Giriş

Osmanlı Devleti’nin gerilemesine paralel olarak İslam dünyası da büyük
sıkıntıların içine düşmüştür. Sanayi inkılabıyla ortaya çıkan sömürgecilik
faaliyetleri için Osmanlı ve İslam ülkelerinin toprakları en cazip alanlar
olmuşlardır.

Sömürgeci devletler maksatlarına ulaşmak için Müslümanlar arasındaki
ihtilaflardan azami ölçüde istifade ederek bu tür durumları körüklemişlerdir.
Bunu, belli yerleri bağımsızlık vaatleriyle kandırarak imparatorluktan koparma
ve sonra da sömürgeleştirme yolunu izlemişlerdir. Bu arada silah gücüne
başvurmayı da hiçbir zaman ihmal etmemişlerdir.

Osmanlı aydını Osmanlıcılık, Batıcılık, İslamcılık, Türkçülük gibi fikirleri
ortaya atarken kendilerince Osmanlı bütünlüğünü muhafaza etmeyi gaye
edinmişlerdir. Ancak, sahip oldukları düşüncelerde ifrata yönelerek karşı
fikirlerde olanlara karşı acımasız olmuşlardır. Böylece kendileri, kurtuluş
reçetelerine büyük darbe indirmişlerdir.

Her ne kadar dar kapsamlı da olsa elimizdeki kaynaklardan azami ölçüde
istifade ederek İslam dayanışması konusundaki çalışmamızı sürdürdük. Telif
eserlerden faydalandığımız gibi, özellikle Meşrutiyet dönemini yaşayıp o dönem
hakkında eserler veren şahsiyetlerden (II. Abdülhamid, Yusuf AKÇURA, Said NURSİ
gibi) de konumuzla ilgileri doğrultusunda faydalanmaya çalıştık.

İslamcılık fikrinin mahiyetini ortaya koyarken, bunu savunanların
düşüncelerinden olduğu gibi istifadeye çalıştık. Bu çalışma, İslamcılık fikrinin
mahiyetini ortaya koymaya yönelik bir çalışma olup; bu fikri savunanların
özelliklerinin ortaya konulduğu bir çalışma değildir.

I. İslamcılığı etkileyen faktörler

İslamcılık terimi ve mahiyeti:

İslam, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Allah’ın emriyle insanlara bildirdiği din
olup; itaat, inkiyad ve teslimiyet mana-larını ifade etmektedir. İslamiyet
Allah’a itaat etmek olup Peygamber’e (s.a.v.) tabi olmak ve din namına ne
bildirmişse kalp ile tasdik ve dil ile ikrar ederek onunla amel etmektir.1

Niyazi BERKES’e göre fikir akımlarının İslamcılık, Batıcılık, Türkçülük
şeklinde ifade edilmesi Rusya’dan gelen Türkçülerin etkisiyle olmuştur. Rus
aydınları arasında kullanılan Batıcılar, İslavcılar, Ruscular terimlerinin
etkisi altında kalarak o gelenekten gelen Rusyalı Türkçüler diğer görüşte
olanlara Batıcı, İslamcı adlarını takınca, onlar da buna karşılık olarak (ilk
başlarda alay etmek için) onlara Türkçüler adını takınca bu ifadeler yerleşmeye
başlamıştır.2

İslamcılık, 19 ve 20. Yüzyıl şartlarında dini ve siyasi düşünce akımı olarak
ortaya çıkıp; İslamiyeti ve Müslümanları yeni bir tecdid, ıslah, ihya hareketi
içinde şuurlanmayı gaye edinen bir hareket olarak nitelenebilir. Sanayileşme ve
modern çağın ortaya çıkardığı yeni gelişmeler doğrultusunda çağdaş İslam
düşüncesi yayılmaya başlamıştır. İslamcıların asıl gayesi; İslamiyeti, ahalisi
Müslüman olan ülke-lerde hakim kılmak ve İslam dünyasını müşterek duygular
etrafında toplamaktır.

İslamcılığı, Batı emperyalizmi karşısında yenik düşen İslam dünyasını, içinde
bulunduğu geri durumdan kurtarma arayışı içinde olan bir akım olarak görenler de
vardır. İttihad-ı İslamı savunan yazarların hemen hemen tamamı, Batının İslam
dünyası içine soktuğu soruları cevaplamak ve kuşkuları gidermeye çalışmak için
çaba sarfetmişlerdir. “İslam dünyası niçin geri kalmıştır? Müslümanlar nasıl
kalkınabilir? Müslümanların birliği nasıl sağlanabilir? Batının kalkınmasına
sebep olan özgürlük, eşitlik, medeniyet, bilim, düşünce, kadın hakları gibi
değerlere İslam sahip midir? Din-devlet ilişkileri nasıl düzenlenebilir? Bilim
ve akılla İslam arasında bir çatışma var mıdır? İslamın korunması gereken,
değişmeyecek yönleri nelerdir? Batıdan neler alınmalıdır?”3 ve benzeri sorunlar
İslamcı aydınları meşgul etmiş, bunlar yazdıkları, makale, risale, kitap vb.
yayınlarla bu soruları cevaplamaya çalış-mışlardır.

İslam dünyası ve özellikle Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu zor durum
diğer aydınlar gibi İslamcı aydınları da çok etkilemiş ve kötü gidişe dur
demenin çareleri aranmıştır. Birleşilen ortak nokta; hali hazır durumun
müsebbibinin İslam kültür ve medeniyetinin olmadığıdır. İslam kültür ve
medeniyetinden uzaklaşıldığı için bu çıkmaza, düşülmüştür. Kurtuluş yine İslamın
kendisindedir. İslamcılar, İslamiyetin “mani-i terakki” olmadığı noktasından
hareket etmişlerdir. Sık sık İslam-Hıristiyanlık mukayesesi yapılarak hali hazır
durumda bu iki dinin birbirine zıd hükümler ihtiva ettiği, Müslümanların İslamın
hükümlerine sarıldıkları müddetçe terakki ettikleri İslamın hükümlerinden
uzaklaştıkça geriledikleri; Hıristiyanların ise dinlerine bağlandıklarında
geriledikleri, dinden uzaklaştıkça terakki ettikleri üzerinde durarak bu duruma
Ortaçağ ve Yeni çağların çok güzel örnekler teşkil ettiğini kaydetmişlerdir.

Kurtuluş çaresini Kur’an’ın hükümle-rine bağlanmakta bulan İslamcılar; bin
seneden beri İslam alemini kahramanlığıyla memnun eden, İslam birliğini muhafaza
eden, insanlık aleminin küfr-ü mutlaktan ve dalaletten kurtulmasına büyük bir
vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların eskiden olduğu gibi Kur’an ve
iman hakikatlarına sahip çıkılmazsa “…eskiden yanlış bir surette ve din
zararına medeniyetin propagandası yerine doğrudan doğruya hakaik-ı Kur’an’iye ve
imaniyeyi tervice çalışmazsanız size katiyyen haber veriyorum ve kati
hüccetlerle isbat ederim ki, alem-i İslamın muhabbet ve uhuvveti yerine dehşetli
bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet; ve
şimdi alem-i İslamı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlup
olup, alem-i İslamın kalası olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve
şark-ı şimaliden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek”4
diyerek endişelerini belirtmişlerdir.

İslamcılık akımının doğuşunu, bir veya birkaç fikir veya siyaset adamının
insiya-tifine bağlamak hatalı bir değerlendirme olur. İslamcıların fikirleri
dini akidelere ve esaslara dayandığı için diğer akımların aksine daha sistemli
bir hal arzediyordu. Bir çok parti ve kesimler içinde taraftar bulan,
Sultanahmet Camii minberinden en ücra köyelerdeki mescitlere kadar fikirlerini
yayma ve açıklama imkânını bu cereyanın mensupları bulabilmişlerdir.5

Müslümanların dayanışmasını maksad edinen İttihad-ı İslam (İslamcılık),
siyasi bir teşkilatlanma ve bir devletin çatısı altında bir araya gelmekten çok,
Müslümanların bulundukları yerlerde kalkınmaların ve sömürge olmaktan
kurtulmalarını sağlamaya yöneliktir. Manevi bağ ise Osmanlı Halifeliğidir. Bu
meyanda Osmanlılara düşen görev, İslam dünya-sının kalkınmasına katkıda bulunmak
ve rehberlik etmektir.

Temel gaye ittihad ve dayanışma olduğuna göre ittihad cehaletle olmaz.
Fikirlerin imtizacı ile olur. “…imtizac-ı efkar, marifetin şua-ı elektriğiyle
olur… Azametli bahtsız bir kıtanın, şanlı talisiz bir devletin, değerli
sahipsiz bir kavmin reçetesi ittihad-ı İslam’dır”6

İslamcılığı etkileyen dahili ve harici sebepler

19.Yüzyılın ikinci yarısından itibaren başta Afrika ve Asya’da olmak üzere
pek çok İslam toprağı Batının ya işgaline uğramış veya nüfuz alanına girmişti.
Söz konusu toprakların büyük bir kısmının fiilen veya hukuken de olsa sahibi
Osmanlı Devleti idi. Osmanlı İmparatorluğu’nda Müslüman-Hıristiyan
münasebetlerinin kötüleşmesi, Avrupa’nın Osmanlı Hıris-tiyanları lehine sık sık
müdahaleleri İmparatorluk dahilinde ve dünyada İslam ittihadı lehinde fikir
cereyanlarının belirmesinde etkili olmuştur.7

Osmanlı Devleti’nin, Rumeli bölgesinde düçar olduğu yenilgilerden sonra,
tarihi ve nüfusuyla İslam kabul edilen yerlerin kaybından üzüntü duymaktan öte
aynı zamanda telaş ve utanma hissi de hakim olmuştur. Toprak kaybı açısından
Erdel ve Tunus’un arasında belki bir fark gerek, idarecilerde ve gerekse
kamuoyunda dini haysiyetlerinin ayaklar altına alınmış olduğu kanaati hasıl
olmuştu.8

Çeşitli sebeplerden dolayı yurtdışına çıkan aydınlarımız, memleketin içinde
bulunduğu durumu dışarıdan daha iyi kavramaya başladılar. Din ve ırk duygusunun
şark için gittikçe artan siyasi ehemmiyetini ve bu yönde Osmanlı millet
(Osmanlıcılık, ittihad-ı anasır) ihdası arzusunun beyhudeliğini anlamaya
başladılar.9

Balkanlardaki ayaklanmalar ve milli hareketler (Tanzimatın sonuçlarından biri
olarak telakki ediliyordu) Osmanlıcılık idealine ve İttihad-ı anasın fikrine
büyük darbeler indiriyordu. Bağımsızlık hareketlerinin gittikçe hız kazanması
Osmanlıcılık fikrine büyük darbe indirirken aynı zamanda Tanzimatın da sonunu
getiriyordu. 1870’ lere gelindiğinde memleket büyük bir kaos içinde olup
İmparatorluğun varlığı tehlikede görünüyordu.10 Bir süre sonra patlak veren 93
harbi (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı)’nın neticeleri, azınlıkların taşkınlıkları,
savaş sırası ve sonrasında Doğu Anadolu’da azınlıkların Müslüman-lara saldırısı
ve çıkardıkları isyanlar Osmanlıcılık fikrinin hayal olduğunu gösteriyordu. Tüm
azınlıklara milliyet şuuru yerleşmişti. Herkes istiklal peşinde koşu-yordu.

Osmanlı Devleti’nde yaşayan halk muhafazakâr olup dini meselerden daha hassas
olmaya başlamışlardı. Avrupa kaynaklı gelişmelere olan müsamahakârlık yerini
eleştiriye terkediyordu. Bu gelişme-lerden Bab-ı Ali de etkileniyordu. Bu
meyanda Osmanlı topraklarındaki mis-yonerlik faaliyetlerine kısıtlamalar
getirildi. İslam dünyasının ve özellikle Ortaasya Müslümanlarının durumu daha
yakından izlenmeye başlandı. Mesala Yakup Han’ın yardım ve berat isteği üzerine
Bab-ı Ali daha önceki tavırlarının aksine Han’ın biatını kabul ederek bir miktar
askeri yardım ile birlikte Kaşgar Ordusu’nu eğitmek üzere subay gönderdi. (Yakup
Han Çinlilere karşı seri bir mücadeleye girişerek 1867’de Doğu Türkistan’da
bağımsız bir devlet kurmuştu.)11

Avrupanın müdahaleci tavrı, Rusya’nın kabadayılığı, Balkanlardaki olaylar
Osmanlılar üzerinde büyük bir etki meydana getiriyordu. Basiret, Sabah ve Vakit
gibi gazeteler İttihad-ı İslam ile Avrapa’ya gözdağı veriyorlardı. Milyonlarca
Müslüman Avrupa’nın Osmanlıların daha fazla içişlerine karışmalarına kayıtsız
kalamazlardı. Kamuoyundaki bu gelişmelerden etkilenen devlet adamları benzer
ifadeler kullanmaya başlamışlardı. Sultan Abdül-aziz’in son dönemlerinde
İslamcılık fikri ağırlığını iyece hissettirmeye başlamıştı. Bu gelişmeler siyasi
olmaktan çok sosyal, kültürel ve dini karakter taşıyordu. Bu haliyle İslamcılık,
Abdülaziz döneminden sonrasına miras olarak kaldığı söylenebilir. Meşrutiyetin
ilanıyla hazırlanan 1876 Anayasası’nda da İslamcılığın etkisini açıkca görmek
mümkündür. “11. Madde: Anayasa sadece, İslam’ı devletin resmi dini olarak tavsif
eder.” “Zat-ı Hazret-i Padişahi hasbe’l-hilafe din-i İslam’ın hamisi ve bilcümle
tebaa-i Osmaniyenin hükümdarı ve Padişahıdır.”12

Avrupa kamuoyu bir taraftan Türkleri barbarlık, idari ve medeni
kaabiliyetsizlikle itham ederken diğer yandan da İslamiyete saldırarak
Müslümanları, hakir ve dinlerini terakkiye mani olarak vasıflandırıyordu. Siyasi
çevreler de bu ithamlara katıldıkları gibi menfaat elde etmenin yollarını
arıyorlardı. Bu hücumlara paralel olarak imparatorluğun içişle-rine karışarak
topraklarını sömürgeleş-tirmek için zemin hazırlıyorlardı. Kalıp-laşmış klasik
formülleri ise, Hıristiyanlar lehine ıslahat yapılması isteği idi.13

İslamcıların çoğuna göre İslamî çöküşün en büyük sebebi; Müslümanları
köleleştirmek suretiyle yıkma peşinde olan Avrupanın emperyalizminde
aranmalıydı. Bunların gayesi, İslam topraklarında askeri, siyasi ve iktisadi
üstünlüğü yerleştirip kendi kültürlerinin etkisiyle, İslamın temel inanç ve
değerlerini yok etmek idi. Bu durumun hal çaresi; yabancı istilacıları kovup
imtiyaz ve dokunulmaz-lıklarını kaldırmak, İslamî itikada sarılarak halifenin
etrafında toplanmak idi.14

Sömürgecilerin çok tehlikeli gizli başka bir maksadına dikkat çekilerek İslam
dünyasındaki sömürgelerini kendilerine ısındırmak ve tam bağlanmalarını sağlamak
için Osmanlılardaki “…kuvvetli merkeziyet-i İslamiyeyi dinsizlikle itham
etmekle bozmak ve alem-i İslamın ir-tibatını manen kesmek ve uhuvvetlerini bu
millete adavete çevirmek gibi bir planla şimdiye kadar bir derece muvaffak da
olmuş. Eğer bu cereyanın aklı başında olsa, bu dehşetli planı değiştirip
hariçteki alem-i İslamı okşadığı gibi, bu merkezdeki İslamiyet dinini okşasa hem
o da çok istifade eder, hem azim fütuhatını bir derece muhafaza eder, hem bu
vatan ve millet dehşetli beladan kurtulur”15 demek suretiyle tehlike ve çaresi
kaydedilmiştir.

19.Yüzyılın ikinci yarısında İslam topraklarının işgaline hız verildi.
Hindistan’da vuku bulan 1857-58 askeri ayaklanmasından sonra, bu ülkedeki
Müslümanlar hükümdardan yoksun kaldılar. Ruslar, 1868’de Semerkand’ı işgal
ettiler. Buhara Emirliğini de iç devlet statüsüne indirgediler. Afrika’da,
İngilizler Mısır’ı, Fransızlar Tunus’u işgal ettiler. 1811’de Almanlar
Darü’s-Selam üzerinde hamilik ilan ettiler.16 İmparatorluk dahilinde yapılan
müdahalelerin ücreti de Osmanlılara ödetilmiştir. Ruslar Kafkas-ya’yı, Kars,
Ardahan ve Batum’u, Avusturya Bosna-Hersek’i işgal etmiştir.

İlan edilen Kanun-i Esasi Osmanlı dahilinde azınlıklar arasında destek
bulmasına rağmen Avrupalılar bu hareketi de blöf saymışlardır. Ruslar 93 Harbi
zaferlerine Haçlı damgası vurmakta tereddüt etmedikleri gibi, Avrupa’nın
mutaassıp Hıristiyanları da bu zihniyeti alkışla-mışlardır. Binlerce Müslüman
işkencelerle öldürülmüş, binlercesi de mal ve mülklerini terkederek Hicret
mecburiyetinde kalırken, Ayestefanos Antlaşması’nın hazırlanmasında
Hıristiyanlık zihniyeti ile hareket edilerek, Osmanlı Hükümetine Hıristiyanlar
lehine ıslahat yapma mecburiyeti getirilmiştir. Böylece Müslüman-Hıristiyan halk
arasındaki münasebetler (Tanzimattan beri ) iyiden kötüye doğru olmuştur.17

İşgal hareketleri hız kazanırken işgallere karşı şiddetli ayaklanma ve
isyanlar da başlamıştır. 1871 yılında Cezayir’de Fransa’ya karşı isyan, Sudan’da
Mehdi’nin idare ettiği İngiltere’ye karşı isyan, Afganistan’da İngilizlere karşı
galeyan, Orta Asya’da Çin Türkistan’ında ayaklanmalar, Cava’da Hollandalılara
karşı isyan çıkmıştır. Bu isyanların hepsi sömürgecilerin zulmündan
kaynaklanmıştır. Emperyalistler, Osmanlı İmparatorluğu’nda Hıristiyanlar için;
hak, adalet ve insaniyet taleb ederken aynı prensipler adına Müslümanlar için
tatbik etmeyi ha-yallerine bile getirmiyorlardı. Söz konusu ayaklanmaların
mahalli karekter taşıyıp birbirinden irtibatsız olmalarından muvaffak olmaları
beklenemezdi. Ancak hepsinde müşterek husus Hıristiyanlara yönelik olması idi.18

Devlet adamları ve aydınlar artan baskı ve ayrılıkçı hareketlere karşı
koymanın ve korunmanın çarelerini aramışlardır. Endişeleri, Osmanlı Devleti’nden
ibaret kalmamıştır. Dünya Müslümanlarının meselelerini de hep omuzlarında
hissetmişlerdir. Bütün bu olumsuzluklara karşı en başta gelen husus Osmanlının
gücü ve birliğinin muhafazasının geldiğine inanmışlardır. Çünkü, İslam
dünyasının tek dayanak noktası Osmanlı Devleti’dir. Bu sebepledir ki Osmanlı
kamuoyunda İttihad-ı İslam fikri etrafında ilk tartışmalar açıkça
sergilenmiştir. İttihad-ı İslam aynı zamanda gerçekleştirilemeyen ittihad-ı
anasır (Osmanlıcılık) fikrine alternatif olmuştur.19

II. İslamcıların genel görüşleri

Meşveret ve şura

İslamcıların en çok üzerinde durduğu konuların belki de başında Meşveret ve
Şura gelir. Meşveret, herhangi bir konu üzerinde danışma, fikir alışverişinde
bulunma, konuşup görüşme manalarına gelmektedir. Şura ise konuşma için toplanma
veya meşveret yeri için kullanılan bir tabirdir.20 Kısacası herhangi bir konu
üzerinde uzmanlarında, oluşan bir kurulun görüş alış-verişinde bulunması
eylemine meşveret, bu iş için toplanma ve toplanma yerine şura denmiştir. Tüm
İslam, Türk-İslam devletlerinde devlet işlerini görüşmek için toplantılar
yapılır ve bu toplantılara (mesela Osmanlılarda) “Şura”, “Şura-yı saltanat” adı
verilirdi. Bunun yanında kanun ve nizamları tetkik etmek, bir kısım devlete
memurlarını yargılamak maksadıyla da “şura-yı devlet” teşkil edilmiştir. (Bu
kurumun Cumhuri-yetten sonraki adı “Danıştay”dır)

İslamî devlet anlayışında hakimiyet çeşitli şekillerde sınırlandırılmış ve
yetki-ler kayıt altına alınmıştır. Bu sınırlamalardan bir tanesi de halkın
idareciler üzerinde etkili olmalarına fırsat veren meşveret sistemi ve bu günkü
manada parlamenter sistemdir. Hz. Muhammed (s.a.v.) hemen hemen tüm konularda
sahabilerine danışarak onların görüş ve düşüncelerine yer vermiştir. (Hendek
Savaşı’nda Selman-ı Farisi’nin teklifi ve uygulanması gibi). “Her işte ümmetinle
müşavere et”, “Bütün Müslümanların işi aralarında şuradan ibarettir.”21 gibi
ayetler Meşveretin ehemmiyetini çok açık bir şekilde ifade etmiştir.

Genç Osmanlılar da kanun, meşveret, Şura-yı ümmet terimleri üzerinde durarak
bunların fert ve cemiyetin hak ve hürriyetlerini ihtiva eden siyasi hükümler
olduğunu da belirtmişlerdir. Vatandaşın kanunların yapılması ve yönetimi
izleyebilmelerinin meşveret usulünün kabülüyle mümkün olabileceğini
belirtmişlerdir. Genç Osmanlılar bununla Millet Meclisini kastettikleri gibi
yazılarında da Millet Meclisi tabirini sık sık kullanmışlardır.22

Bazı İslamcılara göre meşverete eskiye oranla çok daha fazla ihtiyaç vardır.
Çünkü, eskiden içtimai bağlar insanî ihtiyaçlar ve medeniyetin faydaları
(nimetleri çok fazla olmadığından bazı güçlü devlet adamlarının fikri, devlet
idaresinde yarı yarıya yetiyordu. ancak, içtimai bağlar, insani ihtiyaçlar
(geçim kaynağı) aşırı bir şekilde arttığı gibi medeniyetin semereleri de o kadar
çok artmış ki ancak, milletin kalbi hükmünde olan Millet Meclisi, ümmetin fikri
makamında olan şer’i Meşveret, kılıç ve medeni kuvvet menzilinde bulunan fikir
hürriyeti, o devleti taşıyabilir.23

İslam Dünyası ve Asya kıtasının istiklali şura’ya bağlıdır (istikbalinin
keşşafı ve miftahı, şuradır.) Fertlerin meşverete ihtiyaçları olduğu gibi,
taifelerin ve kıtaların da ve hatta 3-4 yüz milyon İslamın ayaklarına vurulmuş
istibdat kayıtları ve zincirlerini dağıtacak olan şer’i meşveret, çok zahmetli
ve iman şefkatinden kaynaklanan şer’i hürriyet ve şeriat edebiyle süslenip Batı
medeniyetlerinin sefih kötülüklerini atmaktır.24 Bu usûl terkedildiğinden İslam
dünyası, üzerine istibdat ve zulüm kâbuslarının çökmesiyle sarsılmış, gittikçe
bu usûl yok olmaya yüz tutmuştur.25

Hükümdarlar adaletle hükmetmekle, meşveretle devlet ve hükümetin
yasama-yürütme yetkilerini halka karşı yürütmekle mükelleftir. Adalet ahlakî bir
sınır, meşveret siyasî bir sınır olup her ikisi de Allah’ın emri olup devletin
kendi kendisini frenlemesini mümkün kılar. Bu durum meşruiyet meselesi olup
haksız yola sapan halifeyi yerinden atmayı Müslümanlara farz kılar. Devlet
başkanı, hiçbir zaman milletin hakkını çiğneyen müstebit bir zalim olamayacağı
gibi yarı ilah da olamaz.

İçtimai şeriat buna manidir. Aksi takdirde, istibdat ve zulme sapması
ayaklanma ve hükümdara itaat etmeme kaidesi uygulanır. Halkın kusur ve hatası
hiçbir zaman İslamiyete mal edilemez.26

Meşveret usûlü padişah ve devlet yönetimindekilerin uyması gereken bir
sistemden ibaret olmayıp aynı zamanda iktidarın halifelik cephesini temsil eden
Meşihat (Şeyhülislamlık) makamı için de meşveret usûlü sözkonusudur.
Münasebetlerin çoğaldığı bir zamanda; içtihaddaki müthiş kargaşa, İslamî
fikirlerdeki dağınıklık, medeniyetin fesad cephesinin içine girmesiyle ahlâkta
meydana getirdiği müthiş tahribat söz konusu iken Şeyhülislamlık bir şahsın
içtihadına terkedilmiş. Dolayısıyla ferdin harice tesiri azdır. Harici tesirlere
kapıldığı içinde bir çok dinî hüküm feda edilmiştir. Bu yüzdendir ki diyanette
zaaf, İslamî şeairde lakaydlık, içtihadda kargaşa meydana gelmiştir. Bu
meşihatın zaafından ve sönük olmasından meydana gelmiştir. Bu meşihatın makamı
tek bir şahsa münhasır kaldığında hariçten birisi ferdiyete dayanarak meşihata
karşı görüşünü ve reyini muhafaza edebilir. Ama, şuraya dayanan bir
Şeyhülislamın sözü, en büyük bir dahiyi de ya içtihadından vazgeçirir veya o
içtihadı ona münhasır bırakır.27

Diğer yandan halifeliği temsil eden Şüyhülislamlık, İstanbul ve Osmanlılara
mahsus da değildir. Tüm İslama şamil bir müessesedir. Hem halihazırdaki sönük
vaziyet değil koca İslam aleminin İstanbul’un dahi irşadına kâfi gelmiyor. O
halde bu mevki öyle bir hale getirilmelidir ki İslam âlemi ona itimad edebilsin.
Zaman cemaaat zamanıdır. Meşverete dayanan bir hükümdarın müftüsünün de ona göre
aynı cinsten olup yüce ilmi şuradan meydana gelen bir şahs-ı maneviye dayanması
gerekir. Böylece dinî meselelerde doğru yola sevkedebilsin. Yoksa ferd, dahi
bile olsa, cemaat karşısında sivrisinek kadar kalır. Bu mühim mevki (meşihat),
böyle sönük kalmakla İslamın hayati kaidelerini tehlikeye maruz bırakır.28

Dini meselelerde vehimli olmamalıyız. Korkmakla din rüşvet verilmez. Korku ve
zaaf harici tesirleri cesaretlendirir. Yapılması gereken şey, vehmedilen
zararlara feda edilmez. Meşrutiyetin ilan edilmesinden de korkulmamalıdır.
Hürri-yet 370 milyon (şimdi 1 milyar) İslamı esaretten kurtaracak yegane
çaredir. Ülke içinde (Osmanlı Devleti’nde) 20 milyon nüfus hürriyetin tesiri
yüzünden zarar görse bile netice itibariyle İslam alemi kârlı çıkacaktır.
Yirmiyi verirken 300 alırız.29

Batıya bakış

İslamcıların Batıya bakışı temkinlidir. Ne tamamen Batı hayranı ne de tamamen
Batının karşısındadırlar. Batıya yönelik fikirleri birbirine çok yakındır.
Birleştikleri temel nokta Batı tekniğinin alınması ve Batı kültürünün
istenmemesidir. İslamcılarla birlikte tüm aydınlarımızın Batıyla tanışmaları
özetle şu şekilde olmuştur.

1. Kitaplardan okumak suretiyle Batıyla tanışma

2. Seyyahların, ekalliyetlerin (azınlıkların) ve Batıya özenen Türklerin
İstanbul’da ve bilhassa Beyoğlu’nda yaşadıkları Avrupa

3. Seyahat, tahsil v.s. vesilelerle tanınan Avrupa.30

Köklü değişiklik ve ıslahatların yapılmasına ihtiyaç vardır. Ancak alınacak
şeylerin ahlaki faziletimizi, sosyal hayatımız ve dinimizi muhafaza etmesi
şartıyla gerçekleştirilip uygulanması gerekir. Batıdan sadece teknik almak
gerek. Takip edilecek yol; “yeniyi iyiliğinden, hususiyle lüzumundan dolayı
almak, eskiyi de fenalığı sabit olduğu için atmak”tır.31

Tartışmalar, Batıdan nelerin alınıp, ne-lerden kaçınılması gerektiği
konularında yoğunlaşmıştır. Ahmet Mithat; “…Biz Avrupa da gördüğümüz asar-ı
terakkiye kemal-i hayretle tahsinhah olarak kudretimiz yettiği mertebede
terakkiyat-ı mezkureyi memleketimize idhale dahi çalışırız. Fakat terakkiyat-ı
mezkure Hıristiyanlığın mahsul-i maddi veya manevisidir diye bizi iğfal
etmesinler…”32 diyerek mevcut Hıristiyanlık dininin bu medeniyetle alakası
olmadığını, yapılan araştırmalarda Avrupa’da dinî lakaytlık olmadığı sürece ilmi
gelişmenin olma-dığını belirtir.

Mehmet Akif, Batının ilmi terakkisi konusunda;

Alınız garbın ilmini, alınız sanatını,
Veriniz hem de mesainize son süratini,
Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeyiz İslamı demiştir.33

Zaman zaman Doğu-Batı medeniyeti karşılaştırılarak üstün yanları ortaya
konmuştur. Birleşilen husus teknik yönden Batının; dini-kültürel yönden Doğunun
üstün olduğu tezi olmuştur.

Ahmet Mithat’a göre, Doğu medeni-yetinin ferdi ve sosyal ahlak
üzerine çok eğildiğini, son asırlarda maddi terakkiyi ihmal ettiğini söyler.
Batı medeniyetinin ise, maddi yönden inanılmaz derecede tekamül ettiğini, ancak
ahlaki yönden çöktüğünü belirtir. Bu senteze göre müstakbel medeniyetin; Batının
maddi ve Doğunun manevi terakkisine dayanacağını kaydeder.34

Bediüzzaman Said Nursi Avrupa’yı ikiye ayırır. Birincisinin
gerçek İsevilik dininden aldığı feyizle insanlığın içtimai hayatına faydalı
sanatları ve adalet ve hakkaniyetle hizmet eden fenleri takip eden Avrupa
olduğunu, ikincisinin ise medeniyetin güzellikleri ve faydalı fenlerden başka
olan boş ve zararlı felsefeyi, zararlı ve sefih medeniyeti (inkârcılığı) elinde
tutan Avrupa olduğunu söyler.35

İslamcıların en çok karşı çıktıkları konulardan birisi de körü
körüne yapılan Batı taklitçiliğidir. Said Halim Paşa; “Çinlilerin ahlakiyatını,
Hintlilerin içtimaiyatını, Meksikalıların siyasiyatını kabul eden bir Fransız,
yahut bir Alman acaba ne olabilir? O ne Alman ne de Fransızdır. İşte, İslam
ahlakını, inanç ve siyaset prensiplerini bilmeyen bir müslüman gibi düşünüp
hareket etmeyen bir kimseye de İslam denemez” “…Bir adamın zihninde mütenakız,
mütearız, gayr-ı kabil-i imtizaç bunca şeyler tesadüm halinde bulunmakla beraber
hepsi birden yanyana durup durursa artık o adam ne kafada, ne de vicdanda lazım
gelir, tasavvur edilsin.”36

Mehmet Akif; “… Dini taklit, dünyası taklit, adeti taklit,
kıyafeti taklit, selamı taklit, kelamı taklit, hülasa, herşeyi taklit bir
milletin fertleri de insan taklidi demektir ki, kabil değil, hakiki bir heyet-i
içtimaiye vücuda getiremez, binaenaleyh yaşayamaz.”37

Ahmet Mithat, Anadolu şimendifer Kumpanyası’nda çalıştığı
sıralarda gördüğü ilgi ve sevginin neticesi olarak Stockholm iskelesinde
gemisine Türk bayrağı asan gencin vefa örneğini, Avrupa’ya geçtikten sonra kendi
kimliklerini inkâra kalkışan aydınlarımızla ve Osmanlıya isyan ederek başlarına
şapka geçiren kişilerle karşılaştırır ve üzüntülerini dile getirir. Hatta,
Osmanlı ülkelerinden Avrupa’ya giden Rum, Ermeni ve bir çok gayr-i müslim
Osmanlının kemal-i iftiharla başlarına fes geçirerek Marsilya, Paris ve sair
memleketlerde dolaştıklarını, Müslü-man olanların davranışlarına ise bir türlü
mana veremediğini üzülerek belirtir.38

İslamcılara göre Batının bize bakışı da pek müsbet değildir.
Ahmet Mithad; “Hâlâ bu zaman bile Avrupalıların akvam-ı şarkiyye ve diyanet-i
İslamiye hakkındaki vukufsuzluğu her muhakemelerinde kendilerini o kadar
hatalara düçar eyler ki hataya-yı mezkureye vakıf olanların ya istihzaen
gülmemeleri ve yahut müte-essifen ağlamamaları kabil olamaz”39 der.

Cemaleddin Efgani’ye göre; “Hıris-tiyan devletler, İslam
ülkelerine yaptıkları hakaretleri ve taarruzları, onların geri ve barbar
olduklarını idda ederek mazur göstermeye çalışıyorlar. Islahat hareketlerini
savaş açarak engelliyorlar. Kendi ülkelerinde milliyet ve vatanseverlik
dediklerine, Doğuda olursa taassup diyorlar.”40

Şeyh Muhsini Fani’ye göre; “Silahların sınırlanması konferansı
yerine ihtirasların sınırlanması konferansı uygun olur. Ve dünyanın bozulan Batı
ruhunun buna şiddetle ihtiyacı vardır. Zira bütün kültürüne ve sanayiine
karşılık Batı, temiz ve pürüzsüz bir ahlakı ancak İslam dünyasında bulabilir.
Kur’an nasıl bir anarşi halini bundan 14 asır önce önlemiş ve düzene
kavuşturmuşsa, 20. yüzyılda da aynı tesirle aynı büyük vazifesini başarabilir.”41

Kavmiyetçilik (ırkçılık)

İslamcılar ırkçılık konusunda çok hassas olup tamamen
karşıdırlar. Böyle bir durumda İslam dayanışması ortadan kalkacağı gibi
Müslümanlar arasındaki bağlar da zayıflayacaktır. Hz. Muhammed (s.a.v.)
“Kavmiyet gayreti güdenler bizden değildir” diye buyurmuştur. Arapçılık,
Arnavutçuluk, Kürtçülük v.b. en güçlü siyasi ve sosyal bağ olan dini bertaraf
edecek, İmparatorluk hüsrana uğrayacaktır. Balkan yenilgisi ve iç sarsıntılar bu
acı siyasetin cezasıdır.42

Avrupalıların ırkçılığı kasıtlı olarak Müslüman ülkelerde
yaymasına “… fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Hususen dessas
Avrupa zalimleri bunu İslamlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, ta ki
parçalayıp onları yutsunlar.” denilerek dikkat çekilmiştir.

Müslümanların durumu iç açıcı değildir. Cehalet ve tenbellik
İslamiyeti tanınmayacak bir hale sokmuştur. İslam dünyasındaki ayrılık, İslam
dini hakkındaki cahillik, müslümanların kavimler halinde, ırkçılık ve milliyet
davasıyla parçalanmış olmaları, hastalığın aslını teşkil eder. Bunun içinde
köklü bir eğitim ıslahatına ihtiyaç vardır.44

Osmanlı İmparatorluğu, dinî bir karakter taşıdığından,
İmparatorluğu oluşturan unsurların vasıflandırılmasında din önemli bir unsur
idi.

Müslümanlara, millet-i hakime (Türk, Arap, Kürt, Arnavut v.s.)
denilirdi. Diğer dinlere tabi olanlar ise mezheplerine göre bir ayırıma tabi
tutulmuşlardı. Rum milleti, Ermeni milleti gibi.45

Müslümanlar arasında herhangi bir ayırım olmadığından
kavmiyetçilik fikri bu birlik için büyük bir tehlike oluşturmuştur. Müslümanlar
ordu hükmünde olup kabile ve taifelere bölünmüşlerdir. Ancak ortak yanları çok
fazladır. Yaratıcıları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir…
Bu kadar birlik, kardeşlik ve sevgiyi gerektirir. Dolayısıyla ayet-i kerimenin
de belirttiği gibi ayrı ırk ve kavimler birbirlerini tanıma ve yardımlaşmak
içindir. Birbirlerini inkâr, düşmanlık ve boğuşma için değildir.46

Dahilde islamcılık

Osmanlı basınında ittihad-ı İslam konusunda ilk yayına 9 Nisan
1872 tarihli Basiret Gazetesi’nde rastlıyoruz. Gazetede yayınlanan bir makalede,
İttihad-ı İslam fikri sözkonusu olursa “Karadenizin sahil-i şarkiyesinden bir
ciheti ta Kazan’a ve diğer ciheti Asya-i Vusta’da kaim Kulca Hanlığına kadar
kabail-i İslamiyenin derhal ittihad edebilecekleri red ve inkâr olunamaz”
deniliyordu. Makaleye göre şartlar çok müsaittir. İttihadın gerçekleşmesi
halinde hiç bir ittifak ittihad-ı İslama mukavemet edemez. 14 Nisan 1872 tarihli
nüshasında İslam âleminde bir kamuoyunun oluşturulmasının önemi üzerinde
durularak bir çok broşürün hazırlanıp yayınlanması teklif edilmiştir. Bu
yayınlardan kısa bir süre sonra Basiret’e bir çok mektup gelerek teklifler ileri
sürül-müştür.47

Yusuf Akçura’ya göre İslamcılık politikasıyla; “… Osmanlı
idaresindeki bütün Müslümanlar ve binaenaleyh onun bir parçası olan Türkler, pek
güçlü bir bağ ile sımsıkı birleşecekler, böylece farklı cins ve dinden oluşmuş
“Osmanlı milleti”ne nisbetle, pek ziyade sıkı ve bu sıkılığı cihetiyle,
milletçe, adetçe, arazice, servetçe olan noksanlıklarına rağmen daha kuvetli bir
topluluk, İslam topluluğu, meydana getireceklerdir.”48

İslamcı yayınların sergilendiği gazete ve dergilerin belli
başlıları; Sırat-ı Mustakim, Sebilürreşad, Ceride-i Sufiye, Ceride-i İlmiye,
Beyan-ül Hak, Hikmet gibi dergiler bu cereyanın siyasi hayat içindeki sesini
duyurmuşlardır.49

Basında çıkan yazıları takip eden bir çok kişi tartışmalara
katılarak tekliflerde bulunmuşlardır. Atılan ilk önemli adım, İstanbul’da
Cemiyet-i İhya-yı İslam’ın kurulmasıdır. Bu cemiyetin en çok üzerinde durduğu
konu İslam dünyasının eğitim, kültür ve ilim konusudur. Esad Efendi (ö.1899)
yayınladığı bir risalede; “Kur’an ile ehadis-i nebeviyye iktiza-i celilince
bütün Müslümanların İmamü’l-müslimin olan Zat-ı Hazret-i Hilafetpenahiye
itaatleri farzdır. Din-i İslam vahdet-i camia-i İslamiyedir” diyordu. Arapçaya
tercüme edilen bu risale, Hac mevsiminde hacılar arasında dağı-tılmıştır.50

İslamcılığı savunanlara göre ittihad-ı İslamın sınırlarının
geniş tutulması teklif ediliyor ve buna Şiilerin de dahil edilmesi isteniyordu.

Dahilde İslamcılığın uygulamaya yönelik gelişmelerinden birisi
de Abdül-hamid döneminde Tunuslu Hayrettin Paşa’nın sadrazamlığı, sarayda Arap
asıllı görevlilerin bulundurulması, İslam ülkele-rinde etkili tarikat
şeyhleriyle sıcak müna-sebetlerin kurulmasıdır.51

Bağımsızlık hareketlerinin azınlıklar arasında hızla yayıldığı,
özellikle Araplar arasında ve diğer İslam kavimleri arasına nifak sokma
gayretlerinin arttığı bir dönemde İslam kardeşliğinin ehemmiyeti üzerinde
durularak dahilde İslam dayanışmasının devamı ve güçlendirilmesine
çalışılmıştır. Batının milliyetçilik akımının ardında gizli tutulan sömürgeci
emeline dikkat çekilerek İslamın halifesinin etrafında toplanmasının dini bir
emir olduğu üzerinde durulmuştur.

Hariçte islamcılık

Hemen belirtmek gerekir ki İslamcılığı savunanların gayesi İslam
dünyasını siyasi bir çatı altında toplayarak güçlü bir İslam devleti kurmak
değildir. Asıl gaye Müslümanların bulunduğu bölgelerde siyasi, iktisadi ve
kültürüel yönden güçlenmelerini sağlayarak, manevi yönden Osmanlı halifeliği
etrafında bütünleşmelerini sağlamaktır. Zaten Müslüman-ların coğrafi yönden
dünyanın dört bir yanında bulunmaları, siyasi yönden bir birlik meydana
getirmelerini imkânsız kılmaktadır.

Hariçte İslam dayanışmasını sağlamak, Asya, Afrika ve
Okyanusya’da İslamiyeti yaymak gayesi ile “Memalik-i İslamiye Coğrafya Cemiyeti”
kurulmuştur. Bu cemiyetin kurucusu Darü’l Fünun’un baş müderrisi Hoca Tahsin
Efendi’dir. İlgi çekici düşüncelerden bir tanesi de; İslam ülkelerine ehil
kişilerin gönderilerek, bölge coğrafyası ve halkının tabiatı hakkında bilgi
toplamak suretiyle durumlarına göre ittihad-ı İslam fikrine ihtiyaçlarının
tesbit edilerek, buna göre istidat ve kabiliyetlerinin tesbit edilmesi
teklifidir.52

Özellikle Abdülhamid döneminde İslam alemiyle sıkı bir irtibata
geçilmiştir. Bazen sembolik bile olsa diplomatik temaslar kurulmuştur. Cava,
Japonya, İran, Türkistan, Çin, Hindistan ve Kuzey Afrika’ya özel görevliler
gönderilirken, Hicaz demiryolu projesi ile Hicaz ve Hindistan gibi kalabalık
İslam nüfusunun yaşadığı merkezlerin birbirine bağlanması hedeflenmiştir.53
İslamcılık faaliyetlerini, tarikat şeyhleri Ebü’l Hüda, Şeyh Rahmetullah, Seyyid
Hüseyin el Cisr ve Muhammed Zafir yürütürken din alimleri de (mollalar) büyük
destek vermişlerdir. Paris makamlarınca Müslümanların yaşadığı sömürgelerdeki
valilere gönderilen 28 Ekim 1897 tarihli bir uyarıda, İslam birliği siyasetini
yaymak maksadıyla ajanların gönderildiğini ve bunlara karşı dikkatli olmaları
emredilmiştir.54

Sultan Abdülhamid’in ajanları, Ceza-yir, Mısır, Hindistan ve
hatta Japonya’da faaliyete geçip İslam kamuoyunu harekete ve şuurlandırmaya
çalışmışlardır. Önemli ölçüde de başarılı olmuşlardır. Nitekim 1897 Türk-Yunan
savaşında elde edilen zafer tüm İslam aleminde sevinçle karşılanmış, Osmanlı
zaferi bir çok ülkede kutlanmıştır. Bunu Hindistan, Batı Hind Adaları,
Türkistan, Madagaskar ve Cezayir’deki karışıklık ve ayaklanmalar (sömürgecilere
karşı ) izlemiştir.55

Osmanlılardan İran’a karşı yumuşama ve dostluk eli uzanırken
buradan da müsbet haberler gelmiştir. 93 harbi sırasında daha önce hiç
görülmeyen bir tarzda aleni olarak Osmanlı zaferi için dua edilmiştir. Bab-ı
Ali’nin ricası üzerine Sünnileri rencide edici Şii tören ve kutlamalar
yasaklanmıştır. İran Şahı’da iki ülke arasında iyi münasebetlerin
geliştirilmesini arzulamıştır.56

1900’lerin başında Almanya’nın da desteğiyle Enver Paşa
başkanlığında Pekin’e bir heyet gönderilmiş, Alman gemileriyle Süveyş’e kadar
gelen heyet, Alman konsolosu tarafından karşılanarak talimatlar bildirilmiştir.
Ancak heyeti, Çin topraklarında ve Şangay’da Almanlar yüzüstü bırakmışlardır.57

Dikkatle izlenen tarikatların faaliyetlerinin etkisi,
konsoloslar tarafından ülkelerine gönderilen mektuplardan anlaşılmaktadır. 20
Nisan 1902 tarihli yazıda Cidde konsolosu Paris’e; “… İmparatorluğun içinde
olduğu gibi, dışişlerinde de çok büyük bir itibara sahip olan bu zatın (Şeyh
Sununi, Şazeli Tarikatı) nüfuz ve aksiyonu, büyük bir ehemmiyeti haizdir. Onda,
dine tahta olan desteğin en sağlam misali görülür… Türk politikasının
gereklerine göre düzenlenmiş veya ona uydurulmuş olan itikadları, Müslümanların
heyacana gelmiş rüyalarına ve hararetli hayallerine ümid vermişe benziyor.
Yalnız dini menfaatler için çalıştıklarını gösteren tarikat müridleri, aynı
zamanda kendilerini Panislamizmin (İslamcılığın) propagandasına adamışlardır.”
diye bildirir.58

Haccın önemini iyi kavrayan tarikat şeyhleri Mekke ve Medine
tekkelerinin başına en iyi müridlerini yerleştirmişlerdir. Bunların hacı
kitleleri üzerine etkileri çok büyük olmuştur. Bu faaliyetleri çok yakından
izleyen Batılı devletler bir taraftan konsolosları vasıtasıyla bilgileri
alırken, diğer yandan da tarikatların faaliyetlerini etkisiz hale getirmenin
yollarını aramışlardır. Öğrenmeye çalıştıkları konular, tarikatların
bulundukları bölgelerde sahip oldukları konumları, dini ve siyasi reisleri,
İstanbul ile bağlantıları, Kuzey ve Merkezi Afrika müslümanları üzerindeki
etkileri, kendi İslamî propagandaları için yeterli ölçüde neşir imkânlarının
olup olmadığı gibi sorular sorulmuştur.59

Tarikatların faaliyetlerini yakından izleyen Fransa’nın Cidde
konsolosu tarikatları etkisiz hale getirmek için nelerin yapılması gerektiğini
şu şekilde sıralar:

“1. Mümkün mertebe, sağlık ve ekonomik sebepleri bahane ederek,
Müslüman tebamızın Hicaz’a yapacakları Haccı zorlaştırıp azaltmak.

2. Birbirine rakip olan tarikatlara, bir takım imtiyazlar tevcih
ederek, bu rekabetin artmasına yardım etmek. Şurası muhakkaktır ki Şazeli,
Medeni ve Rufailere karşı münhasıran yapılan lütuf ve ihsan, İslamın diğer
cemaatleri arasında ateşli bir rekabet doğurdu. Burada bizi ilgilendiren husus,
bu rekabeti kendi menfaatimiz yönünde işletmektir.

3. Büyük Şerif’in (bizim için) desteğini ve teveccühünü
kazanmak.”60

Fransız hükümeti bu tavsiyeleri yerine getirmek için
sömürgelerdeki konsolosları vasıtasıyla sıkı bir baskı kurar. Aynı zamanda,
“Service des Affaines Musulmanes et Sahariennes” adlı bir teşkilat kurar.

Bir taraftan Osmanlıların desteğiyle devam eden İslamcılık
faaliyetleri diğer yandan bunu etkisiz hale getirmek için uğraşan sömürgeciler
kıyasıya bir mücadeleye girişmişlerdir. Konsoloslar her fırsatta gelişmeler
hakkında merkeze bilgi aktarmaya devam etmişlerdir.

12 Şubat 1902 tarihli Fransız Umum Konsolosu’nun Trablus’tan
gönderdiği mektupta ilgi çekici bilgiler mevcuttur; Bütün tarikatlar aynı
usûllerle propaganda yapıyorlar. Arapların, Sudanlıların ve Türklerin gayesi
Fransızların Afrika’ya sızmalarını önlemek. Osmanlılara bağlılık daha çok
halifelik makamından kaynaklanmaktadır. Bu sebeple Araplar ayrılıkçı hareketlere
girişmeyecekler. Libya elden çıktığı halde bölge halkıyla temaslar devam
etmektedir. Tarikat şeyhleri Arap ve zencilerden yardım görme kuvvetine
sahiptirlr. Avrupa’lıların Afrika’ya sızmaları şimdiye kadar engellenememesinin
sebebi rekabet, kıskançlık, adi iştahlar ve tarikatların ayrı yaşamalarıdır. Biz
(Fransızlar), kendimizi bunlara kabul ettirmek için sert bir şekilde
davranmaktan çekinmemeliyiz. Çok zor durumda bulanan tarikatlara aman
verilmemesi temel esastır. Biz onlara, esas gayemizin ticari münasebetler
kurmak, dinlerine, adetlerine hürmet göstermek olduğunu göstermeliyiz…61

Açıkca anlaşıldığı gibi Avrupalıların en çok faydalandıkları
konu ihtilaflardır. Bu ihtilafları kendi menfaatleri doğrultusunda
körükledikleri gibi, yeri geldiğinde zor kullanmaktan da hiçbir zaman
çekinmemişlerdir.

Terakki-tedenni ve islamiyet

Osmanlı ve İslam dünyasının gerilemesine paralel olarak açık ve
örtülü bir tarzda İslamiyete hücumlar artmıştır. Şark medeniyeti adı altında
İslam dinine yerli ve yabancı aydınlar tarafından büyük hücumlar olmuştur.
Bazıları çok ileri giderek gerilemenin asıl sebebinin İslam dini ve medeniyeti
olduğunu iddia etmişlerdir. Ortaçağ Avrupa’sına hakim olan Kilise taassubunu,
hiç alakası olmadığı halde İslam dinine de mal etmeye çalışmışlardır. İşte bu
yüzdendir ki mütemadiyen İslam alimleri ayet ve hadisleri delil gösterdikleri
gibi İslam tarihini de şahit göstererek bu iddiaları çürütmüşlerdir.

Ahmet Mithat’a göre; Avrupa’da kilise aleyhtarlığı ilmi
terakkiyi netice verirken, İslamiyet için böyle bir husus söz konusu değildir:
“Bilakis diyanet-i celile-i İslamiye terakkiyat-ı sahihanın manii değil,
meşevvik-i tammı olup hükema-yı İslamiye hakimiyette ne derece ileriye
varmışlarsa akide-i İslamiyelerini dahi o kadar takviye etmişlerdir.”62

Tarih bize gösteriyor ki, Müslümanlar ne derece dine
bağlanmışlarsa terakki etmişler, ne vakit dinde zaafiyet göstermişlerse
gerilemişlerdir. Başka dinde ise, güçlü dindarlıkları zamanında vahşet,
dinlerinde zaaflık olunca da medeni olmuşlardır. (Avrupa tarihi buna en güzel
şahittir.) “Cumhur-u Enbiyanın Şark’ta biseti, Kader-i Ezelinin bir remzidir ki,
Şarkın hissiyatına hakim dindir. Bu gün âlem-i İslamı uyandıracak, şu
mezelletten kurtaracak yine o histir.”63

Modern ilim anlayışı ile Kur’an arasında bir ayrılık tasavvur
edilemez. Müslü-manların geriliği ancak cehalete, yani ilmiye sınıfının
bozulmasına hamledilebilir. Din siyasete feda edilerek imparatorluk karanlık
içinde bırakılmıştır. İslamın insan aklına değer veren icma-i Ümmet ve Kıyas-ı
Fukaha kaynaklarından tekrar faydalanma yoluna gidilebilecektir. Fakat bu kapı
cahiller için değil bir ilim heyetine açılmalıdır. İmparatorluğun yükselme
döneminde medreselerin rolü inkâr edilemez. Ancak, bugün o durumlarından
uzaktır. İslamcılar medreselerde yapılacak ıslahatları devamlı
desteklemişlerdir. Medreselerin büyük bir gaye ile kurulduğunu, bugün ise
fonksiyonlarını yapamaz bir duruma düştüklerini, bu duruma bir çare aranmasını
devamlı olarak belirtmişlerdir.64

Gerek Kur’an-ı Kerim’de ayet-i ke-rime, gerekse Hadis-i
Şeriflerde ilmin önemine dikkat çeken sayısız tesbitler vardır. İslam alimleri
bunları yazılarında belirtmişlerdir. Mesela, “Hiç bilenle bilmeyenler bir olur
mu?”, “Akıl sahipleri için ibret vardır” v.b. ayetler; “İlim müslümanın
kaybolmuş malıdır. Nerede bulursa alsın”, “İlim tüm erkek ve kadın Müslümanlar
üzerine farz kılınmıştır.” v.b. Hadis-i Şerifler İslam dininin ilme verdiği
önemi göstermektedir. Diğer yandan Hz. Muhammed (s.a.v.), savaşlarda esir
alınanlardan Müslümanlara okuma yazmayı öğretenleri serbest bırakmıştır.

Türk devletleriyle münasebetler

Daha önce Çin Türkistanı’nda Çinlilerle savaşarak (1867)
devletini kuran Yakup Han’ın berat ve yardım isteğinin kabul edildiğini ve
Kaşgar ordusunu eğitmek üzere subay gönderildiğini yazmıştık. Osmanlı
Devleti’nin içinde bulunduğu kötü durumdan haberi olmayan İslam devletleri, her
başları sıkıştığında (halifelik kurumunun da varlığı sebebiyle) Osman-lılardan
yardım istedikleri gibi özellik Rus istilasına maruz Türk Hanlıkları da yardım
isteklerinde bulunmuşlardır.

Bazen kamuoyunun da etkisiyle Bab-ı Ali, özellikle Orta Asya
müslümanlarının meseleleriyle daha aktif bir şekilde ilgilenmeye çalışmıştı.65
Ancak, Rusya’nın Orta Asya’da giriştiği işgaller, 1868 Semerkand işgali Buhara
Emirliği’nin sonunu getirirken buradaki hanlıkların birbirleriyle olan tüm
bağlarını kesmeye çalışmıştır. Osmanlı Devleti’nden yardım alamayan Türki
Cumhuriyetler kendi problemleriyle başbaşa kalmışlardır. Diğer yandan 93 Harbi
sırasında, önceden Ruslar tedbir aldıkları için, Osmanlılar lehine söz konusu
bölgeden herhangi bir Rus aleyh-tarlığı gelişme görülmemiştir. Rusya, bölge
hanlıklarının birbirleriyle olan bağlarını koparırken 1917 den sonra Bolşevikler
daha beterini yapmışlardır.

Hindistan müslümanları ile münasebetler

19. Yüzyılın ortalarına kadar Hindistan dahil Asya Müslümanları
Osmanlılara ciddi bir yakınlık ve bağlılık besledikleri gibi, hala Osmanlı
Devleti’ni dünyanın en güçlü devleti olarak düşünüyorlardı. Tabii ki
Osmanlıların içinde bulunduğu durumdan haberleri yoktu. Hindistan’daki Osmanlı
taraftarlığı ve İslamcı gelişmeleri bize göre;

1. İngilizlere baskı,

2. Basın yoluyla oluşturulan büyük Osmanlı taraftarlığı,

3. Osmanlı savaşlarına yakın ilgi,

4. Osmanlılara yardım, şeklinde özetlemek mümkündür.

1. Özellikle 93 Harbinin patlak vermesiyle Hint müslümanları
Osmanlıları desteklemeleri konusunda İngiltereye baskı yapmışlardır.
Yayınladıkları bildiri ve dilekçelerle Osmanlıların kendileri için neler ifade
ettiğini makul bir dille ve bazen şiddetli ifadelerle anlatmaya çalışmışlardır.

“Osmanlı Sultanı bir bakıma Müslü-manların yaşadığı bütün
memleketlerin sultanıdır. Bu yüzden bütün İslam dünyası O’na biat eder ve onun
için gerekirse ha-yatını feda etmeye hazırdır. Onu hedef alan herhangi bir
hareket bütün Müslü-manları hedef almış sayılır. Bu durumda Sultan’a herhangi
bir zarar verilirse Müslümanların sessiz ve hareketsiz kalacağını zannetmek
mümkün müdür?… Böyle bir durumda bütün İslam dünyası silahlanarak onun
düşmanlarına karşı koymak zorundadır.”66

Diğer yandan İngiltere’nin destek olmaması halinde “aynen
Ruslardan, nefret ettiğimiz gibi İngilizlerden de nefret ederiz” diyorlardı.
İngiliz Kraliçesi’nin tarafsızlık ilanı ve bunu ihlal edenlerin
cezalandırılacağı yolundaki sözleri Müslümanları rahatsız etmiştir.
Nusretü’l-Ahbar Gazetesi, tarafsızlık ilanının sadece İngilizler için mevzu
bahis olduğunu, Müslümanların buna uyma mecburiyetinin olmadığını belirtmiştir.67

Osmanlı taraftarlığını gelişmekte olan yerli basında açık bir
şekilde görmek mümkündür. İngilizler tarafından hazırlatılan gazete raporlarına
göre (Native, Newspaper Report), bazı Müslümanlar istikballerini Osmanlıların
kaderi ile bir görüyorlar. Onlar için Halife, Osmanlıların şahsında
sembolleşmiştir. Onun devleti de İslamın gurur kaynağıdır. Bu gazeteler Urdu
Ahbar, Aligarh İnstitute Gazette, Kayserü’l-Ahbar, Envarü’l-Ahbar,
Nüsre-tü’l-Ahbar’dır.68

Hint basınına göre Şiiler de Osman-lıların dertleriyle
dertlenmiş; Bedreddin Tuyabcı, Muhammed Ali Rogay, Seyyid Emir Ali ve Çırak Ali
gibi nüfuzlu Şiiler, bizzat faaliyetleri organize etmek maksadıyla ortaya
çıkmışlardır. Aligarh İnstitute Gazette bu olayı överek “Mutluluk verici bir
şekilde, aydın Şiiler, bir takım ön yargıları atarak samimiyetle diğer
Müslümanlarla (Sünnilerle) birlikte faaliyetlere başladılar. İslamın bu iki
büyük mezhebinin dini ve milli birlik için ortak meselelere sahip çıkmalarından
dolayı Müslümanlar sevinmelidir.”69 diye yazıyordu.

Kayserü’l Ahbar gazetesine göre; “Türkler Müslüman olduğu için
Avrupa’da hiçbir müttefikleri yoktur. Bütün Hıristiyan devletler karşı
taraftadır. Maalesef Müslümanlar da Türkleri yalnız bıraktı. Türk imparatorluğu,
İslam dünyasının gururu idi, Bu yüzden de Türklerin hali hazırda karşı karşıya
bulundukları talihsizlikler onlardan çok bizi üzmektedir. Envarü’l Ahbar ise;
“Eğer Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğüne bir halel gelirse, dinimiz,
şerefimiz ve ha-yatımız felaketle karşı karşıya kalacaktır.” diyordu.70

3. Osmanlıların girdiği her savaş Hindistan’da büyük ilgi
uyandırmıştır. 93 Harbi ile ilgili girişimlerini yukarıda açıklamıştık. 1894-95
Ermeni olaylarının Avrupa kamuoyu tarafından saptırılması ve Osmanlılara yapılan
baskı; “Geleneksel Haçlı zihniyetinin tekrar gün yüzüne çıkarılması” olarak
değerlendirilmiştir. Müslümanlar, Avrupalıların Osmanlı vatandaşı Ermenilere
sahip çıkmaya hakları olmadığını belirtmişlerdir. 1500 kişinin katılımıyla 24
Şubat 1895’te yapılan Delhi mitinginin sonuç bildirisinde; “Hindistan
Müslümanları, Ermeni tahrikçilerle onların yandaşlarının yanlış ve gerçek dışı
suçlamalarını protesto ederler. Türkiye’ye karşı peşin hükümlü olan ve
Hıristiyanları Müslüman dostluğundan uzaklaştırmak isteyen bazı fanatik
Hıristiyan çevrelerine karşı nefret duygularını dile getirirler.”71

Türklerin 1897’de Yunanlılara karşı kazandığı zafer tüm İslam
ülkelerinde büyük sevinç uyandırdığı gibi Hindistan’-da da büyük yankı
yapmıştır. Bir görgü şahidinin ifadesine göre en çok konuşulan konu “Türklerin
sabrı, kahramanlığı ve zaferi ile Yunanlıların korkaklığı” olmuştur. Bu atmosfer
içinde kimse Yunanlıların gücü ve kapasitesi ile ilgilenmeyip, her yerde
Halifenin ordularının Avrupa’nın Hıristiyan güçlerini bozguna uğrattığını
söylüyorlardı.72 Diğer yandan, Yunan zaferinin İslam aleminde büyük
bir sevinç uyandırmasının önemli bir sebebi de; Müslümanların muhalifi olan
Hıristiyan-ları yenilgiye uğratan müminlere duyulan sempatidir.73

4. Hint Müslümanları, en kötü şartlarda bile yardım elini
uzatmakdan hiç bir zaman çekinmemişlerdir. Urdu Ahbar gazetesine göre; Türklerin
içinde bulunduğu zor durumda Müslümanların Türkler için yapabilecekleri her şeyi
yapmaları farzdır. Müslümanların Hindistan’da veya başka bir yerde taşıdıkları
şeref ve haysiyetin Büyük Türk İmparatorluğunu’nun varlığından dolayı olduğu bir
gerçektir ve eğer bu imparatorluk yok olursa, Müslümanlar son derece önemsiz
olacak ve kimse dikkate almayacaktır.74

Müslümanlar daha önce yazdığımız gibi bir taraftan bildiri ve
dilekçelerle İngiltere’yi Osmanlıları desteklemeye zorlarken diğer yandan da
yardım sandıkları açmışlardır. Aynı zamanda cihada katılacaklar için broşürler
hazırlanarak vaizler, hafızlar, doktorlar ve sağlıklı vücuda sahip olanlar
teşvik edilmiştir. Hindistan Müslümanlarının topladıkları paralar hakkında kesin
bilgiler olmamakla beraber, Osmanlı vesikalarına göre 124.843 Osmanlı lirası
İstanbul’a ulaşmış olup bu rakam 10 milyon Hindistan Rupi’sinin üstündedir. Bu
durum başlı başına büyük hadise olup Osmanlılarla beraber herkesi şaşırtmıştır.
Bu yardıma, toplumun bütün kesimlerinin katıldığı, kadınların mücevherlerini
satarak katkıda bulundukları anlaşılmaktadır. Buna rağmen Hind basını,
organizasyon bozukluğu, yardımın yerine ulaşmama endişesinin, istenilen yardımın
toplanmasını engellediğini belirterek yardımı yeterli bulmamışlardır. Oysaki
aynı sıralarda Hindis-tan’da kuraklık ve açlık hüküm sürüp, Hindistan’ın
güneyinde 6 milyon insan ölmüştür. Bu durum yapılan yardımın önemini açık bir
şekilde sergilemiştir.75

Avrupa’da Osmanlılar aleyhinde oluşan kamuoyu, Hindistan
müslümanlarını çileden çıkartmıştı. İngiliz liberallerinin faaliyetlerine büyük
tepki göstermişlerdir. Müslümanların yaptığı bir başka yardımseverlik örneği de
Osmanlı hisse senetlerini satın alarak Halife’nin yabancılara borçlu olmaktan
kurtarılması yönünde kampanya başlatmalarıdır. Böylece Halife, sadece
Müslümanlara borçlu olacak ve Avrupalıların baskısından kurtarılacaktı.76

Bütün bunların günümüze kadar devam etmesi Türkiye’ye yönelik
muhabbetin ta-rihi derinliklerini teşkil etmektedir.

III. İslamcılığın tarihi gelişimi

Tanzimat öncesi

İslam kardeşliği kaynağını, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Muhammed’in
(s.a.v.) Hadis-i Şerif’lerinden almaktadır. Nitekim Mekkeliler Medine’ye hicret
edince, Medineliler bunlarla hem mallarını paylaşmışlar hem de kardeş
olmuşlardır. Hz. Muhammed bir hadisinde; “Arabın Aceme üstünlüğü yoktur.
Üstünlük takvadadır.” buyurmak suretiyle İslamiyette din, dil ırk ayrımının
üstünlük sebebi olamayacağını, üstünlüğün ancak dini yaşayışta ve İslamın
asliyetine uygunlukta olduğunu bildir-miştir.

Emevilerin, Müslümanlar arasında ayırım yapmaları hem devletin
sonunu hazırlarken hem de İslam Dünyasında kendilerine olan sempatinin
azalmasına sebebiyet vermiştir. Abbasiler, bu hataya düşmeyerek herkese eşit
davranmışlardır. Bunu hemen hemen tüm Türk-İslam devletleri devam
ettirmişlerdir.

Osmanlılar, kuruluş döneminde İslam birliğinden çok Anadolu Türk
birliğini sağlamak için çaba sarfetmişlerdir. Yavuz Sultan Selim döneminde,
Doğu-Güney-doğu Anadolu, Suriye ve Mısır’ın ilhakı bir bakıma siyasi yönden
İslam birliğini sağlamaya yönelik olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman’ın Hint
seferlerini düzenleme sebeplerinden bir tanesi de Gücerat Hükümdarlığını Avrupa
baskısından kurtarmak olmuştur.

Osmanlıların son dönemlerine gelin-ceye kadar dünyanın değişik
bölgelerinde saldırılara maruz kalan müslümanların acılarını hissetmişler ancak,
değişik sebep-lerden dolayı çoğu zaman arzulanan yardım yapılamamıştır.

Tanzimat dönemi

Tanzimat dönemi köklü değişikliklerin yaşandığı, Avrupa’nın
baskı ve etkisinin yoğun olduğu bir dönemdir. Bu dönemde hakim olan fikir,
ittihad-ı anasır yani Osmanlıcılık fikridir. Her ne kadar Tanzimat Fermanı’nın
baş kısmında gerilemenin sebepleri arasında eski devlet geleneğinden uzaklaşma
gösterilmişse de yapılan ıslahatlarla eskiyi getirmekten çok, Avrupayla
bütünleşmek hedeflenmiştir.

Osmanlıcılık Devleti’nin bütünlüğünü korumaya yönelik olan
Osmanlıcılık siyaseti, azınlıklara bir çok ödünler veril-mesine rağmen
iştahların kabarmasına, Avrupa müdahalelerinin gittikçe yükselmesine sebep
olmuştur. Avrupa’yı memnun etme siyaseti aydınlarımızın tepkisine sebep olurken,
Islahat Fermanı’na (1856) en fazla tepki gösterenlerden birisi de Tanzimat’ın
mimarı M. Reşid Paşa olmuştur.

Avrupa’yı memnun etmeye yönelik siyaset netice vermezken
azınlıklar da bir bir ayrılıyorlardı. Bu gelişmeler dahilde büyük
huzursuzluklara sebep olurken, İslamcı aydınların sesleri yükselmeye başlamıştı.
Özellikle Müslümanların meskun olduğu bölgelerin işgale uğramasıyla, Tanzimatın
son dönemlerinden Meşrutiyete, İslam dayanışması siyaseti devredilmiştir.

Abdülhamid dönemi

II. Abdülhamid, Osmanlı Devleti’nin bunalım içinde İslam
Dünyasının büyük kısmıyla işgal altına girdiği bir dönemde tahta geçmiştir. 19.
yüzyılın ikinci yarısından sonra gözler Osmanlı halifeliğine çevrilmişti.
Abdülhamid, bir çok ülkeden tebrik telgrafları ( İran, Fas ve bir-iki İslam
ülkesi dışında ) alırken İslam dünyasının hemen hemen tümü Avrupa’nın eğemenliği
altına girmişti. Her tarafta İslam hali-fesinin etrafında oluşturulacak bir
İslam birliğinin özlemi uyanmış bulunuyordu. Abdülhamid, içerde ve dışarda İslam
dünyasında dindarlığı ile saygı kazanmıştı. Halk, Avrupa’dan alınan yöntemlerle
değil, yerel güçlerle İslam şeriatının sayesinde Batı dünyasından bağımsız bir
şekilde ayakta duracak rejimin beklentisi içinde idi. Vatandaş Tanzimat
Paşalarının israfı ile Ermeni, Rum, Avrupa sarraf ve bankerlerinin
aldatmalarından bıkmış, Abdülhamid’in ağırbaşlı, tutumlu, dindar görünüşünü,
sade giyimini çok daha fazla saygıya değer buluyordu. Evdeki, sokaktaki,
çarşıdaki adam şimdi geleneklerinin huzuru içinde yaşabilecekti.77

Abdülhamid’in İslamcılık politikası bir çok avantajlar sağladı.
Ülke dahilindeki müslüman bağlılığına seslenme, muha-liflerini etkisiz hale
getirme imkânına sahip oldu. Ülke dışında Müslüman kamuoyunun büyük desteğiyle,
sömürge halinde bulunan Müslümanları harekete geçirmek suretiyle, Avrupalıların
içişleriyle uğraşmalarını sağlarken Osmanlı Devleti rahat bir nefes alacaktı.78

II. Abdülhamid, padişah, sultan lakapları yerine emirü’l-müminin
(halife) ünvanını kullandı. Eğitim-öğretimde dinin müfredat içindeki saatlerini
arttırdı. Dindarlık, müttakilik, padişahın teveccühünü kazanan durumlar oldu.
Elçilerle, murahhaslarla, komisyonlarla, mebuslarla, imkân dahilinde dış
basınla, komisyonlarla, mebuslarla İslami muhabbeti celbe, kalbleri hilafet
makamına ısındırmaya çaba gösterdi. Bölgesinde sevilen ve sayılan İslam
alimlerini yanına davet ederek ağırlarken, Hicaz’ın muhafazasına özel önem
veriyordu.79

Fransa’da, 30 Mayıs 1894’te Hariciye bakanı olan M. Hanataux,
Sultan Abdül-hamid’in müslim, gayr-i müslim tüm reayaya iyi davranarak haklarını
korudu-ğunu söyler; “… Abdülhamid esmer, soluk yüzlü, endişeli bakışlı ve
güzel elleri olan bir adamdır. O bu nazik eliyle, Afrika ve Asya ortalarından
Balkanlara kadar olan İslam dünyasının bütün fertlerini birbirine bağlarken,
aynı nazik eliyle Kudüs ve Çanakkale Boğazı’nın anahtarını da tutmaktadır. Küçük
ve nazik ve fakat gerçekte çok meşgul olan bir el”80

Sultan Abdülhamid’in takip ettiği siyaset, Osmanlıcılık yerine
İslamcılık siyasetidir. O, devletin öz kaynaklarıyla bunalımdan çıkılamayacağını
görmüştür. Dikkatinin büyük bir kısmını, dış politika ve diplomasiye yönelterek
elindeki imkânları değerlendirmeye çalışmıştır. Tebanın önemli bir kısmının
gayr-ı müslim olduğunun elbette farkında olan Padişah’ın, Osmanlıcılık yerine
İslamcılık fikrine ağırlık vermesinde tarihi şartların da etkisi vardır. Hilafet
kurumu Yavuz Sultan Selim zamanından beri ilk defa Sultan Abdül-hamid devrinde
etkili bir siyasi araç olarak kullanılmıştır.81

Sultan Abdülhamid, İslamcılık politikasını izlerken büyük
devletleri tahrik etmemeye özel itina göstererek, dengeli ve kapsamlı bir
çizgiden hareketle Osmanlı toprak bütünlüğünü korumaya çalışmıştır. Avrupa
devletlerini, taviz vermek suretiyle teskin etmeyi diplomasinin esası sayan
Tanzimatçıların yanında Abdülhamid’in siyaseti daha tutarlı idi.

Sultan Abdülhamid, ülke sınırları dışında bulunan Müslümanlar
üzerinde siyasi otorite kurmaktan çok dini otorite ve nüfuz kurmaya çalışmıştır.
Bu maksadla daha önce Osmanlının mülkü olup, elden çıkan topraklarda yaşayan
Müslümanların dini ihtiyaçlarını karşılamak, nüfuz ve otoritesini korumak
maksadıyla din görevlilerinin görevlendirilmesine yönelik halifelik haklarını
daima kullanmıştır. Mısır, Kıbrıs, Bulgaristan, Kırım, Bosna-Hersek gibi önemli
yerlere gönderilen kadı ve müftüleri bizzat kendisi seçmiştir. İslam
dünyasındaki prestijini arttırıp irtibatı sıklaştırmak maksadıyla Saraya davet
ettiği ulema ve diğer bazı kişilerin ihtişamla ağırlanmaları dolayısıyla söz
konusu alimlerin kendi insanlarını bu açıdan etkilemişlerdir.82

Sultan Abdülhamid, dış siyasette takip ettiği İslamcılık
siyaseti sayesinde, Halifelik makamı etrafında dünya İslam birliğini kurmaya
çalışmıştır. Emirü’l-müminin ünvanını da bu sebeple kullanmıştır. Padişah,
Müslümanlar arasında dayanışmayı sağlamak ve onların menfaatlerini koruma
hususunda bir misyon sahibi olduğuna inanıyordu. Sultan Abdülhamid, Cava’ya
siyasi temsilci tayin ederken; İran, Türkistan, Çin, Hindistan ve Afrika’ya
adamlarını göndererek İslamî propagandaya girişmiştir. Milliyet fikirlerini,
İslam birliğine yönelik bir tehdit olarak görüyordu. Ona göre, İngiltere bu
fikirlerle İmparatorluğu parçalamak, Arabistan, Arnavutluk ve Suriye’de
ayaklanma ve anarşik olaylar çıkarmaya çalışmaktadır. Padişah, din birliğinin
yıkılması halinde İmparatorluğun da sonunun geleceğine inanmaktadır.83

II. Abdülhamid, İslam ülkelerindekine “taassup” derken kendi
ülkelerindeki ben-zer gelişmelere “vatanseverlik”diyen Avrupa’nın iki
yüzlülüğüne dikkat çekmektedir. Padişah, İslamcılığın gücünü, İslam tarihinin
idrak edilmesinde görmektedir. “İslamiyetin intişarından sonra, İslam
memleketlerinde parlak bir İslam medeniyeti meydana geldiği sıralarda Avrupa
koyu karanlıklar ve barbarlık içinde yaşamakta idi. Şu halde eğer, eski
kuvetimizi kazanmak istiyorsak, kuvvetimizin kaynaklarını hatırlamalıyız.”
dedikten sonra, Avrupalıların İslamiyeti medeniyet düşmanı olarak göstermelerini
cehalet, müsamahasızlık ve peşin hükümlü saplantılarına bağlamaktadır.84

Sultan Abdülhamid, Avrupa ve Amerika’daki teknik gelişmelere
kendisinin de hayran olduğunu, onlardan en az bir asır geri olduğumuzu kabul
ettiğini, ancak, kendisinin tahta geçmeden önceki ve sonraki halini, tarafsız
olarak mukayese edeceklerin hızlı bir inkişafı müşahede edebileceklerini ifade
ediyor.85

II. Abdülhamid, Islahatların yavaş yavaş tatbikinden yanadır.
Avrupa medeniyetinin iyi taraflarının alınarak Şark kültürüne uyumunun
sağlanmasından sonra olgunlaşacak olan yeni medeniyeti, ancak kendilerinden
sonraki nesillerin görebileceğini belirtir. Ona göre, inkişaf tarzımız Avrupa’ya
benzememektedir. Ancak, lüzumlu hallerde harici tesirlerden faydalanılmasından
yanadır. Gençlerimizin gözlerini devlet işine (memur, asker ulema v.s.)
diktiğini; tüccar, mahir bir zanaatkâr veya fen adamı olmayı düşünmediklerini
söyler. Kendisinin marangozluk sanatı ile meşgul olarak iyi örnek olmaya
çalıştığını söyler.86

Saltanatının sonlarına doğru siyasetine, Alman Kayzer’i II.
Wilhelm’in destek olduğu görülür. Çünkü Almanya, 19. Yüzyılın sonlarına doğru
Ortadoğu ile daha fazla ilgilenmeye başlamıştır. II. Wilhelm kendi ülkesinin
durumunu güçlendirmek maksadıyla İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı II.
Abdülhamid’i kazanmak istemiştir. Bu gelişmeler II. Abdülhamid’in İslamcılık
siyasetine uygun düştüğünden kendisini memnun etmiştir. İslamcılık, özellikle
sömürge altındaki İslam ülkelerinde çok etkili olmuş ve buralarda milli
kimliklerin gelişmesinde önemli rol oynamıştır.87

Daha önce İslam ülkeleri arasındaki ir-tibatı sıklaştırmak
gayesiyle hedeflenen demiryolu projesinden söz etmiştik. Sultan Abdülhamid
döneminde önem verilen bir proje de telgraf hattıdır. Bu dönemde 30 bin
kilometreden fazla telgraf hattı ge-rilmiş ve bu hatlar Hicaz’a, Yemen’e kadar
uzanmıştır. Başkent, Ege ve Akdeniz’deki adalara da telgraf hatlarıyla
bağlanmıştı. Böylece Osmanlı Devleti, yol ve demiryollarının gidemediği yerlere
kadar telgraf hatlarını geren ilk ülke olmuştur.88

İttihat ve terakki dönemi

Wambery, 14 ekim 1897 tarihli, İngiliz Dışişleri Bakanı Sir
Thomas’ya gönderdiği mektubunda, “üzülerek söyleyeyim ki, yıllar önce Yıldız’ın
entrikaları hakkında yaptığım uyarılar dikkate alınmadı…’ İttihad-ı İslam
hiçbir dönem II. Abdülhamid zamanında olduğu kadar kuvvetli olmamamıştır’
dediğim zaman kesinlikle mübalağa değildi… Eğer planlarına karşı erken
tedbirler alınmaz ise Sultan sürpriz sonuçlar elde edebilir.”89
diyordu.

1909’dan sonra çekinilen II. Abdül-hamid iktidarda yoktur.
İktidar İttihad ve Terakki’nin eline geçmişti. Bazı İslam topraklarının da elden
çıkması ve milliyetçilik fikrinin etkisiyle de İslamcılık politikası
terkedilerek Türkçülük politikası izlenmeye başlanmıştı.

II. Abdülhamid’ten sonra da İslam ül-kerinde İslamcılık etkisini
sürdürmektedir. İtalya’nın Trablusgarb’a saldırdığı yolundaki haber Müslümanlar
üzerinde büyük bir etki yapar. En sert tepki aydınlar tarafından yapılır.
Comrade gazetesi savaş eki çıkartarak yardım kampanyası başlatır. Zemindar,
Vatan, Paisa Ahbar, Vekil, Observer ve Hablü’l-Metin gibi gazeteler, Avrupa’nın
tutumunu sert bir dille eleşti-rerek İtalya’nın tavrını yayılmacı ihtirasların
utanmazca sergilenmesi olarak değerlendirirler. Gazetelerin tirajının olağanüstü
artması haftalık gazetelerin günlük çıkmaları, savaşa olan ilgiyi açık bir
şekilde göstermektedir.90

Balkan Savaşı’na olan ilgi de çok fazladır. Hint uleması
tarihinde ilk kez aralarındaki ihtilafları bir tarafa bırakarak birleşirler.
Diyabendiler, Barelviler, Farang-i Mahaliler, Nedvetü’l-ulema ve Şiiler bir anda
biraraya geldiler. Osmanlı Devleti’nin desteklenmesinin farz olduğu, zekatın
kendilerine (Osmanlılara) ve-rilebileceğine dair fetvalar yayınladılar. Bu
sırada yine bir çok yeni gazete çıkmıştır. Uzak köylerde ve ıssız yerlerde
yaşayanlar her gün kasabalara gidip son haberleri alıyorlardı. En çok yapmak
istedikleri şey, Osmanlılara yardım idi.91 İttihadçıların savaş
yılları sırasında İslamcılığı devlet politikası haline getirmeleri dikkat
çekicidir.92 1911 yılından itibaren Türkçü-İslamcı bir program takib
ederek kendile-rince bu iki cereyanı birleştirmeye çalışmışlardır.93
Müslümanların terakki etmesinin dine bağlanmakla mümkün olduğu kendilerine
teklif (1909) edilir. Ama, reddederler. Oniki yıl sonra tekrar teklif edilir ve
kabul ederler. Ancak, şimdi de iş işten geçmiştir.94 Çünkü, Osmanlı
Devleti I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmıştır.

I. Dünya savaşı sonrası

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İslam dünyası en büyük desteğini
kaybeder. Anadolu toprakları dört bir yandan işgal edilirken, diğer tarafta
İslam ülkelerinin hemen tamamı işgal altında bulunuyordu. Avrupalıların
maksadlarına ulaşarak Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamışlar ve aralarında gizli
antlaşmalar yürürlüğe koymanın aceleciliğini yaşıyorlardı.

Kurtuluş Savaşı zaferle neticelendikten sonra yeni bir Türk
devleti kurulmuş ama, İslam ülkeleri sömürge halinde bulunmaya devam
ediyorlardı. Ancak, daha önce ekilen tohumlar mutlaka yeşerecekti. Osmanlıcı ve
İslamcı tavırlar Müslümanlar arasında dini-milli kimliğin gelişmesinde önemli
rol oynamış ve bağımsızlık fikrinin oluşmasına büyük katkı yapmıştı. Hindistan
Müslümanlarının tarihlerinde belki de ilk defa ittifak ettikleri konu
Osmanlılara ve Osmanlı halifeliğine duyulan ilgi olmuştur. Şii-Sünni,
zengin-fakir, sade-aydın vatandaş bu meselede elele vermişlerdir. Hatta.,
Hindular ile Müslümanların İngiltere’ye karşı birleşmelerinde de Osmanlı faktörü
önemli bir etki yapmıştır.95

Halifeliğin 1924 yılında kaldırılmasından sonra Hindular
ileMüslümanlar arasındaki işbirliğinin bozulması, Osmanlıların Hindistan siyasi
tarihi üzerindeki önemini açıkca sergilemektedir. Yine 1924’ten sonra
Milletlerarası platformda Türkiye’nin çektiği yalnızlık ve harici kamuoyunun
yeterince desteğini görmemesi Hindistan Müslümanlarının desteğinin ne kadar
önemli olduğunu açıkça göstermiştir.96

İhtilaflar ve başarısızlık

Tanzimattan Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar belli
dönemlerde taraftar bulup uygulama imkânına kavuşan Osmanlıcılık, İslamcılık,
Batıcılık ve Türkçülük fikirleri Devletin yıkılışına mani olamamıştır. Tahlil ve
tenkid yapılırken bu fikirlerin özü üzerinde durmak gerektiği gibi en az o kadar
da bu fikir savunucularının birbirleri ve devletle olan ilişkileri üzerinde
durmakta fayda vardır.

Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde diğer cepheler de olduğu
gibi fikri cephede de büyük sıkıntılar yaşanmıştır. Medrese, mektep ve tekke
mensupları müsamahakâr olamamışlardır. Temayül, fikir ve maksadda ittihad
edememişler. Aralarındaki fikir ayrılıkları birliği böldüğü gibi, muhtelif
meşrebleri de terakkkiyi engellemiştir. Her biri mesleğine taassupla bağlandığı
gibi başkasının mesleğini sathilikle itham etmek suretiyle ifrat ve tefrite
kaçarak, biri diğerini dalalete düşmekle itham etmişlerdir. Cemaat olma ruhu
teşekkül etmedi. Benlikler güçlü olup ön plana çıktığından dayanışma olmadı.
Yardımlaşma düsturu ihmal edildi. Tenkid, gurur ve cerbezeye dayandığından
müthiş bir hastalık halini aldı.97

Meşrutiyet büyük bir tehlike ile karşı karşıya kalmıştır.
Çekişmelerdeki ifrat ve tefrit istibdadı daha şiddetli bir şekilde geri
getirmiştir. Bu durum, devletin yıkımı demektir. Böyle bir durumdan idareci
sınıfla beraber aydınlar da sorumludur. İkinci Meşrutiyet döneminde yaşanan
bütün musibetlerden tek bir parti ve ileri gelenlerini sorumlu tutmak yanlıştır.
“Bir idare yalnız bir adam veya bir partinin değil, belki bütün bir neslin
eseridir.” Tek bir sebeple bir devir inşa edilemez.98

Maalesef siyasi gelişmeler insanları gruplara ayırmıştır. Oysa
ki harici cereyanlara kapılmamak gerekir. Güç birliği halinde olan düşmanlara
karşı ittihad gerekir. Allah için sevip, Allah için buğz etme yerine; siyaset
için sevip siyaset için kin bağlamak, melek gibi kardeşe düşmanlık, hain bir
siyaset arkadaşına muhabbet ve taraftarlığı netice veren zulme rıza gösterip
ortak olmaya sebep olur.99

İşte bu feci kısır çekişmeler Osmanlı Devliti’nin sonunu
getirirken, yıllarca değişik cephelerde devam eden savaşlar bir çok insanımızın
şehid olmasına sebep olmuştur.

IV. İslamcılığın ünlü simaları

Genç osmanlılar

İslamcılık siyasetinin bazı hususlarında Genç Osmanlılar II.
Abdülhamid ile mutabıktırlar. Bunun yanında İttihad ve Terakki sonraki
zamanlarda faydalanmak üzere dış politikasında İslamcıdır. Ancak, onlara göre,
İslam birliği politikasının açıkça izlenmesinde zarar vardır. Çünkü, bu siyaseti
istemeyen Avrupa çok güçlü olduğundan, kayıplar kazançtan çok fazla olacaktır.
Dünya Müslümanlarının bağımsız olmalarını kendileri de arzu ediyorlar.
Abdülhamid İslam birliği siyasetini, devletin kurtuluşunda önemli bir vasıta
olarak kullanırken, İttihat ve Terakki bu vasıtayı zararlı görmüştür.100

Osmanlı aydını, Avrupa’daki Pan (Panislavizm, Pan Germanizm
gibi) hareketlerinden etkilenirken, bu etkilenme ırkî esaslar üzerinde
gelişmemiştir. Bir kaç istisna hariç şuurlu bir ideoloji arayışı, Osmanlı
Devletinin kurtuluşuna yöneliktir. İslamcılık, yeni bir ideoloji olmayıp İslam
dünyasının maruz kaldığı felaketlerden kurtulması için İslamın siyasi
potansiyeli-nin değerlendirilmeye çalışılmasıdır. Zaten İmparatorluğun güçlü
olduğu dönemlerde Sultanların İslam birliğini kurmak için çaba sarfetmiş
olduklarını kendileri de açıkça ifade etmişlerdir.101

Namık Kemal, İslam dünyasının maruz kaldığı tehlikeleri
1870’lerin başında görmüştür. Osmanlı Devleti’nin önderliğinde İslam dünyasının
bu tehlikelerden korunması gerektiğine inanıyordu. Siyasi olmayan, kültürel
İslamcılığında, “Ehl-i İslam, suret-i ittihadını politika ağrazında veya mezhep
mücadelelerinde değil, vaiz önlerinde, kitap sahifelerinde aramaya
muhtaçtırlar.” diyordu. Osmanlılar Avrupa’ya en yakın olduklarından daha ileride
olup, ilim irfanı Asya ve Afrika kıtalarına yayarak Avrupa’ya karşı Şark
dengesini kurarak insanlığın barışına da katkıda bulunacaklardı.102

Genç Osmanlılar, 1860’lı yıllarda Londra’da bulundukları
sıralarda İslamcılık fikirlerini açık olarak ifade etmeye başlarlar. Osmanlı
Devleti’nin hayat kaynağı ve ruhu şeriattır. Bütün sıkıntıların giderilmesi
ancak şeriat ile mümkündür. Şeriat eski yerine konulmalıdır. Çünkü, Müslüman bir
toplumun hem gelenek hem de ihtiyaçlarına sadece o uyuyordu. Islahatlar ve
programlar İslamî kaynaklı olmalıdır. Batılı idari müesseselerin alınması
İslamiyete aykırı olmayıp savundukları şeylerin (meşrutiyet gibi) Batılı
olmaktan ziyade İslamî olduğunu savunmuşlardır. En büyük istekleri şeriat
tarafından, adaletle hükmetme vazifesini üstlenen Sultan-halifenin devletin
başında olmasıdır.103

Genç Osmanlıların İslamcılık ile ilgili yazıları özellikle İbret
ve Basiret gazetelerinde yayınlanmıştır. Basiret, İslamcığın yayın organı haline
gelmiştir. Kısa bir süre içinde bütün gündemi söz konusu yazılar teşkil etmeye
başlamıştır. 1870’de yurda dönen genç Osmanlılar, 1923’e kadar Osmanlı tarihine
etki edecek fikirlerini de beraberlerinde getirmişlerdir. Dahilde Osmanlı
Devleti’nin Müslüman unsura dayanmasını savunmuşlardır. İslam âleminde ise,
Osmanlı ağabeylerinin önderliğinde Müslümanların gelişip ilerlemelerinin
sağlanmasıdır. Reform taraftarı olmakla beraber, reformların Osmanlılar
tarafından ve Osmanlılar için İslamî bir yolla tesbit edilip uygulanmasını
istemişlerdir. Meşrutiyeti savunarak şura ve temsilin üzerinde önemle
durmuşlardır.104

İslamcı düşünürler

İslamcı düşünürleri belli bir çerçeve içine alıp bu fikri belli
kişilere maletmek mümkün değildir. Çünkü her Müslümanın İslamcılık konusunda
belli fikirlere sahip olması elbette ki tabiidir. İslamcıları belli siyasi
partiye mensup göstermek de mümkün değildir. Çünkü Meşrutiyet dönemi boyunca
kurulan bir çok siyasi partide İslam dayanışması fikrine mensup aydınlara
rastlamak mümkündür. En büyük zorluklardan birisi de bir aydının tamamen hangi
görüşe mensup olduğunun tesbitidir. Bu durum, II. Meşrutiyet dönemi söz konusu
olunca daha da zorlaşmaktadır.

Bir aydının dinî görüşlerinin yanında milliyetçi vasfının ağır
basması olağandışı bir durum değildir. İşte bu yüzden isimlerini aktaracağımız
aydınların tamamen İslamcı olanları olduğu gibi, başka fikirlerinin yanında
İslam dayanışması konusunda fikirlerini beyan eden isimler de bulunmaktadır.
İslamcı şahsiyetleri ve İslamcı fikirleriyle ün yapan aydınlarımız: Cemaleddin
Efgani, Muhammed Abduh, Seyyid Ahmet Han, Seyyid Emir Ali, Said Halim Paşa,
Mehmet (Küçük) Said Paşa, Mehmet Akif, Filibeli Ahmet Hilmi, İsmail Fenni
Ertuğrul, Said Nursi (Bediüzzaman), Mizancı Murad, Şemsettin Günaltay, Mahmud
Esad Efendi v.s.105

Dar kapsamlı bu çalışmamızda isimlerini sıraladığımız
aydınlarımızın hepsinin düşüncelerini aktarma imkânımız olmadığından, ancak bir
kısmının fikirlerini sergilemeye çalışacağız.

Cemalettin Efgani: Afgan asıllı olup 1839 yılında İran’ın
Hemedan şehri civarında doğmuştur.106 Okumayı sevip, okudukları
üzerinde çok düşenen bir kişiliğe sahip olan Efgani, bir çok İslam ülkesi ve
Batı Avrupa ülkelerini gezip görmüştür.107 Kişiliği üzerinde belki de
en çok (müsbet-menfi) konuşulan İslamcıdır. Efgani’ye tutarsız, iki yüzlü, dönek
di-yerek ağır ithamlarda bulunanlar olmuştur. Abdülaziz’in dönemi ile Abdülhamid
dönemindeki dahili ve harici gelişmeler göz ününe alındığında Efgani’nin hiç de
öyle olmadığı görülecektir.108

Efgani İstanbul’a geldikten sonra, II. Abdülhamid ile görüşüp
İslamcılık konusunda onu etkilediği muhakkaktır. Şii-Sünni yakınlaşmasında aktif
olarak çalışmıştır. Paris’te Muhammed Abduh ile birlikte, urvetü’l-vüska adlı
mecmuayı çıkarmıştır. Ona göre, İslamı dünyaya hakim kılmak aklımızı, beynimizi
ıslah etmekle mümkündür. Batı ile aramızda büyük bir fark olup bu farkı
kapatarak, Avrupa ile mücadele etmek mümkün olacaktır. Rusya’yı durdurmak, İslam
cephesini oluşturmakla mümkün olacaktır. Güçlü İslam cephesi, İngilizlerin de
siyasetlerini gözden geçirmelerini netice verecektir.109

Muhammed Abduh: Bir müddet Ergani ile beraber olmak üzere İslam
dayanışması için aktif olarak çalışan aydınlarımızdandır. II. Abdülhamid
döneminde İslam ülkelerinden önemli bilgiler aktarmıştır. Ona göre, din ile akıl
veya başka bir ifade ile, din ve bilim ayrılmaz bir ikili oluştururlar. İlimsiz
din olamayacağı gibi dinsiz ilim de olmaz. Tefsirleriyle meşhurdur. Fil
suresinde geçen ve Kabe’yi yıkmaya gelen, müşrik Ebrehe ordusunu, ayakları
arasına sıkıştırdıkları ufak taşlarla yokeden ebabil kuşlarının getirdiği
taşları “mikrop” olarak tasvir eder.110

Sadrazam Said Halim Paşa: Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın toruna
olup İslam dayanışması savunucularındandır. İslamiyeti bir bütün olarak inanç,
ahlak, yaşayış, idare ve iktisad gibi tüm yönleriyle uygulamak gerektiğine,
ıslahatların yabancı kaynaklı olup bünyemize uymamasından dolayı başarısız
olduğuna, milliyet unsurunu inkâr etmenin gereksiz-liğine inanır.

Tunuslu Hayreddin Paşa: Meşrutiyet taraftarıdır. İslama aykırı
olmamak kaydıyla meclis, hükümet şekli gibi mües-seselerin alınmasında sakınca
görmez.111

Mizancı Murad: Şura taraftarıdır. Hükümetin şeriat şurası
tarafından desteklenmesi gereğini savunur. Şeyhülislam başkanlığında
oluşturulacak şurada Asya ve Afrika’daki Müslüman ülke temsilcilerinin
bulunmasını da teklif eder.

Ahmet Mithat: Avrupalılaşma sınırının çizilmesi gerektiğini
savunur. Batı mede-niyeti kendisinden güçsüz medeniyetleri yoketmektedir.
Alafrangalaşma sevdasıyla, Avrupalılaşma, halkın milli kimliğini yok edecektir.112

M. Esad Efendi: Birleşme ve dayanışma muhafaza edilmediğinden
geri kalınmıştır. İslam dünyası Osmanlı Devleti’nin etrafında kenetlenmelidir.
Rus tehdidi, İran-Osmanlı yakınlaşmasını sağlamalıdır. Medeniyetin maddi ve
manevi cephesi vardır. Ahlaki cephe manevi yönünü, teknik, bilim maddi yönünü
teşkil eder. Batının maddi yönüne ihtiyaç vardır.

M. Akif (Ersoy): Samimi olarak İslam dayanışması taraftarı olup
bu alandaki çalışmalara aktif olarak (İslam beldelerini gezerek) katılmıştır.

Bediüzzaman Said Nursi: Mutlakiyet, Meşrutiyet ve Cumhuriyet
dönemlerinin üçünü de yaşamıştır. Bu üç dönemde de ısrarla Doğu Anadolu’da din
ilimleriyle fen bilimlerini birarada verecek bir medre-senin kurulmasına
çalışmıştır. İslam dayanışmasını savunup ihtilafı, üç büyük düşmandan biri
olarak görür.

Yazdığı tefsirlerle (Risale-i Nur Külliyatı) İslama modern bir
bakış açısı getirdiği gibi fikir ve düşünceleri günümüze kadar gelerek etkisini
devam ettirmektedir. Meşrutiyeti ısrarla savunmuş, şeriata aykırı olmadığını
belirtmiştir. 31 Mart Olayı’nda olayları yatıştırıcı rol oynayan farklı bir
İslam alimidir.

Sonuç

İslamcılık 19. Yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan yeni bir
gelişme ve pan hareketi değildir. İslam dünyasının içinde bulunduğu sıkıntıları
aşmak için İslam inancında mevcut olup günün şartlarına göre yeni bir seyir
takip eden bir gelişmedir.

İslamcılığın pan hareketleriyle hiçbir ilgisi yoktur.
İslamcılık, Panislavizm tabirleri tamamen Avrupa kökenli tabirlerdir. Fransız
ihtilaliyle ortaya çıkan milliyetçilik akımları pan olarak (Pan-Slavizm gibi)
isimlendirildiğinden ittihad-ı İslam fikri de yanlış olarak değerlendirilmiştir.

İslamcılık, tamamen Batı medeniyeti düşmanı olmayıp bilim ve
tekniğin transferinde ısrarcı olmuşlardır. İslam dininin terakkiye mani olduğu
tezini çürütmek mücadelelerinin en önemli noktasını teşkil etmiştir.

Osmanlı toplumunda olduğu gibi, İslamcı düşünürler arasındaki
ihtilaflar da bu fikirden azami ölçüde istifadeye mani olmuştur. Ancak, buna
rağmen diğer fikirler (Osmanlıcılık, Batıcılık) gündemden düştükleri halde İslam
dayanışması fikri gündemdeki yerini korumaktadır. Özellik yakın geçmişte cereyan
eden Çeçenistan, Bosna-Hersek hadiseleri İslam dayanışmasının önemini bir kere
daha ortaya koymuştur.

Dipnotlar

1. Abdullah Yeğin, Osmanlıca-Türkçe Yeni Lügat, 4. Baskı,
İstanbul 1978.

2. Niyazi Berkes, Türkiyede Çağdaşlaşma, İstanbul 1978, s.
404.

3. Şamil İslam Ansiklopedisi, c. 4, İstanbul 1991,
“İslamcılık” md.

4. Bediüzzaman Said Nursi, İttihad-ı İslam (Derleme), Envar
Neşriyat, İstanbul 1980, s. 12, 13.

5. Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, c. 1,
İstanbul 1984, s. 10.

6. Nursi, e.g.e., s. 9, 10.

7. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, c. 8, Ankara 1988, s.
540.

8. Bayram Kodaman, “1876-1920 Arası Osmanlı Siyasi Tarihi”,
Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c. 12, İstanbul 1989, s. 60.

9. Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, TTK Yay., Ankara 1987,
s. 21.

10. Azmi Özcan, Pan-İslamizm, Osmanlı Devleti, Hindistan
Müslümanları ve İngiltere, TDV Arş. Mer., İstanbul 1992, s. 48.

11. e.g.e., s. 56, 57.

12. e.g.e., s. 59-65.

13. Karal, a.g.e., s. 541.

14. Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, TTK Yay.,
Ankara, 1984, s. 339, 340.

15. Nursi, a.g.e., s. 14.

16. Lewis, a.g.e., s. 338.

17. Karal, a.g.e., s. 540.

18. a.g.e., s. 541-542.

19. Özcan, a.g.e., s. 49.

20. Ferit Develioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat,
Ankara 1986, s. 755-1200; M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarihi Deyimleri ve Sözlüğü,
c. 3, İstanbul 1993, s. 360; Yeğin, a.g.e., s. 420-662.

21. Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Akımı, İstanbul 1991, s.
326, 327.

22. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, c. 7, Ankara 1983, s.
326, 327.

23. Nursi, a.g.e., s. 37, 38.

24. a.g.e., s. 29.

25. Tunaya, İslamcılık Akımı, s. 43.

26. a.g.e., s. 44-46.

27. Nursi, a.g.e., s. 33-35.

28. a.g.e., s. 33, 34.

29. a.g.e., s. 36, 37.

30. Orhan Okay, Batı Medeniyeti Karşısında Ahmet Mithad
Efendi, MEB Yay., İstanbul 1991, s. 20.

31. Tunaya, İslamcılık Akımı, s. 78.

32. Okay, a.g.e., s. 241.

33. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, “İslamcılık” Mad.,
c. 4, İstanbul 1981, s. 424-430.

34. Okay, a.g.e., s. 29.

35. Nursi, a.g.e., s. 111.

36. Tunaya, İslamcılık Akımı, s. 21-25.

37. a.g.e., s. 21.

38. Okay, a.g.e., s. 133, 134.

39. Okay, a.g.e., s. 22.

40. Karal, Osmanlı Tarihi, c. 8, s. 542, 543.

41. Tunaya, İslamcılık Akımı, s. 53.

42. a.g.e., s. 83, 84.

43. Nursi, a.g.e., s. 22.

44. Tunaya, İslamcılık Akımı, s. 91, 92.

45. Özcan, a.g.e., s. 46, 47.

46. Nursi, a.g.e., s. 21.

47. Özcan, a.g.e., s. 52.

48. Akçura, a.g.e., s. 31.

49. Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, s. 31.

50. Özcan, a.g.e., s. 53, 54.

51. Kodaman, a.g.m., s. 61, 62.

52. Özcan, a.g.e., s. 53.

53. Kodaman, a.g.m., s. 61, 62.

54. İ. Süreyya Sırma, II. Abdülhamid’in İslam Birliği
Siyaseti, İstanbul 1985, s. 42.

55. Lewis, a.g.e., s. 340.

56. Özcan, a.g.e., s. 82.

57. Sırma, a.g.e., s. 75-79.

58. Sırma, a.g.e., s. 43, 44.

59. Sırma, a.g.e., s. 52, 53.

60. Sırma, a.g.e., s. 47, 48.

61. Sırma, a.g.e., s. 54-60.

62. Sırma, a.g.e., s. 241, 242.

63. Nursi, a.g.e., s. 32.

64. Tunaya, İslamcılık Akımı, s. 92.

65. Özcan, a.g.e., s. 56, 57.

66. Özcan, a.g.e., s. 98.

67. Özcan, a.g.e., s. 99-101.

68. Özcan, a.g.e., s. 96-101.

69. Özcan, a.g.e., s. 97-98.

70. Özcan, a.g.e., s. 100.

71. Özcan, a.g.e., s. 146, 147.

72. Özcan, a.g.e., s. 148, 149.

73. Sırma, a.g.e., s. 65.

74. Özcan, a.g.e., s. 100, 101.

75. Özcan, a.g.e., s. 101, 102.

76. Özcan, a.g.e., s. 99.

77. Berkes, a.g.e., s. 331, 332.

78. Lewis, a.g.e., s. 340.

79. Akçura, a.g.e., s. 22, 23; Ahmet Ferit (TEK), “Bir
Mektup”, Üç Tarz-ı Siyaset, Ankara 1987, s. 47.

80. Sırma, a.g.e., s. 39, 40.

81. Kodaman, a.g.m., s. 60, 61.

82. Özcan, a.g.e., s. 75, 76.

83. Karal, Osmanlı Tarihi, c. 8, s. 545, 547.

84. a.g.e., c. 8, s. 543, 548.

85. Sultan Abdülhamit, Siyasi Hatıratım, İstanbul 1984, s.
195.

86. a.g.e., s. 196-202.

87. Özcan, a.g.e., s. 90-92.

88. Berkes, a.g.e., s. 334.

89. Özcan, a.g.e., s. 176.

90. Özcan, a.g.e., s. 201, 202.

91. Özcan, a.g.e., s. 214, 215.

92. Kodaman, a.g.m., s. 61, 62.

93. Tunaya, İslamcılık Akımı, s. 93, 94.

94. Nursi, a.g.e., s. 32.

95. Özcan, a.g.e., s. 265.

96. Özcan, a.g.e., s. 265.

97. Nursi, a.g.e., s. 40, 41, 61-63.

98. Tunaya, İslamcılık Akımı, s. 65.

99. Nursi, a.g.e., s. 63, 64.

100. Karal, Osmanlı Tarihi, c. 8, s. 549.

101. Özcan, a.g.e., s. 49, 50.

102. Lewis, a.g.e., s. 141.

103. Özcan, a.g.e., s. 50, 51; Lewis, a.g.e., s. 171.

104. Özcan, a.g.e., s. 48-51.

105. Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, s. 10.

106. Özcan, a.g.e., s. 54.

107. Karal, Osmanlı Tarihi, c. 8, s. 347.

108. Berkes, a.g.e., s. 347.

109. Özcan, a.g.e., s. 84.

110. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, “İslamcılık”
Mad., c. 4, İstanbul 1981, s. 424-430.

111. a.g.e., s. 428.

112. Berkes, a.g.e., s. 368.

 

Bibliyoğrafya

Ahmet Bedevi Kuran, İnkılap Tarihimiz ve Jön Türkler,
İstanbul 1945.

Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, c. 12, İstanbul H. 1301.

Azmi Özcan, Pan-İslamizm, Osmanlı Devleti, Hindistan
Müslümanları ve İngiltere, TDV Arş. Mer., İstanbul 1992.

Bediüzzaman Said Nursi, İttihad-ı İslam (Derleme), Envar
Neşriyat, İstanbul 1980.

Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, TTK Yay., Ankara.

Cemaleddin Efendi, Siyasi Hatıratım, İstanbul 1977.

Ebuzziya Tevfik, Yeni Osmanlılar, İstanbul 1909.

Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, c. 7-8, Ankara 1988.

Halil İnalcık, Tanzimat Nedir?, Ankara 1941.

Hasan Amca, Doğmayan Hürriyet, İstanbul 1958.

İ. Süreyya Sırma, II. Abdülhamid’in İslam Birliği Siyaseti,
İstanbul 1985.

Komisyon, Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, Çağ. Yay., c. 15,
İstanbul 1989.

Leskovikli Mehmet Rauf, İttihat ve Terakki Cemiyeti Ne İdi?,
İstanbul H. 1327.

Mehmet Kaplan, Namık Kemal, Hayatı ve Eserleri, İstanbul
1948.

Niyazi Berkes, Türkiyede Çağdaşlaşma, İstanbul 1978.

Niyazi Berkes, Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler,
İstanbul 1965.

Orhan Okay, Batı Medeniyeti Karşısında Ahmet Mithad Efendi,
MEB Yay., İstanbul 1991.

Osman Turan, Türkler ve İslamiyet, Ankara 1945.

Said Halim Paşa, Buhranlarımız, İstanbul H. 1330.

Sultan Abdülhamit, Siyasi Hatıratım, İstanbul 1984.

Şamil İslam Ansiklopedisi, c. 4, İstanbul 1991.

Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, Ankara 1964.

Tahsin Paşa, Abdülhamit ve Yıldız Hatıraları, İstanbul 1931.

Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, c. 1-2,
İstanbul 1984.

Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Akımı, İstanbul 1991.

Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, “İslamcılık” Mad., c.
4, İstanbul 1981.

Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, c. 12, İstanbul 1967.

Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, TTK Yay., Ankara 1987.

Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, İstanbul
1918.