bilgisi
cehaletle eş anlamlıdır ve insanlık için zararlıdır:
“Doğrusu, bilgileri olmadığı halde bir çokları, heveslerine
uyarak insanları doğru yoldan saptırırlar.”28
“Çocuklarını aptalca öldüren bilgisiz-ler ve Allah’a iftira
ederek, O’nun kendilerine verdiği rızkı haram kılanlar mutlaka hüsrandadırlar.”29
“İnsanları saptırmak için Allah’a karşı yalan uyduran
bilgisizlerden daha zalim kim olabilir?”30
Bu âyetlerdeki ahlâkî bağlam göz önünde tutulursa, “ilimsiz”
(bî-gayri ilim) veya “câhil” derken kasdedilen şey, bu kişilerin hiç bir bilgiye
sahip olmadıkları değil, aksine sahip oldukları bilginin iman ile vahiy
tarafından aydınlanmamış olmasıdır. Zira âyetlerin bağlamında ele alınan
kişilerin, gayet bilgili kişiler olduğu anlaşılmaktadır. O halde bunlar, aydın
ilim düzeyine erişememiş kimse-lerdir. Bu husus, bir çok âyette yine açıklık
kazanmaktadır:
“Hûd, kavmine şöyle dedi: ‘Ben size, benimle gönderileni
ulaştırıyorum. Ne var ki, sizi, cahillik yapan bir toplum olarak görüyorum.’”31
“Onların çoğu (vahyin bildirdiği) hususta cehalet içindedirler.”32
“Rahman olan Allah’ın kulları, yeryüzünde tevazu ve vakarla
yürürler. Cahiller kendilerine laf atıp sataştıkları zaman aldırmadan,
‘selametle’ deyip geçerler.”33
Demek ki, İslâmî çerçevede “cahil”, sadece bilgisiz olan değil,
aynı zamanda ilmi olup vahyi, ilmine iman ile nüfuz ettiremeyen kimsedir. Bu
konu, gayet açık ve etkileyici bir üslupla Risale-i Nurlarda işlenmiştir. Biz
sadece bir iki örnekle yetineceğiz:
“Her bir kemâlin, her bir ilmin, her bir terakkiyâtın, her bir
fennin bir hakikat-ı âliyesi var ki, o hakikat, bir İsm-i İlâhî’ye dayanıyor.
Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme
dayanmakla o fen, o kemalât, o san’at kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım
yamalak bir surette nâkıs bir gölgedir.”34
Buradan anlaşılıyor ki, aydın ilme vahiy olmaksızın sadece parça
parça ve eksik bir şekilde ulaşılabilir; bu ise, İslâm’ın arzu ettiği bir durum
değildir. Çünkü vahiy, sadece ilmi nitelendiren bir yön değil, aynı zamanda
bizzat bir ilimdir. Özellikle Kur’ân’ın “gayb” olarak adlandırdığı Allah’ın
varlığı, zâtı, âhiret, vahyin mahiyeti, insan hürriyeti gibi bir çok konular
sadece vahiyle bilinebilecek konulardır. O halde bunların bilgisi vahyî ilimdir;
bu da vahyin aynı zamanda bir bilgi içerdiğini de göstermektedir.
Risale-i Nurların işlediği bu konuyu, şu örnekle biraz daha
açmaya çalışacağız; farz edelim ki, büyük bir ilim adamı, kan dolaşımını yeni
bir buluşla açıklayıp alyuvar ve akyuvarların mahiyetini açıklığa kavuşturarak
kan kanserinin tedavisini çok basitleştiren yeni bir yöntem keşfetsin. Ancak bu
buluşu ile artık insanların hastalıklardan nasıl kurtulabileceğini anladığına
inanarak, ilahî bir gücün bunlarla ilişkini inkâra kalkışsın. Bu durumda onun,
maddiyata ait ilmi doğru olsa bile genel âlem anlayışı içerisinde bu ilmini
yerleştirmesi Allah’ın inkârına yol açtığı için ulaştığı sonuç yanlış
olacağından onun ilmi bir safsatadan ibaret kalacaktır. O halde, Bediüzzaman’ın
belirttiği gibi, “Tıp, bir fendir. Onun da nihayeti ve hakikati, Hakîm-i
Mutlak’ın ‘Şâfi’ ismine dayanıp, eczahane-i Kübrası olan rûy-i zeminde ruhuna ne
cilvelerini edviyelerde görmekle tıp, kemâlâtını bulur, hakikat olur.”35
Böylece safsata olmaktan kurtulur. Yine bu hakikate istinaden; “dinsiz felsefe,
hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir.”36
Bundan anlaşılıyor ki, ilmin nitelendirilmesi, aslında bir
ahlâkî boyut getirmektedir. Bu boyutu hadisler daha çok işlemiş ve böylece
Müslümanların kafasında İslâmi bir bilgi zihniyeti uyandırmıştır. Meselâ bu
ahlâkî boyutu işleyen bir hadiste şöyle denilmektedir: “Kim bilgiyi, lâyık
olmayan birisine öğretirse, domuza değerli taşlardan, altından ve zümrütlerden
yapılmış bir gerdanlık takmış gibi olur.”37 Bunun dışında yine
Peygamberimizin “Ya Rabbi! Faydasız ilimden sana sığınırım” diye dua ettiği
bildirilmektedir.38 Demek ki, vahiyle aydınlanmamış bilgi, fayda
yerine insanlığa zarar getirmektedir. Yine bundan anlaşılıyor ki, İslâmî
çerçevede bilgi, yaşantıya kayıtsız kalınca ve nitelendirilmezse, önemli
görülmemektedir. Yalnız şunu tekrar belirtelim ki, nitelendirme, temelde ahlâkî
bir boyut olduğu için bütün bu faydasız bilgi uyarıları, insan tarafına
çekilmelidir. Zira faydasız bilgiyi üreten yine insandır. Ancak vahyin
bildirdiği ilimde bu özellik olamaz. Zira bu şekilde gelen ilim, bizatihi
aydındır. Bu ahlâkî yönü vurgulayan, şu hadisi de zikredebiliriz: “Dünyevî bir
amaç için bilgi peşinde giden Cehenneme gider.”39 O halde aydın ilim
temel olarak, bilgide takınılması gereken bir tavrı da ortaya koymaktadır.
Buraya kadar ulaştığımız sonuç, ilimlerin en genel bir
sınıflandırmasını ortaya koymaktadır: Birinci olarak, yaşantısal bilgiler
dediğimiz günlük hayatta elde ettiğimiz ve normal hayat şartları için gerekli
bilgileri ayırdık; ikinci olarak, belli bir yöntem dahilinde kâinatın bilgisine
dair elde ettiğimiz bilgiler ve üçüncü olarak da doğrudan vahiyle Kur’ân’ın bize
ilettiği bilgiler ki, buna da vahyî ilim olarak işaret ettik. Vahyî ilim,
yukarıdaki âyetlerden de anlaşılacağı gibi, bizzat vahiydir. Ancak, Kur’ân’ın
herhangi bir âyeti, bizzat vahiy olduğu halde, bu âyetten bizim anlayışımızla
istihraç ettiğimiz bir yorum, vahyî bilgi olmayıp, vahye istinad eden bilgidir.
Bu bilgi, genelde irşad ve tebliğ için kullanıldığından, vahiyle
karıştırılmasını önlemek için buna “tebliğ ilmi” diyeceğiz. Aydın ilim ise, ya
doğrudan vahyî ilmin, veya vahye istinad eden tebliğ ilminin diğer tüm
bilgilerimize nüfuz ettirilmesi ile ulaştığımız yaşantısal-ilmî bir durumdur.
Şimdi sonucumuzu ilimlerin en genel bir tasnifi olarak aşağıdaki tabloda
gösterebiliriz.
Görüldüğü gibi, vahyî ilmin, yorumlanması ve onun yöntemini
aynen tatbik etmekle ulaşılan bilgi, tebliğ ilmidir. Tamamiyle vahye istinad
ettiği için amacı, vahyin amacı ile aynıdır. Kevniyat ilimleri gibi, kâinatın
bilgisini elde etmek bunun amacı ve hedefi değildir. Yukarıdaki âyetlerden
anladığımız şudur ki, Kur’ân’da ilim kavramı, hem vahyin getirdiği bilgiye, hem
vahiyden insanın elde edebileceği bilgiye, ve hem de insanın kâinata dair elde
edebileceği bilgilere—ki bunları da burada kevniyat ilimleri olarak
tanımladık—atıfta kullanılmaktadır. O halde bu en genel üç sınıf bilgiye Kur’ân
açısından ulaştığımızı savunabiliriz.
Bu durumda asıl konumuz olan, Risale-i Nurların, bu üç sınıf
ilimden hangisine girdiğini şimdi araştırabiliriz. Vahyî ilim, Kur’ân (ve diğer
semavî kitaplar) olduğuna göre, bu sınıf araştırmamız dışında tutulacaktır, zira
başka hiçbir eser bu ilim sınıfına dahil değildir. Risale-i Nurlarda kevniyat
ilimlerinin konularından sık sık bahsedilmesi, bu eserlerin bu sınıfa tâbi
tutulabileceğini ilk anda akla getirebilir. Fakat Risale-i Nurların dikkatle
incelenmesi, bu konulardan kevniyat ilimlerinden olduğu gibi bahsedilmediğini
gösterecektir. Meselâ kan dolaşımından Risale-i Nurlarda bahsedilmekte, fakat bu
konu biyolojide olduğu gibi bir sorun olarak ele alınmamakta, asıl amaç için bir
vasıta olarak kullanılmaktadır.40 Yine Risale-i Nurlarda felsefeye
dair birçok konuların ele alınması, onların felsefe olduğunu göstermez. Çünkü,
asıl amaç, vahyin de amacı olan hidayet, veya Üstadın da sık sık kullandığı bir
tâbirle, “imanı kurtarmak” olduğundan bütün bu meseleler asıl amaç için vasıta
olarak kullanılmıştır. Hatta kelama dair bir çok konu ayrıntılı bir şe-kilde
Risale-i Nurlarda işlenmiş olmasına rağmen yine bu eserlerin amacı, kelam dersi
vermek değildir.41 Bu, Risale-i Nurların aslında tebliğ ilmi
çerçevesinde ele alınması gerektiğini bize göstermektedir. O halde bu hakikatı,
daha iyi gösterebilmek için bu ilmin özelliklerinden yine Risale-i Nurlardan
örnekler vererek bahsedelim.
1. Tebliğ ilminin, en önemli ve temel gayesi, hidayettir. Çünkü
bu ilim sadece ve sadece vahyi esas alır ve böylece onun gayesini kendine de
hedef tayin eder. İşte bu hakikatin gayet mücmel, fakat beliğ ifadesi Risale-i
Nur’da şöyle ifade edilmektedir:
“Kur’ân’ın vazife-i asliyesi, daire-i rububiyetin kemalât ve
şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir.”42
Bunun güzel bir açıklamasını da Bediüzzaman’ın şu hatıratında görmekteyiz; “Van
valisi Tahir Paşa, ko-nağında bana üst kısmında bir oda vermişti, ben orada
kalıyordum. Gece odama çıktığımda—o zaman hakaikten doksan kitap ezberimde
idi—her gece üç saat okuyarak üç ayda bir devrediyordum. Cenab-ı Hakka şükür
kardeşlerim, o mahfuzâtım, o tekrarlarım Kur’ân’ın hakâ-ikine çıkmaya bana
basamak oldular. Sonra ben, Kur’ân’a çıktım; baktım, her bir âyât-ı Kur’ân,
kâinatı ihata ettiğini gördüm. Artık Kur’ân bana kâfi geldi, başka bir şeye,
kitaba ihtiyacım kalmadı.”43 Bunu ayrıca
şöyle anlatmaktadır:
“Bundan otuz sene evvel, Eski Said’in gâfil kafasına müthiş
tokatlar indi, ‘el-mevtu hakkun’ kaziyesini düşündü. Kendini bataklık çamurunda
gördü. Meded istedi, bir yol aradı. Gördü ki, yollar muhtelif; tereddütte kaldı.
Gavs-ı Âzam olan Şeyh-i Geylanî’nin (r.a.) Fütûhü’l Gayb nâmındaki kitabıyla
tefe’ül etti. Tefe’ülde şu çıktı: Ente fi dâri’l-hikmeti fa’tlub tabîben yudavi
kalbek. Aciptir ki, o vakit ben ‘Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’ âzası idim. Güya
ehl-i İslâmın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyade
hasta ben idim. Hasta evvela kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir… Ben
dedim: ‘Sen tabibim ol!’… Kitabı tamamen okudum ve çok istifade ettim. Sonra
İmam-ı Rabbanî’nin Mektubat kitabını gördüm… Hâlis bir tefe’ül ederek açtım…
Bana musırrane şunu tavsiye ediyordu: ‘Tevhid-i kıble et.’ Yani, birini üstad
tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma. Şu en mühim tavsiyesi, benim
istidadıma ve ahvâl-i ruhiyeme muvafık gelmedi. Ne kadar düşündüm: ‘Bunun
arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim?’
Tahayyürde kaldım. Her birinde ayrı ayrı câzibedâr hâsiyetler var. Biriyle
iktifa edemiyordum. O tahayyürde iken, Cenab-ı Hakkın rahmetiyle kalbime geldi
ki, ‘bu muhtelif turukların başı ve bu cedvellerin menbaı ve şu seyyarelerin
güneşi, Kur’ân-ı Hakîmdir. Hakikî tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise, en âlâ
mürşid de ve en mukaddes üstad da odur.’ Ona yapıştım… Demek ki, Kur’ân’dan
gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesâil-i ilmiye değil, belki kalbî,
ruhî, hâlî mesâil-i imaniyedir.”44
2. İşte burada Risale-i Nurların, sadece “aklî mesâil-i ilmiye
değil, aynı zamanda kalbî, ruhî, hâlî mesâil-i imaniye olarak tasvir edilmeleri
onların tebliğ ilmine ait olmasından kaynaklanmaktadır. Tebliğ ilminin bu
şekilde doğrudan Kur’ân’dan kaynaklanması ayrı bir özelliğini daha dile
getirmektedir: “Sözlerdeki hakâik ve kemâlât, benim değil Kur’ân’ındır ve
Kur’ân’dan tereşşuh etmiştir. Hatta Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur’ânîye’den
süzülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen böyledir.”45
Buradan anlaşılıyor ki, tebliğ ilminin doğrudan Kur’an’dan
kaynaklanması yöntem olarak kullandığı tutumu göstermektedir.
3. Tebliğ ilmi, aynı zamanda “tecdid”dir; o halde bu ilmin
mümessili de “müceddid”dir. Tecdid ise, vahyî hakikatlerin değiştirilmeden kendi
asrındaki ilimler seviyesinde ve muvacehesinde yeniden ifade edilmeleridir.
Demek ki “tecdid”, “tağyir” veya “tebdil” değil, sadece hakikatin, zamanın
fehmine uygun olarak dile getirilmesidir. Fakat elbette ki, bu şekilde dile
getirilen hakikat bazı yenilenmeye uğramış demektir. Bu yenilenme sayesinde,
artık yetersiz kalmış ve böylece etkisini kaybetmiş bilgiler, tekrar yeterli ve
etkili bir duruma getirilmiş olurlar. Risale-i Nurlarda bu tecdit özelliğini
açıkça müşahede etmekteyiz:
“Hem yazılan eserler, risaleler,—ekseriyet-i
mutlakası—hariçten hiçbir sebep gelmeyerek, ruhumdan tevellüd eden bir hâcete
binaen, âni ve def’î olarak ihsan edilmiş. Sonra bazı dostlarıma gösterdiğim
vakit, demişler: ‘Şu zamanın yaralarına devadır.’ İntişar ettikten sonra ekser
kardeşlerimden anladım ki, tam şu zamandaki ihtiyaca muvafık ve derde lâyık bir
ilaç hükmüne geçiyor.”46
“Eski zamanda, esâsat-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi.
Teferruatta, âriflerin mârifetleri delilsiz de olsa, beyânatları makbul idi;
kâfi idi. Fakat şu zamanda dalâlet-i fenniye, elini esâsâta ve erkâna uzatmış
olduğundan, her derde layık devâyı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl,
Kur’ân-ı Kerîm’in en parlak mazhar-ı i’cazından olan temsilâtında bir şulesini,
acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten hizmet-i Kur’ân’a ait yazılarıma
ihsan etti… Elhâsıl: Yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak
temsilât-ı Kur’âniyenin lemeâtındandır. Benim hissem, yalnız şiddet-i
ihtiyacımla talebdir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, devâ
Kur’ân’ındır.”47
“Eski mübarek zatların ekser divanları ve ulemânın bir
kısım risaleleri, imanın ve marifetin neticelerinden ve meyvelerinden ve
feyizlerinden bahsederler. Onların zamanlarında imanın esâsâtına ve köklerine
hücum yoktu ve erkân-ı iman sarsılmıyordu. Şimdi ise, köklerine ve erkânına
şiddetli ve cemaatli bir surette taarruz var. O dîvanlar ve risaleler çoğu has
mü’minlere ve fertlere hitap ederler; bu zamanın dehşetli taarruzunu def’
edemiyorlar. Risaletü’n-Nur ise, Kur’ân’ın bir mânevî mucizesi olarak imanın
esâsâtını kurtarıyor ve mevcut imandan istifade cihetine değil, belki çok
deliller ve parlak bürhanlar ile imanın isbatına ve tahkikine ve muhafazasına ve
şübehattan kurtarmasına hizmet ettiğinden herkese bu zamanda ekmek gibi, ilaç
gibi lüzumu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar… Hem Risaletü’n-Nur,
sâir ulemânın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarı ile ders vermez ve
evliyâ misillü, yalnız kalbin keşf ve zevkiyle hareket etmiyor. Belki akıl ve
kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh vesâir letâifin teâvünü ayağiyle hareket
ederek evc-i âlâya uçar; taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü
yetişmediği yerlere çıkar, hakâik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir.”48
Tebliğ ilminin dili, tâbiri yerinde ise, gayet “keskin”dir.
Diğer bir deyişle, çok etkileyici bir üslubu ve sürükleyici bir havası vardır.
Bu durum aslında, tebliğe memûr olan zâtın ruhî, kalbî ve hâlî tutumundan
kaynaklanmaktadır. Mübelliğ, tüm varoluş düzeyinde kendini tebliğe adamıştır.
Yaşantısı, gayesi, varlığının mânâsı, hep tebliğdir. Kendisinin bizzat
yaşamadığı bir hakikati, mübelliğ yazmaz. Bu yüzdendir ki, yazdığı her aklî
mesâil-i ilmiyede de, ve her kalbî, ruhî, hâlî mesâil-i imaniyede de
karşısındakini etkiler, tabiî ki karşıdaki de samimî olarak kulak veriyorsa! Bu
konunun bazı örneklerini Risale-i Nurlardan dinleyelim:
“İlm-i kelam vasıtasıyla kazanılan mârifet-i İlahiye,
mârifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan’ın tarzında
olduğu vakit, hem mârifet-i tâmmeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki,
inşallah Risale-i Nurun bütün eczaları, o Kur’ân-ı Mucizu’l-Beyan’ın cadde-i
nuranisinde birer elektrik lambası hizmetini görüyorlar.”49
“Yazılan Sözler tasavvur değil tasdiktir; teslim değil
imandır, mârifet değil şehadettir, şuhuddur, taklit değil tahkiktir; iltizam
değil iz’andır, tasavvuf değil hakikattir; dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır.”50
“Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı, bir küçük haneyi
tamir etmiyor; belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan, dağlar
büyüklüğünde taşları bulunan bir kal’ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir
kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve
teraküm edilen müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumî ve efkâr-ı
âmmeyi ve umumun bâhusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve
cereyanlar ve şeâirler kırılmasiyle, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi
Kur’ân’ın i’caziyle, o geniş yaralarını, Kur’ân’ın ve imanın ilaçları ile tedavi
etmeye çalışıyor.”51
5. Tebliğ ilmi, diğer bütün ilimlerin içine nüfuz ederek onları
niteleyen ve böylece aydın ilim düzeyine ulaştıran bilgidir. Bu sonucumuz da
şunu gösteriyor ki, her Müslüman âlimin bir ilmi, ya doğrudan Kur’ân’dan kendisi
veya onu çıkaran bir âlimden ders alarak elde edip ilmine vahyî yönü
kazandırması onun ilminin bir gereğidir. Bunun çarpıcı bir örneğini göstermek
için vahyî bilginin, felsefî bilgiye nasıl nüfuz ettirilerek nuranî (aydın)
bilgi düzeyine çıkarıldığını Risale-i Nur’dan bir örnekle açıklamaya çalışalım:
“Ey dünyaperest insan! Çok geniş tasavvur ettiğin senin
dünyan, dar bir kabir hükmündedir. Fakat, o dar kabir gibi menzilin duvarları
şişeden olduğu için birbiri içinde in’ikâs edip göz görünceye kadar genişliyor.
Kabir gibi dar iken, bir şehir kadar geniş görünür. Çünkü o dünyanın sağ duvarı
olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi mâdum ve gayr-ı mevcud
oldukları halde, birbiri içinde in’ikâs edip gayet kısa ve dar olan hazır
zamanın kanatlarını açarlar. Hakikat hayale karışır, mâdum bir dünyayı mevcud
zanne-dersin. Nasıl bir hat, sür’at-i hareketle bir satıh gibi geniş görünürken,
hakikat-ı vücûdu ince bir hat olduğu gibi; senin de dünyan hakikatçe dar, fakat
senin gaflet ve vehm-ü hayalinle duvarları çok genişlemiş. O dar dünyada, bir
musîbetin tahrikiyle kımıldansan, başını çok uzak zannettiğin duvara çarparsın.
Başındaki hayali uçurur, uykunu kaçırır. O vakit görürsün ki, o geniş dünyan
kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz. Senin zamanın ve ömrün, berkten
daha çabuk geçer, hayatın çaydan daha sür’atli akar.
“Madem dünya hayatı ve cismani yaşayış ve hayvanî hayat
böyledir; hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalp ve ruhun derece-i hayatına
gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i
nur bulursun. İşte o âlemin anahtarı, mârifetullah ve vahdaniyet sırlarını ifade
eden “Lâilahe illallah” kelime-i kudsiyesi ile kalbi söylettirmek, ruhu
işletmektir.”52
Burada varlık ve yokluk kavramlarının, zaman olgusuna
uygulanması ile ortaya çıkan psikolojik bir yanılgıya işaret edilmekte ve bu
yanılgının insanı ne türlü felâketlere sürükleyeceği vahiy ilmi açısından gayet
etkileyici bir şekilde işlenmektedir. Dolayısıyla hem felsefe, hem de psikoloji,
tebliğ yolunda istihdam edilmiştir. Şayet burada asıl gaye, felsefe veya
psikoloji olsaydı, o zaman varlık ve yokluk kavramlarının mahiyeti felsefî
açıdan incelenecek ve psikolojik yanılgıların nasıl meydana geldikleri, belki de
deneysel ve gözlemsel yollarla açıklanacaktı. Halbuki bu konuları pek fazla
mesele yapmadan, İslâm’ın hayata aksetmesi için gerekli tebliğ ilminin
açıklanmasına geçilmiştir. O halde tebliğ ilminin amacı, ilimlerin birbirinden
kopuk ve ilişkisiz kalmasını, özellikle de vahiyle ilişkilerinin kopmasını
önlemektir. İşte Risale-i Nurların özellikle asrımızda yapmak istediği budur.
Zira, bu hakikate göre, insanın mânevî ve kalbî yönünü aydınlatan tebliğ
ilmidir; aklî yönünü aydınlatan ise, kevniyat ilimleridir (Bediüzzaman bunlardan
birincisine “ulûm-u diniye”, ikincisine de “fünûn-u medeniye” olarak işaret
etmektedir). Her ikisinin imtizaciyle hakikat tecelli eder; ayrıldıkları zaman,
biri doğar.53
6. Ulaştığımız sonuç gösteriyor ki, tebliğ ilmi, diğer bütün
ilimlerdeki bilgiyi kendi gayesi ve hedefi doğrultusunda kullanır. Fakat bu
kevniyat ilimleri dedi-ğimiz ilimler tarzında o konularla ilgilenmez. Daha önce
de belirttiğimiz gibi, Bediüzzaman; “Kur’ân’ın vazife-i asliyesi, daire-i
rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim
etmektir.”54 demektedir. O halde ilmini ders veren Kur’ân gibi, aynı
amaç yönünde hareket eden eserler de bu aslî gaye için diğer ilimlerden
bahsedeceklerdir, fakat bu ilimlerin konularının ayrıntılarına girmeyeceklerdir.
7. Amacı hidayet olduğu için tebliğ ilmi, genellikle hiç ayırım
yapmadan her tabakadan insanı hedef alır. Bu yüzden, en basit konudan en derin
konulara kadar, en basit anlatma şeklinden en dakik ve ilmî usûllere kadar her
türlü mevzu ve vasıtayı kullanır. Böylece her kesimden insan, kabiliyeti ve
kendi gayreti nisbetinde ondan istifade eder. Ancak âlim bir zatla, ümmî bir
kimsenin istifadeleri, elbetteki farklılık arzedecektir.
“Bundan kırk-elli sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah
ile bir muhaveremi hikâye ediyorum: O merhum kardeşim, evliya-i azîmeden olan
Hazret-i Ziyaeddin’in (k.s.) has müridi idi. Ehl-i tarikatça, mürşidinin
hakkında müfritane muhabbet ve hüsn-ü zan etse de makbul gördükleri için o
merhum kardeşim dedi ki: ‘Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu biliyor. Kâinatta,
kutb-u âzam gibi herşeye ıttılaı var.’ Beni onunla rabtetmek için çok hârika
makamlarını beyan etti. Ben de o kardeşime dedim ki: ‘Sen mübalağa ediyorsun.
Ben onu görsem, çok meselelerde ilzam edebilirim. Hem sen, benim kadar onu
hakikî sevmiyorsun. Çünkü kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u âzam suretinde
tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin’i seversin; yani o ünvan ile bağlısın… Eğer
perde-i gayb açılsa ve hakikati görünse, senin muhabbetin ya zâil olur, veyahut
dörtte birisine iner. Fakat ben o zât-ı mübareki senin gibi pek ciddî severim,
takdir ederim. Çünkü Sünnet-i Seniyye dairesinde, hakikat mesleğinde ehl-i imana
hâlis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsi makamı ne olursa olsun, bu
hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse,
değil geri çekilmek, vazgeçmek; muhabbette noksan olmak, bilakis daha ziyade
hürmet ve takdir ile bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin’i, sen de
hayali bir Ziyaeddin’i seversin.’ Benim o kardeşim insaflı ve müdakkik bir âlim
olduğu için benim nokta-i nazarımı kabul edip takdir etti. Ey Risale-i Nur’un
kıymettar talebeleri ve benden daha bahtiyar ve fedakâr kardeşlerim! Şahsiyetim
itibariyle sizin ziyade hüsn-ü zannınız belki size zarar vermez. Fakat sizin
gibi hakikatbîn zatlar vazifeye, hizmete bakıp o noktadan bakmalısınız. Perde
açılsa, benim baştan aşağıya kadar kusurlu mahiyetim, benden kaçmanıza bir
vesile our. Sizi kardeş-liğimden kaçırmamak, pişman etmemek için şahsiyetime
karşı haddimin pek fevkinde tasavvur ettiğiniz makamlara irtibatınızı
bağlamayınız. Ben size nisbeten kardeşim, mürşidlik haddim değil. Üstad da
değilim, belki ders arkadaşıyım. Ben sizin, kusuratıma karşı şefkatkârane dua ve
himmetlerinize muhtacım. Benden himmet bekle-meniz değil, bana himmet etmenize
istihkakım var. Cenab-ı Hakkın ihsan ve keremiyle sizlerle gayet kudsi ve gayet
ehemmiyetli ve gayet kıymetdar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette,
taksimü’l-mesâi kaidesiyle iştirak etmişiz. Tesanü-dümüzden hâsıl olan bir
şahs-ı mânevinin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irsadı bize
kâfidir.”55
Sonuç
Bu açıklamalarımızdan anlaşılacağı üzere, tebliğ ilmi İslâm’ın
hayata yansımasında temel teşkil etmektedir. Risale-i Nurların bu tür bir ilme
ait olması gerektiğini işlememiz aynı zamanda böyle bir ilmin varlığının
delilidir. Bu açıdan bu ilmin varlığını, ayrıntılı ele almayı burada gerekli
görmedim. Ayrıca Risale-i Nurlara ilaveten, geşmiş İslâm tarihinde bu tür ilim
sınıfına giren eserler vardır. Bıınlara en uygun örnek, Ebu Tâlib el-Mekkî’nin
Kût ul-Kulûb’u ve Gazalî’nin İhya’sıdır.
İşte, bu hakikat gözönünde tutulursa, Risale-i Nurların mâhiyeti
daha iyi anlaşılacağı gibi, bu eserler hakkındaki birçok yersiz tartışmalar da
ortadan kalkacaktır. Şunu da unutmayalım ki, Bediüzzaman da diğer İslâm
mücahidleri gibi, İslâm’ın hayata yansıması için mücadele vermiş ve bu amaç için
bu eserleri, yine Müslüman bir âlimin görev anlayışı içerisinde telif etmiştir.
Ona yapılacak itirazların, aynı anlayış içerisinde yapılması, sadece ilmin bir
gereği değil, aynı zamanda bizzat İslâm’ın bir âlimde aradığı aydın ilim
özelliğidir.
Dipnotlar
1. Bkz. Alparslan Açıkgenç, Bilgi Felsefesi, İnsan
Yayınları, İstanbul 1992.
2. Daha geniş açıklama için yine yukarıda adı geçen
çalışmamıza başvurulabilir.
3. 35/Fâtır, 28.
4. 39/Zümer, 9.
5. 20/Tâhâ, 114).
6. Meselâ bkz. 3/Âl-i İmrân,18; 4/Nisâ,157; 6/En’âm,119,
140-144; 16/Nahl, 25; 31/Lokman, 20; vs.
7. Buhari, Kitabu’l-ilm, 71, 72.
8. Kitabu’l-ilm, 86.
9. Ebu Dâvud, “İlm”, 1; Tirmizî, “İlm”, 19; Neseî, “Tahâre”,
112; İbn Mâce, “Mukaddime”, l7; Ahmed İbn Hanbel, IV, 239, 241; V, 196.
10. Müslim, “El-Vasiyye”, 1631; Buhari, el-Edebu’l-Müfred.
11. Ali el-Muttaki el-Hindi. Kenzu’l-Ümmâl, Beyrut, 1985, X,
I4; 28714-5. El Hatîbu’l-Bağdadî bu hadisin uydurma olduğunu belirtir; bkz.
Tarihu’l-Bağdadî, II, 193. İbn el-Cevzi’de aynı görüştedir; bkz.
el-İlelu’l-Mütenahiye, Faysalâbad, Pakistan, İdaretü’l-Ulumi’1-Eseriyye, 1981,
I, 71, 72. Bu konuda bir çok hadislerin uydurma olduğu söylenmektedir. Buna
rağmen bizce, bunlar hadis olmasa bile Peygamberimizin, o zaman aşıladığı bilgi
zihniyetini yansıttıkları için Müslümanlar tarafından kolaylıkla
benimsenmişlerdi. Bu bakımdan bilgiyi, önemine binaen yücelten bir hadis,
uydurma bile olsa, o zaman için Müslümanların bilgiye verdiği önemi
yansıtacaktır. O halde bu tür bahisler bile bilginin, İslâmî çerçevedeki önemini
göstermek için zikredilebilir.
12. Meselâ bkz. Franz Rosenthal, Knowledge Triumphan: The
Concept of Knowledge in Medieval Islam, Leiden: E. J. Brill, 1970, 20. Yukarıda,
Buharî dışındaki diğer hadis kitaplarının “Kitabu’l-İlm” bölümlerinin
taramasında bu kitaptan yararlandım.
13. İbn Mace, “Mukaddime”, 17, 224; I, 81 (Mısır, 1952).
Diğer rivayetler için bkz. Kenzu’l-Ümmal, X, 131; 28651-29654.
14. 2/Bakara, 120.
15. 3/Al-i İmrân, 61.
16. 13/Ra’d, 37.
17. 11/Hûd, 14.
18. 27/Neml, 15.
19. 7/A’râf, 52.
20. Meselâ bkz. 11/Hûd, 14; 19/Meryem, 43; 27/Neml, 40;
6/En’âm, 143.
21. Buhari, “Kitabu’l-İlm”, 64.
22. 2/Bakara, 26.
23. 30/Rum, 29.
24. 31/Lokman, 20.
25. 2/Bakara, 151.
26. Sözler, Envar Neşriyat, İstanbul 1991, Lemaat, s. 705.
27. Münazarât, Sözler Yayınevi, İstanbul 1977, s. 72.
28. 6/En’âm,119.
29. 6/En’âm, 140.
30. 6/En’âm,144.
31. 46/Ahkâf, 23.
32. 6/En’âm,111.
33. 25/Furkan, 63.
34. Sözler, s. 262, 263.
35. a.g.e., 263.
36. a.g.e., 132.
37. İbn Mâce, “Mukaddime”, 17, 224; I, 81 (Mısır, 1952).
Diğer rivayetler için bkz. Kenzu’l-Ümmal, X, 131; 28651-28654.
38. Muslim, “Kitabu’z-Zikr”, 73; Ebu Davud, “Vitr”, 32;
Tirmizî, “Daavât”, 68; Nesaî, “İstiaze”, 13, 18, 2l, 64; İbn Mâce, “Mukaddime”,
23; “Duâ”, 2, 3; Ahmed İbn Hanbel, II, 168, l98, 340, 365, 451; III,192, 255,
283; IV, 371, 381.
39. Kenzu’l-Ummal, X,196; 29034.
40. Sözler, s. 593.
41. Nitekim Risale-i Nurların kelamî ilimden farklı oluşu
şöyle dile getirilmektedir: “İlm-i kelam vasıtasıyla kazanılan marifet-i
ilahiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam veriyor. Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan’ın
tarzında olduğu vakit, hem marifet-i tammeyi verir, hem huzur-u etemmi
kazandırır ki, inşaallah Risale-i Nur’un bütün eczaları, o Kur’ân-ı
Mucizü’l-Beyan’ın cadde-i nuranisinde birer elektrik lambası hizmetini
görüyorlar.” Mektubat, Envar Neşriyat, İstanbul 1991, s. 330.
42. Sözler, 265.
43. Davam içerisinden alıntı, Rahmi Erdem, Timaş Yayınları,
İstanbul 1993, s. 94, 95.
44. Mektubat, s. 355, 356.
45. a.g.e., s. 369.
46. a.g.e., s. 375.
47. a.g.e., s. 376, 377.
48. Kastamonu Lahikası, Envar Neşriyat, İstanbul 1990, s.
11, 12.
49. Mektubat, s. 330.
50. a.g.e., s. 376.
51. Kastamonu Lahikası, s. 30.
52. Lem’alar, Envar Neşriyat, İstanbul 1990, s. 136, 137.
53. Münazarat, s. 72.
54. Bkz. 13. dipnot.
55. Kastamonu Lahikası, s. 88, 89.